İçine girdiğimiz dönem faşist iktidar üzerindeki iç ve özellikle dış basıncın arttığını ve daha da artacağını gösteriyor. Cebelleştiği kapitalist kriz karşısında da, uluslararası alanda yaşadığı siyasi ve askeri krizler noktasında da, rejim çareyi baskıları daha da arttırmakta görmektedir. Basınç artıyor diye Erdoğan’ın geri adım atacağını ve rejimi normalleştireceğini beklemek boş bir hayaldir.
İktidar, yaşanan krizin ağır bir çöküşe yol açmaması için kırk takla atmakla meşgul. Ne var ki, gerek içeride gerekse de uluslararası piyasalarda atılan bu taklalar, “kapitalist piyasa kurallarının” hiçe sayılması olarak algılandığından, TC’nin kredibilitesi daha da azalıyor, borç ve döviz bulmak giderek daha da maliyetli hale geliyor ve sonuçta ertelenmeye çalışılan çöküş potansiyel olarak daha da yıkıcılaşıyor. Dahası başta ABD olmak üzere Batılı emperyalist güçlerle süren gerilimler yeni döviz şokları tehdidi olarak ekonominin tepesinde Demokles’in kılıcı gibi sallanıyor. Bu gerginlikler Türk ekonomisinin krizinin temel sebebi olmasa da, bu krizi daha da ağırlaştıran faktörler olarak iş görüyorlar.
İktisadi ve uluslararası alanda yaşadığı sıkışıklığa, yeni bir faktör olarak Erdoğan’ın iç politika alanında da zorlanmaya başlamasını eklemek gerekiyor. 31 Marttaki “seçim”, faşist rejimin kitle tabanının zayıflamakta olduğu gerçeğini teyit ettiği gibi, iç politikada dengelerin değişebileceği bir duruma da kapı açmış oldu. Değişen atmosferle birlikte, büyük burjuvazi içindeki hoşnutsuz kesimlerin seslerini bir parça daha yükselttiklerine tanık oluyoruz. Zira Erdoğan’ın sandıkta yenilmezlik imajının epey sarsılmış olması, gerek yerli gerekse de uluslararası finans kapitalin alternatif iktidar arayışını canlandırıyor. Düzen içi muhalefet partileri de kuşkusuz onların teşvikiyle Erdoğan karşısında daha dik durma arayışı içine girmiş durumdadırlar. Bu alanda neler yaşanabileceğini, düzen içi muhalefetin faşist rejimi zora sokup sokamayacağını yaşayarak göreceğiz. Ama bundan bağımsız olarak açık olan şey şudur ki; dış politika alanında yaşananlar Erdoğan’ı fena halde köşeye sıkıştırmaktadır.
Kürt meselesi, Rusya’yla yakınlaşma ve S-400’ler meselesi nicedir Erdoğan’ı ve onunla ittifak halindeki egemen güçleri ABD’yle karşı karşıya getirmekteydi. Bugün bunlara birkaç başlık daha eklemek mümkündür. Sudan ve Libya’da yaşanan gelişmeler, İhvan’ın ABD tarafından terörist örgütler listesine alınacağının açıklanması, İran’a dönük yaptırımlar ve TC’ye tanınan muafiyetlerin kaldırılması ve eş zamanlı olarak İran ordusunun terörist olarak tanımlanması. Doğu Akdeniz’deki emperyalist paylaşım kavgasının hızla büyümesini de bunlara eklemek gerekiyor. Bu sonuncu husus, gerek Kıbrıs meselesi bakımından gerek TC ile Yunanistan arasındaki Ege ihtilafı açısından, gerekse de böylesi büyük bir krizdeyken Doğu Akdeniz’den elde edilebilecek gelir kaynaklarını gözden çıkaramayacak olması bakımından TC’nin önümüzdeki dönemde Kürt meselesinden sonraki en önemli dış politika başlığı olmaya adaydır. Tüm bu başlıklarda yaşanan gelişmeler TC egemenlerini kara kara düşündürtmektedir, zira hepsinde de gidişat onların aleyhinedir.
