Çeşitli iç ve dış faktörlerin bileşik etkisiyle rejimin uzun süredir yaşadığı sıkışma 31 Mart seçimleriyle yeni bir boyut kazanmıştı. Ülke ekonomisinde ve kültüründe en büyük ağırlığı olan başlıca kentlerde belediye başkanlıklarının muhalefet tarafından kazanılması, 25 yıldır elde tutulan İstanbul ve Ankara gibi en büyük iki kentin de bu kaybedilen kentler arasında yer alması faşist iktidarın ringde bir sendeleme yaşamasına yol açtı. Bu sendeleme faşist iktidarın artık gücünü yitirdiği ya da sonunun geldiği anlamına gelmiyordu kuşkusuz. Fakat iktidarın toplumsal tabanında yaşanan ama varlığı inkâr edilen aşınmanın bir tescillenmesi olmuştu seçim sonuçları. Nitekim Erdoğan seçim gecesi faşist ittifakın bütününe atıf yaparak seçimin gerçekte kazananı olduklarını vurgulamasına rağmen, AKP camiasında yaygın duygu bir zafer ve sevinç duygusundan ziyade yenilgi ve düş kırıklığı duygusuydu.
AKP’nin en büyük kalesi olagelmiş İstanbul’un kaybı özellikle sarsıcı olmuştu. Ankara’nın kaybedileceği seçim öncesi süreçte belliydi denebilir. Anketler, gözlemler ve yorumlar buna açıkça işaret ediyordu, ama İstanbul için durum öyle görünmüyordu. Büyük olmayan bir farkla da olsa kalenin yerinde kalacağı bekleniyordu. Fakat sonuç AKP açısından hüsran oldu. Seçim gecesinden itibaren yaşanan kepazelikler, yenilginin beklenmediğini ve bundan kaynaklanan hazımsızlığı açıkça ortaya serdi. O çok büyük ideolojik-sembolik anlamlar yüklenen ve sahibi biziz denilen İstanbul kaybedilmişti. Günün sonunda, muhalefetin sıkı sandık örgütlenmesi nedeniyle başarılamayan şey, masada YSK eliyle kotarıldı, İstanbul seçimi iptal edildi. Seçimin hiçbir inandırıcı dayanak olmaksızın, tepeden dayatma yoluyla göz göre göre iptali, rejimin kitleler, sermayenin farklı fraksiyonları ve uluslararası güçler nezdinde gücünü arttırmadı. Aksine, bu hamle, yara almış saldırgan bir hayvanın hareketlerinin daha da şuursuzlaşması olarak algılandı. İktidar hemen her cephede ciddi bir inandırıcılık kaybı yaşadı, sıkışıklığı arttı.
ABD ve AB yaptıkları çeşitli açıklamalarda hem seçim sonrası iktidarın yaptıklarına hem de en sonunda gelinen seçim iptali kararına karşı olduklarını ikircime yer bırakmayacak şekilde ilan ettiler. İptal sonrası TÜSİAD da benzer çizgide olduğunu sesini yükselterek açıkladı. Böylece iktidar bu önemli odakların rızasından mahrum kalmış oldu. Ama elbette en önemlisi halkın çoğunluğunun bu iptal kararını benimsememesi, ikna edici bulmaması olmuştur. İşin aslı Erdoğan’ın da bu yola girmekte başta tereddüt ettiğine dair işaretler mevcuttur. Belediyeyi verip sonrasında yıpratma ve felç etme yolundan gitme seçeneğiyle, seçimi bir kez daha deneme arasındaki gelgit iptalde noktalanmıştır. Öne çıkan husus, belli ki, diğer tüm aleyhte unsurları göz ardı edip, ringe tekrar çıkarak maçı kazanan boksör olduğunu göstermek olmuştur. Bu yenilmezlik görüntüsünün, bağlı kitleler açısından kritik bir önem taşıdığı açıktır. Erdoğan mevcut konjonktürde kitle coşkusunu yeniden kazanmanın ve güven tazelemenin, riskli de olsa, en iyi yolunun bu olduğuna karar vermiştir.