Aslına bakacak olursak, gerek iktisadi, gerek siyasi, gerekse de askeri alanda yaşanan bu sıkışmışlığın, kapitalizmin tarihsel krizi ve onun beslediği Üçüncü Dünya Savaşı zeminine oturduğu açıktır. Büyük beklentilerle dâhil oldukları bu emperyalist paylaşım savaşında iddiaları boşa çıkan, Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olma tehlikesiyle karşı karşıya kalan TC, büyük emperyalist güçler arasında yürüyen emperyalist kapışmada kime yanaşacaktır? ABD mi, AB mi yoksa Rusya-Çin ekseni mi? Kısa vadeli gelişmeleri bir tarafa bırakıp sürecin ana gelişme çizgisini bu mesele üzerinden okumakta fayda vardır. Besbelli ki, Türkiye burjuvazisi içinde (ki askeri-sivil bürokrasi de onun asli bir unsurudur) bu soruya farklı cevaplar veren fraksiyonlar mevcuttur. Kürt meselesi ve giderek kızışacak olan Kıbrıs ve Doğu Akdeniz meselesinden ötürü ABD ve AB’ye tavizler vermek istemeyen güçlerin Erdoğan’la ittifak kurarak yüzlerini Avrasya seçeneğine döndüklerini, ülkedeki faşist rejimi bu temelde inşa ettiklerini görüyoruz.
Dış politika alanında yaşanan gelişmelere bu perspektiften biraz daha yakından bakalım.
İhvan, Rabia kardeşliği ve emperyal hayallerin sonu
Ortadoğu’daki paylaşım savaşında TC, bir yandan ABD’yle bir yandan da onun çizgisindeki Suudi Arabistan-Mısır-BAE ekseniyle artan bir gerilim yaşıyor. Bu gerilimin iki ayağı mevcut. Birincisi, Kürt meselesi ve Doğu Akdeniz meselesi boyutlarıyla, ABD’nin Ortadoğu’daki planlarının TC’nin işine gelmemesi. İkincisi, TC’nin Ortadoğu’daki diğer güçlerle giriştiği bölgesel hegemonya kavgası. Her ikisinin de bileşkesi olarak, TC’nin dümenini elinde tutan Erdoğan ekibi, ABD ile ters düşmüş ve dahası Türkiye, ABD ile Rusya arasındaki emperyalist kapışmanın alanı haline gelmiştir.
Ortadoğu savaşının başlarında kendi emperyal hayalleriyle boyundan büyük işlere girişen Erdoğan bu hayallerin boşa çıktığını ve izlediği çizginin iflas ettiğini kabullenmek istemiyor. 2011’de patlak veren “Arap Baharı”nın ardından Tunus ve Mısır’da Müslüman Kardeşler’in (İhvan) iktidara gelişi, AKP’nin yeni-Osmanlıcı hayalleri için bulunmaz fırsat olarak görülmüştü. Batı emperyalizminin 90’lar boyunca pişirdiği “ılımlı İslam” projesinin “parlak” sonuçlarından olan AKP bu fırsatın üzerine balıklama atlarken, Batılı güçler aslında bu projeyi iptal etmeye girişmişlerdi bile! AKP gemi azıya alıp Suriye’de de işbirliği yaptığı İhvancı güçleri iktidara getirip, Tunus’tan başlayıp kendi sınırlarına kadar uzanan bir kuşakta kurulacak “ılımlı İslamcı” iktidarlar aracılığıyla Ortadoğu’da borusunu öttürmeyi arzuluyordu. Büyük emperyalist güçler, Müslüman Kardeşler çizgisiyle el ele vererek Ortadoğu’nun Müslüman halklarının lideri konumuna ulaşmayı hayal eden Erdoğan’a bu yolun tıkalı olduğunu gösterdiler. Mısır’da İhvan hükümeti askeri darbeyle devrilirken, ABD “ılımlı İslam” politikasını rafa kaldırmış, Erdoğan’ın suyunu da ısıtmaya başlamış oluyordu.
Suriye’deki gerilimlerin iç savaşa dönüşmesiyle birlikte Erdoğan son kozlarını da oynamaya başlamış, ama o alanda da istediklerine kavuşamadığı gibi ABD’nin farklı arayışlar içine girmesiyle iyot gibi açığa çıkmıştı. Böylelikle Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin hayalci ve maceraperest politikaları duvara toslamış oluyordu. Ancak Erdoğan bunu kabullenmedi; Suudi Arabistan-Mısır-BAE ile köprüleri atarak İhvan’ın son sığınaklarından Katar’la birlikte davranmaya ve Suriye’deki cihatçı İslamcı çetelere her türlü desteği vermeye, iç savaşı körüklemeye devam etti. Takip eden süreçte Kürtlerin yürüttükleri mücadeleyle öne çıkarak uluslararası alanda siyasi ve askeri destek kazanmaları, hem Erdoğan hem de TC’nin askeri bürokrasisi açısından alarm zillerinin çalması anlamına gelmiş, Kürtlere karşı savaş yeniden alevlendirilmiş ve içeride faşist bir tırmanış yaşanmaya başlanmıştı.