Yeni durum
31 Mart seçim sonuçlarının siyaset sahnesinde yeni bir hareketlenmeyi, bir harmanlanmayı tetiklediği görülüyor. Birkaç düzeyde bunu görmek mümkündür. Birincisi, muhalif kitlelerde bir moral canlanma yaşanmaktadır. Her seçimde umutlanıp sonunda sandıktan yenik çıkmanın verdiği görece yılgınlık moral açıdan şimdilik aşılmış görünmektedir. Erdoğan’ın ne yapılırsa yapılsın yenilemeyeceğine dair katılaşan izlenim yıkılmış, muhalif kitlelerin motivasyonu yükselmiştir. Moral üstünlüğün muhalefete geçtiği, muhalif kitlelerin de daha canlı ve diğer taraf üzerinde daha fazla etki eden taraf olduğu açıkça görülüyor.
İkincisi, AKP’ye oy veren geniş kitlede bir erime yaşanmıştır. Faşist ittifak toplamda hâlâ yüksek bir oya sahipse de, bunun içindeki AKP oylarında ciddi kayıplar yaşanmıştır. AKP’nin din tacirliği ve ekonomik muhtaçlaştırma politikaları ekseninde kendisine bağlı kıldığı mütedeyyin kitlelerde CHP’yle korkutma stratejisi eskisi kadar iş görmemektedir. Propagandada CHP’nin adeta bir umacı gibi damgalanıp, bir dehşet nesnesi haline getirilmesi, tüm medya hâkimiyetine ve gayretkeşliğe rağmen yeterli sonucu vermemiştir. Elbette kutuplaştırma ve kimlikler temelinde ayrıştırma siyasetinin sonunun geldiğini söylemek için henüz erkendir. Ama derinleşen krizin emekçi kitlelerde yarattığı tepki kimlik duvarlarının aşılmasının maddi zeminini güçlendirmektedir. AKP seçmenlerinden çok büyük olmasa da bir kesimin İmamoğlu’na sempatiyle yaklaşır hale gelmesi dikkat çekicidir.
Üçüncüsü, yıllardır AKP’ye karşı direnmeye ve muhalif kitleleri seferber ederek AKP’yi iktidardan indirmeye çalışan burjuva muhalefet İmamoğlu’nun şahsında yeni bir lider adayı bulmuştur. İmamoğlu muhalif kitlelerde geniş bir sempati ve rüzgâr yaratmıştır.
Dördüncüsü, tüm bu zemin üzerinde, ama özellikle AKP’li kitlelerin hoşnutsuzluğunun artması ve kaymaların başlaması nedeniyle, AKP kadroları içinde kıpırdanışlar artmış, eski kadroların yeni partiler kurma ve örgütlenme çalışmaları hız kazanmıştır. Bu konuda medyada adeta her gün yeni bir haber yer almaktadır.
Beşincisi, gerçekte AKP ve Erdoğan’ın son dönemde girdiği yoldan fazla memnun olmayan, ama yeterli ortamın oluşmaması nedeniyle sesini pek çıkaramayan TÜSİAD, seçimin iptal edilmesine karşı açık bir itiraz yükseltmiştir. TÜSİAD Yüksek İstişare Konseyinin başındaki Özilhan yaptığı konuşmada 31 Martın bir dönüm noktası olduğunu vurgulamak istercesine “31 Mart’ı tarih yazacak” demiştir. TÜSİAD’ın (ya da onun içindeki baskın eğilimin) çıkışının yukarıda saydığımız tüm faktörlerin üzerinde şekillendiğini vurgulamak gerekir.