İhvan’la işbirliği içerisinde hem Kuzey Afrika’da hem de Lübnan, Suriye ve Filistin’de etkisini arttırabileceğini düşünen Erdoğan ilk tokadı Libya, Tunus ve Mısır’da yemişti. Ardından Suriye’de boşa çıkan hayaller geldi. Sondan bir önceki darbe ise Sudan’daki kasabın bir halk hareketi sonucu devrilmesi oldu. Tüm dünyanın “savaş suçlusu” olarak gördüğü El Beşir’e Erdoğan sınırsız destek vermiş, Sudan’a yatırımlar yapılmış, 2017 yılında ekonomik ve askeri faaliyetler için Savakin Adası Türkiye’nin kullanımına verilmişti. Bunlar İhvan’la el ele vererek Suud-Mısır-BAE blokunu geriletmek açısından Erdoğan’ın kazandığı mevzilerdi. Sudan’da mevcut aşamada iktidarı elinde tutan konseyin Suudiler ve BAE’den tıpkı Mısır’daki diktatör Sisi gibi milyarlarca dolarlık yardım alarak tarafını belli etmesi, TC’ye Savakin adasını 26 Mayısa kadar boşaltma ültimatomu vermesi, Erdoğan’ın hayallerine indirilmiş büyük bir tokat olmuştur. Aynı günlerde Libya’da Erdoğan’ın desteklediği Trablus hükümetine karşı Mısır ve Batılı güçlerin desteklediği Hafter’in saldırıya geçmesi de tüm bu gelişmelerin üzerine tüy dikmiştir. Erdoğan’ın Müslüman Arap coğrafyasındaki yegâne destekçisi olarak Katar kalmıştır ki, onun da desteği sallantılıdır.
Son darbe ise ABD’nin İhvan’ı “terörist örgütler listesi”ne eklemeyi düşündüğünün açıklanması olmuştur. Bu karar başta Hamas olmak üzere bölgedeki İhvan’la bağlantılı örgütleri zor duruma sürükleyeceği gibi, Erdoğan’ın elinden önemli silahlarından birini almakta ve hatta onu “teröristlerle işbirliği”yle resmen suçlamanın zeminini de döşemiş olmaktadır. ABD’nin Suudi ekseniyle birlikte attığı bu adımlar, TC’yle yaşanan gerilimleri daha da tırmandırıyor. BAE adına İstanbul’da casusluk yaptığı iddiasıyla iki Filistinlinin tutuklanmasını ve ardından bunlardan birinin cezaevinde “intihar” etmesini, yeni krizlerin habercisi olarak değerlendirmek gerekiyor. Arap medyasında TC’nin işkence siciline dair ifşaatların şu sıralar pek revaçta olması da bunu gösteriyor.
Kıbrıs ve Doğu Akdeniz gerilimi daha da tırmanacak
Kıbrıs açıklarında yakın zamanda keşfedilen dev hidrokarbon (doğalgaz ve petrol) yatakları Doğu Akdeniz’de giderek kızışan bir paylaşım mücadelesi başlatmıştır. Bölgeye kıyısı olan devletler bu zenginliğin nasıl paylaşılacağı konusunda kapitalist bir yarış içerisinde iken dünyanın büyük güçleri de bu paylaşım kavgasına çoktan dâhil olmuşlardır. Her ne kadar çeşitli ihtilafları halen çözememiş olsalar bile kıyıdaş ülkeler bir şekilde işbirliği sağlamak üzere adımlar atıyorlar. Türkiye hariç! Türkiye bu paylaşım ve ortaklıkların dışında kalmış durumda ve onu bu konumda tutmak için hem yerel hem de küresel güçler iş başındalar. TC istese bile, Kıbrıs’ın kuzeyindeki işgalci konumu ve Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tanımaması nedeniyle bu konudaki görüşmelerin resmi bir tarafı haline gelemiyor. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni devre dışı bırakarak diğer ülkelerle bir anlaşmaya varması mümkün olmadığından, kendi kapitalist çıkarları doğrultusunda uluslararası burjuva hukukunu hiçe sayarak tek taraflı adımlar atıyor. Kıbrıs’ın kıyıdaş ülkelerle karşılıklı yaptığı anlaşmalarla belirlenmiş Münhasır Ekonomik Bölgesini tanımadığı gibi, diğer ülkelerin oradaki arama ve sondaj çalışmalarını baltalamaya çalışıyor. Dahası o bölgelerde hak iddia edip bizzat kendisi arama çalışmaları yapıyor ve sondaj çalışmalarına başlayacağını ilan ediyor.
TC’nin Kıbrıs’ın hemen batısında ve güneyinde sondaj çalışmalarına başlayacağını açıklaması tansiyonu arttırdığı gibi, gerek ABD gerekse de AB emperyalizmlerinin artan tepkisini çekiyor. Kıbrıs Cumhuriyeti ve Yunanistan bu durumu protesto edip BM’nin Türkiye’ye yaptırım uygulaması çağrısında bulunuyorlar. ABD, kurulmasını teşvik ettiği İsrail-Mısır-Kıbrıs eksenli Doğu Akdeniz Gaz Forumunun boşa çıkmaması için Türkiye’nin bu hak ihlallerine son vermesini isteyip, onun faaliyetlerini “tahrik edici ve bölgede gerilimi artırmaya yönelik risk teşkil edici adımlar” olarak niteliyor. İngiltere bu tür girişimlerden “derin endişe duyuyor”. Kıbrıs ve Yunanistan’ın “konunun Kıbrıs’ın bir iç meselesi veya Kıbrıs’la Türkiye arasındaki ikili bir sorun olmadığını, bir Avrupa meselesi olduğunu” belirtip AB’yi yardıma çağırmalarına, Almanya, “Türkiye ile temas olduğu zaman Kıbrıs’ın çıkarlarını savunmamız isteniyor. Biz de bunu yapacağız” şeklinde yanıt veriyor. AB Konseyi de Doğu Akdeniz’deki doğalgaz arama faaliyetleri konusunda Kıbrıs’ın arkasında olacaklarını açıklamış durumda. Aksi bir tutumun, AB’yi kendi üyesinin (Kıbrıs Cumhuriyeti) haklarını dahi koruyamayan “iktidarsız” bir güç olarak tescil edeceğini biliyorlar.
Faşist iktidarın şu sıralar bu konuda tek destek bekleyebileceği büyük güç Rusya’dır. BM Güvenlik Konseyi daimi üyesi olarak Rusya’nın bu açıdan TC’ye karşı olası yaptırımlar için bir fren rolü üstlenebileceğini umuyorlar. Rusya da diğerleri gibi Türkiye’yi hukuka uygun davranmaya ve gerilimi tırmandırmamaya çağırmıştır. Ama bunu çok daha ihtiyatlı bir dille yapmış olması TC egemenlerinin beklentilerini arttırıyor. Aslında Rusya da bölgede zengin hidrokarbon yataklarının keşfinden pek hoşnut değildir. Bu kaynakların Rusya’nın Avrupa üzerindeki gaz tekelini kırabileceğinden endişe ediyorlar. Bütçe gelirlerinin %40’ını enerji kaynaklarının ihracından sağlayan Rusya açısından, bu gelirlerinin devamlılığını garanti altına almak ve AB’nin en büyük doğalgaz tedarikçisi olma konumunu yitirmemek büyük önem taşıyor. ABD’nin ve AB’nin nüfuz alanına giren Ukrayna’yı devre dışı bırakan TürkAkım doğalgaz boru hattının bir an önce hayata geçmesi, Almanya üzerinden Kuzey Akım hattıyla yapılan satışların sürmesi Rusya’nın öncelikleri arasındadır. Öte yandan Rusya, kendisine uygulanan ambargolar ve yaptırımlar nedeniyle halen açık kapı konumundaki Kıbrıs Cumhuriyeti’yle arasını bozmamak için EastMed projesini toptan baltalamaya çalışan TC’ye açıkça destek vermekten kaçınmaktadır. Gerçekte Rusya çok boyutlu bir yol izliyor: EastMed projesini hepten iptal etmek mümkün değilse, süreci yavaşlatmak ve dahası onun bir parçası olarak onu yönlendirebilmek. Bu doğrultuda Rus şirketleri, Suriye, Mısır, Lübnan ve İsrail’le kurdukları ilişkiler sayesinde bölgenin zenginliklerinden pay almaya çalışıyorlar. Denilebilir ki Rus diplomasisi, TC’yi yalnızca Suriye ve Kürtler üzerinden değil, bu hususta da boynuzlarından yakaladığının farkındadır. Bu kozu sonuna kadar kullanacaklarından ve TC’yi yeni tavizlere zorlayacaklarından şüphe edilemez.