Tüm bu etmenler Erdoğan ve AKP aleyhine işleyen etmenlerdir. Sonuç olarak 31 Mart’ın kartların yeniden karılmasına zemin oluşturan bir durum yarattığına dair tespiti ete kemiğe büründüren unsurlar kabaca bunlardır.
Erdoğan’ın yolu
Seçim sonrası oluşan yeni durum karşısında Erdoğan’ın da eli boş durmamakta kendi hamlelerini yapmaktadır. Öncelikle seçimin iptali ve yenilenmesi bu kapışmada ana hamledir. Bu noktaya gelene kadar Erdoğan bazı tereddütler geçirse de sonuç budur. İlk aşamada sayısız itirazlar ve yeniden sayımlarla farkın azalarak kapanmasına bel bağlandıysa da buradan sonuç çıkmadı. Erdoğan İstanbul seçimi sonucunu kabul etmiş gibi konuşmalar yaparak muhalefet belediyelerine gün yüzü göstermeme yolunu tutacağı izlenimini verdi. Diğer taraftan ülkenin ve rejimin içinde bulunduğu çok yönlü kriz durumunun yükünü muhalefete de taşıtma niyetini ortaya koyan “Türkiye İttifakı” sözünü ortaya atarak tartışma başlattı ve zemin yokladı. Bununla eş zamanlı olarak, başta ekonomi sorunları üzerinden görüşmeler için damadı ABD’ye gönderdi, orada da zemin yokladı. Bu yoklamaların Erdoğan’ın arzu ve niyetleri doğrultusunda sonuçlanmayacağının netleşmesiyle dümen seçimin iptali ve yenilenmesi yönüne kırıldı.
Ancak seçim iptaliyle mesele hallolmamaktadır. Her ne kadar seçimi kendi lehine çevirmek için her türlü belaltı yolu kullanacağı kesinse de, istediği sonucu alacağının kesin olduğu söylenemez. Bir kere hem genelde ekonomik kriz nedeniyle yaşanan sıkışma hem de uluslararası siyaset alanında yaşanan sıkışma ortada durmaktadır. Dahası bu zemin üzerinde yukarıda saydığımız etmenler ortaya çıkmıştır. Nitekim Erdoğan bu etmenleri bertaraf etmek üzere bazı hamleler yapmaktadır.
Öncelikle AKP’li küskün kitlenin gönlünü alma çabası ön plana çıkarılmış, genelde propaganda dili ve temaları değiştirilmiştir. Seçim öncesinde yürütülen propagandanın ana ekseni hatırlanacağı gibi muhalefeti terörle ilişkilendirerek özellikle beka söylemi üzerinden seçmenin gözünü korkutmak idi. Daha önceki kimi seçimlerde etkili olmuş olan bu propaganda bu seçimde istenen ölçüde sonuç vermemiş, hatta yer yer ters tepmeye başlamıştı. İşlerin pek istenildiği gibi gitmediğini gören kimi AKP yetkilileri de bu terör ve beka söyleminin, muhalefete “zillet ittifakı” denmesi gibi kepazeliklerin ters teptiğini, sonunda kayba yol açtığını söylemeye başladılar. Elbette seçim sonuçları ortaya çıkana kadar bu tür “uyarılar” dikkate alınmadı. Ancak İstanbul seçiminin tekrarlanması gündeme geldiğinden bu yana beka-terör-zillet propagandasına pek başvurulmaması, o propagandanın ters teptiğinin adeta bir itirafı gibidir. Tekrarlanacak seçim için yapılan çalışmalarda MHP’nin ortalarda görünmemesi de aynı itirafın bir parçası olarak görülmeli. Üstelik bu son olgu Bahçeli’nin “mitili İstanbul’a sereceğiz” gibi afili laflar etmesine rağmen yaşanan gerçekliktir. Açık ki MHP’ye “sen İstanbul’da ortalarda fazla görünme” denmiştir.