Suriye’deki savaş nedeniyle Doğu Akdeniz emperyalist ülkelerin donanma güçlerinin adeta işgali altındayken, Türkiye’nin provokatif tutumlarını son iki ay içinde biri halen devam eden iki büyük deniz tatbikatıyla daha da arttırması, bölgeyi patlamaya hazır bir barut fıçısı haline getiriyor. Kürt halkını boyunduruk altında tutmaktan vazgeçemediği için başına olmadık işler açıp köşeye sıkışan TC, askeri işgaliyle bir başka ulusal sorun yarattığı Kıbrıs’tan elini çekmeye yanaşmadığı için de yeni bir savaşın zeminini döşemiş oluyor.
Kürt sorunu nelere kadirmiş!
2014’de, düştü düşecek diye Erdoğan’ın zil takıp oynadığı Kobani’nin Kürt hareketi tarafından başarıyla savunulması, IŞİD’in gerileme sürecinin başlayıp Suriye savaşının yeni bir evreye girmesi anlamına geliyordu. Bu dönemeç noktası Kürt hareketi ile ABD’nin giderek artan askeri işbirliğinin önünü açmış ve TC egemenlerinin alarm zillerine basmasına yol açmıştı. Ardından da Türkiye’de yürüyen sözümona “çözüm süreci”nin sonlandırılması, Türkiye Kürdistanı’nda savaşın tekrar kızışması, TC rejiminin adım adım faşizm yoluna girmesi gelmişti. Bu gelişmeler, TC egemenleri ile ABD arasında dozu giderek artan ve bugün de devam eden bir gerilimi doğurmuştu. ABD’nin Ortadoğu’daki planlarının şu ya da bu şekilde bir Kürdistan’ın kurulmasını içerdiği düşüncesiyle TC egemenleri yüzlerini Rusya’ya döndüler. O günden bu yana TC egemenleri, Kürtlerin haklarını elde etmemesi için çırpınıp duruyorlar. Rusya ile ABD arasındaki savaşın doğurduğu boşluklardan yararlanarak manevralar yapmaya, bu ikisi arasında bir sarkaç gibi gidip gelerek Kürtlerin önünü kesecek ve kendi kof yayılma hayallerini canlı tutacak fırsatlar yakalamaya çalıştılar. Ancak tüm yaşananlar gösteriyor ki, TC bu “güç oyunu”nda ciddi biçimde konum kaybetmiştir. Denebilir ki ABD planlarından vazgeçmediği ya da savaşta yenilmediği sürece TC egemenlerinin tek ümidi bu uzatmalı savaşın sona ermemesi ve mevcut statükonun böylelikle devamının sağlanabilmesidir. Büyük paylaşım savaşının kendine has biçimleri bu ümitleri şu ana kadar beslemiş olsa da TC’nin bu süreçte her geçen gün daha fazla köşeye sıkıştığı, şu ya da bu büyük güce daha fazla taviz vermek zorunda kaldığı, manevra alanının giderek daraldığı apaçık ortadadır.
Kürt meselesi, TC egemenlerinin elini kolunu bağlayan bir kâbusa dönüşmüş durumdadır. ABD’yle bitmek bilmeyen pazarlıkların temel ekseni hiç kuşkusuz budur. Yaşanan gerilimin çeşitli başlıklarını oluşturan diğer tüm hususları bununla bağlantılı biçimde düşünmek zorunludur. Bugün ABD’yle Rojava üzerinden yürüyen pazarlıklar kısa vadede TC egemenlerinin istedikleri doğrultuda sonuçlansa bile (ki mevcut dengeler düşünülecek olursa çok büyük bir sürpriz olurdu bu) orta ve uzun vadede Kürt sorununun dönüp dolaşıp TC’nin önüne tekrar konulacağı açıktır. Zira ortada dört parçaya bölünmüş, siyasal bağımsızlık hakkı tanınmayan, on milyonlarca insandan oluşan koca bir ezilen ulus gerçekliği vardır. Bu ezilen ulusun Ortadoğu petrollerinin üzerinde yaşaması onun şansı mıdır yoksa şanssızlığı mı tartışılır, ancak şurası açık ki, cin lambadan çıkmıştır ve eninde sonunda bu sorun çözülmek durumundadır.