Gelinen noktada AKP yeni seçim için yürütülen propagandanın önemli bir ayağını “nedamet görüntüsü vermek” olarak belirlemiştir. Sandığa gitmemiş, boş oy vermiş ya da başka partilere yönelmiş AKP seçmenine “hataların, yanlışların farkındayız; vakit küsme, ders verme vakti değil” denmekte, “seçimi kazanalım, sonrasında gerekirse tövbe istiğfar ederiz” vaadinde bulunulmaktadır. Bunun bir başka koldan yürütülen propagandadaki “çaldılar” iddiasının aksine, seçim kaybının AKP seçmeninin AKP’den yüz çevirmesi nedeniyle gerçekleştiğinin itirafı olduğunu gözden kaçırmamak gerekiyor. Aslında nedamet görüntüsünün sahteliğini bizzat Erdoğan’ın sözleri de ortaya koyuyor: “İnşallah pişmanlık duyanlar pişmanlıklarını affettirecekler.” Yani bir yandan küskünlere haklısınız denirken, diğer yandan bunlar “suç” işlemiş olup kendilerini affettirmesi gerekenler olarak nitelendirilmektedirler. Aynı Erdoğan’ın yine söz konusu küskünler için “karnını doyuruyorsunuz yine de oy vermiyor” dediğini de kayda geçirelim. HDP sözcüsünün dediği gibi, “Erdoğan kendisini Maho Ağa, halkı da kendisinin marabaları olduğunu zannediyor”.
İkinci olarak AKP içinden çıkması muhtemel yeni parti oluşumlarına karşı hamleler gelmiştir. Bu hamlelerden birisi söz konusu oluşumlara kan akışını önleyici arpalıkların devreye sokulmasıdır. Böylece saflardaki dağılma hissinin kuvvetlenmesine yol açabilecek sansasyonel çıkışların önü alınmaya çalışılmıştır. AKP’nin şimdi sesi fazla çıkmayan ve ortada gözükmeyen, ama yeni oluşumların yanında yer aldıklarını açıklamaları halinde etki yaratabilecek eski ağır toplarına paye, makam ve ulufe dağıtılmıştır. Bir başka göze batan hamle de bu oluşumlardan birinin başını çektiği anlaşılan Davutoğlu’nu dolaylı olarak hedef alan bir polisiye operasyonun Dışişleri Bakanlığına yönelik FETÖ operasyonu adı altında başlatılmasıdır. Bununla bir mesaj verildiğini görmek zor değildir.
Erdoğan’ın seçimle sınırlı olmayıp daha öte boyutları olan bir hamlesi ise 8 yıldır avukatlarıyla görüştürülmeyen Öcalan’ın görüş engeline son verilmesidir. Bu görüşmelerin başlaması hiç kuşkusuz içeride Kürt kitlelere şirin gözükme arzusuyla sınırlı olmayıp, Suriye’deki sıkışmanın aşılması ya da hafifletilmesi uğraşlarında rejimin elini rahatlatacak olası kazanımlarla da ilgilidir. Ancak Kürt sorunu bağlamındaki bu hamlenin Erdoğan’a istediği çabuk başarıyı getireceği şüphelidir. HDP cenahında İstanbul seçimleri konusunda bir tavır değişikliği sergilenmiş ya da ikircimli mesaj verilmiş değildir. Aksine İmamoğlu lehine bir çizgi izleneceğine dair vurgular daha net yapılmaktadır. Bunun son bir örneği olarak Pervin Buldan’ın İstanbul’da İmamoğlu lehine farkın 31 Marttakinden çok daha yukarıya, 200 binlere çıkarılacağını söylemesi açık bir mesajdır.