Kürdistan sorununu demokratik, barışçıl ve adil bir şekilde çözmeye yanaşmayan TC egemenleri bir beka sorunuyla karşı karşıya olduklarını düşünüyorlar. İzledikleri kirli yöntemlerden bir türlü vazgeçmeye yanaşmadıkları için sorun onlar açısından gerçekten de bu kapsamdadır; siyasal bir sorunu demokratik yollarla çözmeyenler, çözülmeye mahkûm oluyorlar! Bu durumdan kurtulmak için Kürtlere askeri destek veren ABD’nin Ortadoğu planlarını baltalamaya çalışmak ise, faşist iktidar blokunu onyıllardır sürdürülen ittifak ilişkilerini sorgulamaya sevk ediyor. Faşist iktidar, ABD ile Rusya arasında gidip geliyor ve gerçekten de bir yol ayrımına doğru hızla ilerliyor.
S-400 krizi: ABD mi, Rusya mı?
Erdoğan ABD’yle yürüttüğü pazarlıklarda yeni kozlar elde etme umuduyla attığı kimi adımlarla, sorunu daha da çetrefilli hale getirmekte, geri dönüşün hiç de kolay olmayacağı sınırları zorlamaktadır. Faşist iktidarın ABD’yle yaşadığı gerginlikleri, “temel olanlar” ve “tâli gerginlikler” diye ayrıştırmaya çalışsak; Kürt meselesi “temel olanlar” kategorisine; “Halk Bankası”, “Brunson krizi” gibi diğerleri tâli kategorisine sokulabilir. Temel sorunlar çözülmediği sürece faşist iktidarın ABD’yle yaşadığı gerilimler ortadan kalkmayacak, yeni tâli sorunlarla pazarlıklar ve sıkıştırma operasyonu devam edecektir.
Son dönemde giderek keskinleşen S-400 krizinin temelinde de Kürt sorunu üzerinden ABD’yle yaşanan gerginliğin yattığını söyleyebiliriz. Ne var ki, bu füze krizi, diyelim ki bir Brunson kriziyle eş değerde değildir; farklı bir anlama gelmekte, temel bir sorun haline bürünmektedir. Zira işin içinde doğrudan Rusya’nın olması, krizin tabiatını değiştiriyor ve ona yeni boyutlar ekliyor. ABD’yle yaşanan gerginlikler, NATO’nun düşman olarak adlandırdığı Rusya’dan en gelişmiş silah sistemlerini almaya ve Rusya’yla Ortadoğu’da giderek derinleşen bir işbirliğine yol açtığından işin rengi değişmektedir. Dolayısıyla mesele S-400’lerin alınıp alınmayacağının ötesinde, faşist iktidar blokunun Türkiye’yi emperyalist bloklaşmada hangi safa sürükleyeceği meselesine dönüşmektedir.
ABD’nin Erdoğan iktidarının bu gidişatını durdurmak üzere yaptığı uyarılar blöf değil, ciddidir. Onun açısından S-400 füze sisteminin satın alınmakla kalmayıp Türkiye’ye kurulması ve çalıştırılması çizginin aşılması anlamına gelmektedir. Erdoğan ve faşist ittifakın bu tutumda devam edip Türkiye’yi bir başka emperyalist blokun (Rusya-Çin) şemsiyesi altına mı sokacağı, yoksa bir şekilde U dönüşü mü yapılacağı sorusunu bugünden yanıtlamak hiç de kolay değildir. Erdoğan’ın iktidara gelirken ABD himayesinde olduğu gerçekliğinden hareketle eninde sonunda ABD’ye boyun eğmesinin kaçınılmaz olduğunu düşünenler, bugünün dünya gerçekliğini de, Ortadoğu’da yürüyen savaşın gerçek niteliğini de, Kürt meselesinin geldiği noktayı da, kurulan faşist ittifakı da ıskalıyorlar demektir. Mevcut duruma bir bakalım. TÜSİAD’da cisimleşen geleneksel büyük burjuvazi AB ve ABD yanlısı bir tutum takınmışken, askeri bürokrasi içerisinde yapılan temizliklerden sonra başat aktör durumuna gelen Avrasyacı+Ergenekoncu kesim, değişen dünya koşullarını da hesaba katarak Rusya’ya yaklaşmaktan yanadır. Erdoğan hem kişisel hem de temsil ettiği İslamcı sermaye kesimlerinin çıkarları ve bekası açısından bu güçlerle ittifak kurarken, MHP de Kürt meselesi nedeniyle bu faşist ittifaka dâhil olmuştur. Tüm bu faşist kesimlerin, ağır bir ekonomik çöküşü, büyük toplumsal ve siyasal çalkantıları göze alıp, TC’yi ABD karşısındaki Rusya blokunun bir parçası yapacak adımları atıp atamayacaklarını hep birlikte göreceğiz. Bu kuşkusuz çok güçlü bir olasılık olarak görünmüyor ancak yine de “olmayacak iş” denilip üzerini bir kalemde çizmek ciddi yanlışlıklara yol açabilir.
Türkiye’yle ilişkisini onu ABD’den uzaklaştırma stratejik çizgisine oturtan Rusya, TC’nin ABD’yle hem S-400’ler hem de Rojava’da “tampon bölge” üzerinden pazarlık yapmasından rahatsızdır ve bunu baltalamaya çalışmaktadır. Rusya açısından Türkiye’ye S-400 satılması birkaç milyar dolarlık bir gelirin ötesinde, hem TC’yi ABD’den uzaklaştırmak, hem de kendi silahlarının daha üstün olduğunun kabul edilmesi anlamında büyük bir prestij kazanmak demek oluyor. Yürüyen büyük savaşın aynı zamanda büyük silah üreticileri için bir reklâm kampanyası olduğunu unutmayalım. Dahası, konunun gündeme gelmesi bile ABD hegemonyasının nasıl sarsıldığını göstermekte ve Rusya tarafından bu doğrultuda kullanılmaktadır. Son dönemde İdlib’de başlayan Esad saldırısına Rusya’nın olur vermesini bir de bu açıdan değerlendirmek gerekir.
TC İdlib’de de köşeye sıkıştırılmıştır
Son haftalarda İdlib’de Rusya’nın savaş uçaklarıyla havadan destek verdiği Esad güçleri ve İranlı milisler cihatçı çetelere karşı sınırlı bir saldırı başlatmış durumdalar. Amaçlarının başta Halep ve Şam’ı birbirine bağlayan otoyol olmak üzere bazı stratejik noktaları ele geçirmek ve bölgeden Esad’ın denetimindeki yerleşim yerlerine ve Rus deniz üssüne yapılan saldırıları engellemek olduğunu söylüyorlar. Yürütülen operasyonda yüzlerce insanın öldüğü ve on binlerce insanın tekrar göç yollarına düştüğü haberleri geliyor.
Türkiye açısından İdlib, ileride kurulacak bir masada yer alabilme hayallerini canlı tutabilmek açısından önem taşıyor. Zira oradaki askeri varlığı Rusya ve İran’la varılmış bir mutabakatın sonucu olduğundan bu iki ülke açısından belli bir meşruluk içeriyor. Oysa Afrin ve Cerablus bölgesinde açıkça işgalci konumdadır, buradaki varlığı üzerinden masada bir rol kapması pek mümkün görünmüyor. Diğer taraftan İdlib üzerinde ABD ile Rusya arasında da pazarlıklar yürüdüğünü biliyoruz. Bir anlaşmaya varılması, TC’nin İdlib’deki varlığının sona ermesi, dahası işgal ettiği Kürt topraklarından da çekilmeye zorlanması anlamına gelebilir.
Geçtiğimiz yılın Eylül ayında Soçi’deki toplantıda TC ile Rusya, İdlib üzerinde bir mutabakata varmışlar ve İdlib’in cihatçı çetelerden temizlenme ihalesini Türkiye üstlenmek zorunda kalmıştı. Türkiye’nin böyle bir adım atmayacağı aşikârdı ve süreç içerisinde yaşananlar bunu doğruladı. Bunu Rusya da biliyordu kuşkusuz. Ama TC’yi yanında tutabilmek için onun İdlib’de üzerine düşen sorumlulukları yerine getirmemesini çoğunlukla ya görmezden gelmiş ya da çeşitli diplomatik sitemlerle geçiştirmişti. Rusya’nın İran’la arasında son dönem yaşanan göreli soğuma ve Esad’ın İran’la daha da yakınlaşma çabalarının da Rusya’nın TC’ye gösterdiği tahammülün sınırlarını genişlettiğini ekleyelim. Bu süre boyunca, ABD ile TC arasında yürüyen pazarlıklar ne zaman belli bir olgunluğa ulaşsa (ya da öyle görünse), Rusya İdlib’de TC’nin üzerine düşenleri yapmadığını, cihatçı terörist grupların İdlib’deki varlığına “sonsuza dek tahammül edilemeyeceği”ni dile getirerek onu hizaya sokmaya çalışmıştı.