Bu hususlara ek olarak rejimin bir yönüyle seçim rüşveti anlamı taşıyan uygulama ve düzenlemeleri devreye sokmasından söz edilebilir. Belediye hizmetlerinde İmamoğlu etkisiyle yapılan ikiyüzlüce indirimler vb. doğrudan doğruya bu kapsamdadır. Öte yandan emekçi kitleleri hedef alan saldırı programlarının uygulamaya sokulması da doğal olarak ertelenmiştir. Bunun yanı sıra genel boyutu olan ama zamanlaması seçimlere uyarlanan kimi düzenlemeler var. Örneğin askerlik süresinin kısaltılmasını ve bedelli askerlik uygulamasının süreklileştirilmesini içeren düzenleme bu niteliktedir. Sözde bir “yargı reformu” paketinin açıklanması ve kısmi bir affın gündeme sokulmasını da bu kalemden saymak mümkündür.
Öte yandan İçişleri Bakanı Türkiye’ye dönük IŞİD tehdidinin son dönemde yükselmekte olduğunu açıklamakta, böylelikle 7 Haziran seçimleri öncesi ve özellikle sonrasındaki provokasyon günlerini ima etmekte; sözde TBMM’ye yönelik “terör” saldırıları açığa çıkarılmakta, bunun “CHP’yle bağlantılı” olduğu ima edilmekte; İmamoğlu hakkında FETÖ’cülük suçlamasına temel oluşturacak yalancı şahitler ve ifadeler üzerinden kumpaslar tezgâhlanmakta; Kılıçdaroğlu’nun ardından çeşitli muhalif gazetecilere de saldırılar düzenlenmekte ve bu saldırıların failleri istisnasız olarak serbest bırakılmakta; CHP’nin İstanbul seçimlerini kazanmasında örgütsel planda kilit bir rol oynadığı anlaşılan ve sol bir eğilimi temsil eden Canan Kaftancıoğlu hakkında uzun hapis cezaları içeren davalar açılmakta vb. Bu tür hadiselerin seçim gününe kadar ne ölçüde sürdürüleceği belli olmamakla birlikte, rejimin sözde yumuşama adımlarının sahteliğini, dolayısıyla gerçek karakterini ortaya koyduğu açıktır.
Çelişkiler bunlarla da sınırlı değildir. AKP’nin propaganda makinesi bir lağım çarkı gibi çalışmaktan geri durmamaktadır. Goebbels usulü kirli propaganda yöntemleriyle üretilen yalanlar absürt boyutlara ulaşmış, yalanın, iftiranın, karalamanın, tacizin, kumpasın, sinir bozmanın, yıpratma taktiklerinin dibine vurulmuş ve bunların birikimiyle inandırıcılık sorunu da ağırlaşmaya başlamıştır. Öyle ki bu propaganda makinesinin farklı kollarında yer alanlar arasında dahi gidişatın kendileri açısından pek hayırlı olmadığını söyleyenlerin sayısı artmaktadır. İktidar yanlısı medya tetikçiliğinin önde gelen süvarilerinden olan Cem Küçük bile şunları söylemek zorunda kalmıştır: “…bizim taraf medyasının Ekrem İmamoğlu’na saçma sapan gerekçelerle saldırması İmamoğlu’nun ekmeğine yağ sürdü ve hâlâ sürüyor. Eğer siz karşı çıktığınız insan ile ilgili bile eğriye eğri doğruya doğru sözler söylemezseniz hiçbir toplumsal etkiniz kalmaz. Bir yazar yanlış analizler yapıyorsa bile inandıklarını yazıyorsa o hemen okura geçer. Okur bunu anlar. Ama eğer bir yazar inanmadığı şeylerin propagandasını yapıyorsa bu da bir süre sonra belli olur ve o yazar hiç tesiri ve önemi olmayan biri olur. Maalesef bizim taraf medyasının etkisinin ve gücünün azalmasının başlıca sebebi budur.”