Ancak bölgede El-Kaide bağlantılı HTŞ’nin neredeyse tüm hâkimiyeti eline geçirmesi, oradan Rus üslerine saldırıların kesintisiz devam etmesi Rusya’nın sabrını zorladığı gibi, Esad’ın bir an önce bölgenin temizlenmesi baskısının da artmasını beraberinde getirmiştir. Ama bardağı taşıran en önemli gelişmenin, son dönemde ABD ile TC arasında hem Rojava üzerinden hem de S-400 sistemleri üzerinden yürüyen pazarlığın kızışması, faşist iktidarın “eğer ABD Rojava’da TC’ye taviz verirse kendisinin de S-400 alımından vazgeçebileceğine” dair mesajlar iletmesi olduğu görülüyor. Rusya, bu gelişmelerle bağlantılı olarak İdlib’e yönelik sınırlı bir temizlik için düğmeye basmıştır. Yürüyen operasyonun şimdilik tam kapsamlı bir kara harekâtı olmayışı, Rusya’nın Türkiye’yi sıkıştıran bu kozu bir çırpıda elinden çıkarmak istemediğini gösteriyor.
Son dönemde yaşanan saldırılarla TC ile Rusya arasındaki Soçi mutabakatının çöktüğü yönündeki yorumlar gerçekliği yansıtmıyor. Aslında durum Rusya’nın tam da bu mutabakatın temelini TC’ye hatırlatması ve onu hizaya çekmeye çalışması, “ABD’ye yanaşmaya kalkma” mesajı vermesi olarak değerlendirilebilir. Mevcut koşullarda kendisine mahkûm hale gelen bir Türkiye’yi tekrar ABD’nin kucağına itmeyecek, ama bu adımlarla ondan yeni tavizler koparmaya bakacaktır.
İran gerilimi de TC’ye baskıyı arttırmaktadır
Ortadoğu’da yürüyen savaşın Üçüncü Dünya Savaşının şimdiki odağı olduğunu ama halka halka genişleyeceğini, yeni cephelerin hazırlıklarının yürütüldüğünü söylüyoruz. Son dönemde yaşanan gelişmeler İran’a karşı bir cephe açma hazırlıklarının hızlandırıldığını gösteriyor.
ABD’nin İran’la 2015’te varılan mutabakattan çekilmesi ve ciddi ekonomik-askeri-siyasi yaptırımları tekrar devreye sokmasıyla başlayan süreç, İran ordusunun ve Devrim Muhafızları örgütünün resmen terörist ilan edilmesiyle devam etti. Son olarak da ek bir ABD askeri gücü (Lincoln uçak gemisi ve ona eşlik eden deniz filosu, nükleer bomba taşıyabilen 4 adet B-52 bombardıman uçağı, amfibi savaş gemileri ve füze savunma sistemleri) Basra Körfezine sevk edildi. ABD bu adımları İran’ın saldırı hazırlığında olduğu yalanlarıyla gerekçelendiriyor. İran bunu kesin bir dille yalanlarken, Suudi Arabistan, BAE ve İsrail, bir an önce İran’a saldırılması için çeşitli tezgâhlar peşinde koşuyorlar. Geçen hafta Suudilere ait petrol tankerlerine yapılan düzmece saldırıların bu çete tarafından tezgâhlandığı apaçıktır.
Bu gelişmeler, ABD ekseniyle Rusya-Çin-İran eksenini Suriye’nin yanı sıra şimdi de Basra Körfezinde karşı karşıya getiriyor. İran’la ekonomik ilişkiler yürüten TC de bu son gelişmelerle birlikte iyice sıkışmış durumdadır. İran’la kurduğu bu ilişkileri sürdürmesi, “terörizmle işbirliği” olarak adlandırılıp doğrudan yaptırımlarla karşı karşıya kalması anlamına gelebilir. Bu, iki sandalyeye birden oturarak manevralar yapan Erdoğan’ın seçeneklerinin hızla tükenmesi demektir.
Özetle, Erdoğan ve faşist rejim, her alanda artan bir sıkışmışlık ve açmazlarla karşı karşıyadır. Ancak unutmayalım ki, faşist rejim tam da düzen bu tür sıkışmışlıklar ve açmazlarla boğuşmaktan kurtulamadığı için inşa edilmiştir. Yani bunlar faşist rejimi kendiliğinden bir çöküşe sürüklememekte, tersine, onu gerçek yüzünü ve sivri dişlerini daha çıplak şekilde göstermeye sevk etmektedir.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Dış Basınç Artıyor, Hararet Yükseliyor, 17 Mayıs 2019, https://enternasyonalizm.org/node/266
Bir Büyük Hapishane İçinde!
23 Haziran’a Giderken