Ekonomide taklalar ve sermaye cephesinde bulutlu hava
Rejimin en büyük sıkıntılarından birisini oluşturan ekonomik kriz, seçim gailesinin 31 Martta bitmemiş olması nedeniyle daha sürüncemeli bir hâl almıştır. Bir seçim daha yapılacak olması, emekçi kitleleri doğrudan hedef alan saldırı programlarının hayata geçirilmesini ertelediği gibi yine ister istemez seçim rüşveti olarak kesenin bir kez daha açılması anlamına gelmektedir. Belediye hizmetlerindeki indirimler örneğinde olduğu gibi. Bir başka nokta ise rejimin emekçi kitlelerin öfkesinin kabarmaması için enflasyonu daha da yükseltecek bir döviz sıçramasını önlemek üzere taklalar atmasıdır. Bu elbette yalnızca seçimlere dönük bir girişim değildir. Bunun ötesinde, rejim, temelde ülkenin yüksek döviz borçluluğu nedeniyle TL’nin değer kaybını önlemek için elinden gelen her şeyi denemektedir. Aşırı değer kaybı krizi derinleştiren, boyutlandıran bir rol oynamaktadır. Şirketler batmakta, üretim ve ticaret daralmakta, işsizlik çığ gibi büyümekte, başkanlık sistemi halka pazarlanırken vaat edilen ama hiç gelmemiş olan “istikrar” daha da bozulmaktadır. Bu durum sadece emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğunu arttırmamakta, sermayenin önemli bir bölümünü de rahatsız etmektedir.
Bankalar üzerine bindirilen faizleri indirin ve kredileri genişletin baskısı olsun, Merkez Bankası kaynaklarının yedek akçeye kadar Hazine’ye kaydırılması girişimleri olsun, rezervlerin muhasebe oyunlarıyla olduğundan büyük gösterilmesi olsun, kamu bankalarına yurtdışında sıra dışı ve görev tanımları dışı işlemler yaptırılması olsun, sermaye hareketlerine bazı sınırlamalar getirilmeye başlanması olsun; benzeri birçok diğer uygulamalarla birlikte bunlar tümüyle uluslararası sermaye için şüphe uyandıran bir tablo ortaya çıkarmaktadır. Bu tür hareketler Türkiye’nin finansal güvenilirliğini ve kredi notlarını düşürmekte, dışarıdan gelecek yatırımları hızla azaltmakta, maliyetini yükseltmekte, şirketlerin borçlarının da yükünü arttırmaktadır. Bunların sermayenin hoşuna giden şeyler olmadığı açıktır. S-400 sorunu ve Rusya’yla yakınlaşma, Batı’dan ve NATO’dan uzaklaşma eğilimi gibi gelişmeler de, asıl bağlantıları Batı’da olan Türkiye kapitalizminin geleneksel büyük sermaye kesimlerinin çoğunluğu için aynı sonuçları besleyen politik yönelişlerdir.
Başka ifadeyle, Erdoğan ve şürekâsı, yaptıklarıyla küresel kapitalizmin ana odaklarıyla giderek daha fazla ters düşmekte, piyasa ekonomisinin artık yerleşik hale gelmiş neoliberal uygulamalarının giderek daha fazla dışına çıkmakta, bu yaptıklarıyla ekonomik krizi daha tahripkâr hale getirmekte ve özel olarak da kendine bağlı sermaye fraksiyonlarını aşırı ölçüde kural dışı yöntemlerle büyütmeye ya da ayakta tutmaya çalışmaktadır. Bu yönüyle Erdoğan ve AKP’nin, sermayenin özel fraksiyonlarının çıkarlarının ötesinde genel sermaye çıkarlarını temsil özelliği yıpranmaya başlamaktadır. Böylesi durumlarda fraksiyon çıkarlarının savunusu genel sermaye çıkarlarının savunusunun aşırı ölçüde önüne geçmektedir. Normal şartlarda burjuva iktidarlar bu ikili görevi belli bir denge içinde yürütürler ve bu iki düzey arasındaki kaçınılmaz gerilim belli bir bantta tutulur. Ancak Erdoğan ve AKP örneğinde bu denge son yıllarda fraksiyonel çıkarlar lehine fazla bozulmuştur. İşte bu durum TÜSİAD’ın tepkisinin temelini oluşturmaktadır.
TÜSİAD için asıl önemli olan faşizm, olağanüstü rejim, otoriter rejim ya da demokratik seçimler, demokrasi ilkesi vs. değil, Türkiye kapitalizminin nasıl yönetildiği, sermaye içi dengelerin kapitalizmin genel işleyiş kurallarına uygun şekilde tesis edilmesi, sermaye için rekabetin “kurallara” uygun şekilde yürütülmesidir. Az çok “kurallı” bir işleyiş daima büyüklerin işine gelir, küçüklerin, sonradan gelenlerin aleyhinedir. TÜSİAD “demokrasi” dediğinde kast ettiği asıl olarak sermaye içi demokrasidir.
31 Mart seçimleri sonrasında oluşan yeni durumun ne yöne evrileceğini hiç kuşkusuz önümüzdeki günlerde göreceğiz. Kitlelerde hoşnutsuzluğun artması, gündemdeki saldırılarla bunun daha da artacak olması, büyük uluslararası güçler arasında oynadığı denge oyununda iktidarın manevra sahasının çok daralmış olması, ekonomide uluslararası sermayenin istek ve arzularına ters düşen “kuraldışı” hareketlerin baş göstermesi, büyük sermaye çevrelerinde rahatsızlıkların artması, iktidar partisinin içinde hareketlenmelerin başlaması, muhalif kitle dinamiğinin güçlenmesi, önemli belediyelerin kaybedilmesi gibi gelişmelerin yanı sıra, Öcalan’la görüşmelerin başlaması, Öcalan’ın ilk mesajları arasında Rojava’daki Kürt hareketi güçlerine “Türkiye’nin hassasiyetlerini gözetin” tarzında telkinlerde bulunması gibi gelişmelerin yeni bir duruma işaret ettiği açıktır. Belli olmayan bunun ne yöne evrileceğidir.
Faşist rejim altında tüm muhalefet ezilip yok edilememiş, biçimsel olsa bile seçim gibi mekanizmalar ortadan kaldırılamamıştır. Tam da bu nedenle bir yerel seçim rejimi sıkıntıya düşüren sonuçlar yaratabilmiştir. Son derece eşitsiz, adaletsiz, baskıcı koşullarda gerçekleştirilmesine rağmen seçimler bir tiyatro müsameresi olmamış, öyle olmadığı için de sonunda sonuçları tanınmayarak iptal edilmek durumunda kalınmıştır. Bu durum rejimin bir çelişkisidir. Seçimin iptali bir skandal olmakla birlikte rejimin faşist niteliğini ortaya koyarken, o seçim sonuçlarının ortaya çıkmış olması bu rejimin özgün ve zayıf yanlarından birine işaret etmektedir.
Faşist iktidarın 23 Haziran’da 31 Mart’ın tekrarlanmasına izin vermemek için elinden geleni yapacağı kuşkusuzdur. Ancak yapılanlar kitlelerin çoğunluğunda İmamoğlu’na haksızlık yapıldığı duygusunu güçlendirmiştir. İmamoğlu’nun önünün kesilememesi durumunda Erdoğan’ın yenilgisi duble yenilgi olarak algılanacaktır ve bunun etkisi de daha güçlü olacaktır. Bu tabloda en büyük eksiklik örgütlü bir işçi hareketinin olmamasıdır. O nedenle işçi sınıfının örgütlenmesinin en hayati görev olduğunu asla akıldan çıkarmamak gerekiyor. Güzel günler örgütlü mücadeleyle gelebilir!
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, 23 Haziran’a Giderken, 2 Haziran 2019, https://enternasyonalizm.org/node/267
Dış Basınç Artıyor, Hararet Yükseliyor
Akıntıya karşı kürek ve ‘akıntı’…