Adnan Yücel 12 Eylül karanlığının toplumun üzerine çöktüğü dönemlerde yazdığı bir şiirinde faşist egemenler için şöyle diyordu: “Bin kez korkuya boğdular zamanı, bin kez ölümlediler…” O gün zamanı korkuya boğanlar, ölümleyenler, çizmeye çalıştıkları sonsuz kudret görüntüsüne rağmen aslında korku içinde olduklarını, “kelle koltukta darbe yaptıklarını” itiraf etmişlerdir çok sonraları. Bugün de değişen bir şey yok. İktidardaki faşist ittifakın merkezinde bulunan Erdoğan, toplumu baskı ve şiddetle korkuya boğmaya, tahakküm altında tutmaya çalışıyor. Çünkü tüm diktatörler gibi çok korkuyor!
Erdoğan kitlelerin gözünde bir kudret ve cesaret resmi çizmeye, tüm dünyaya kafa tuttuğu yanılsaması yaratmaya çalışıyor. Kendini iç ve dış düşmanlar karşısında milletin tek koruyucusu ve kurtarıcısı olarak pazarlıyor. Azgın fırtınalarda millete kılavuzluk ettiği, cesaret verdiği yanılsamasını yayıyor. Bu uğurda milletin babası, reisi kılığına girerek etrafına bir kutsallık halesi ördürüyor. Her fırsatta karşıtlarına yönelik hamaset, tehdit, kin ve nefret dolu konuşmalar yapıyor. Bu konuşmalarını “kefenimizi giyip yola çıktık”, “öleceksek adam gibi ölelim”, “biz Allahtan başka kimseden korkmayız”, “inlerine gireceğiz”, “önümüze gelirse idamı onaylarız”, “bunlar iyi günlerdir, daha beter günler gelecektir”, “hadlerini bildireceğiz” gibi cümlelerle bezeyerek korku salmaya çalışıyor. Ancak özenle sahnelediği bu korkusuzluk, yıkılmazlık ve mutlak iktidar gösterisine rağmen kendini ele vermekten, duyduğu korkunun büyüklüğünü açığa vurmaktan kaçınamıyor.
Bugün Erdoğan’a attığı her adımda zırhlı araçlar, yollarda onlarca araçlık konvoylar, havada helikopterler, omuzlarda hava savunma füzeleri, çatılarda, cami minarelerinde keskin nişancılar, yakın korumada bir ordu, etrafta Polis ve Jandarma Özel Harekât ekipleri eşlik ediyor. Saray, uçaksavar silah sistemlerini de içeren son teknoloji ile korunuyor. Erdoğan’ın yurtdışı gezilerine forslu ve zırhlı çift araç götürülüyor, ziyaret edilen ülkelerin rutin koruma tedbirlerinin dışında ekstra tedbirler alması sağlanıyor. Ancak tüm bunlar korkuyu bertaraf etmeye yetmiyor. Öyle ki Erdoğan, 10 Nisanda polis teşkilatının 174’üncü kuruluş yıldönümü nedeniyle Gölbaşı’nda Özel Harekât Başkanlığının yeni hizmet binasının açılışına katılmış, önlemler programa katılan özel harekâtçıların şarjörlerinin ve yedek şarjörlerinin alınmasına kadar vardırılmıştı!
Haberler görüntüleriyle birlikte basına yansıdığında Emniyet Müdürlüğü bunun rutin bir uygulama olduğunu söylese de gerçek bu değildi. Hiç kuşku yok ki muazzam kudret ve cesaret görüntüsünün ardında Erdoğan, başında bulunduğu devletin özel harekât polisinden bile korkar haldedir. Operasyon üstüne operasyonla “FETÖ’cü”lerden, muhaliflerden temizlediği, partisi ve cemaatler eliyle kendi yandaşlarıyla doldurduğu bir kurumda bile iç rahatlığıyla konuşamamaktadır. Hangi yollardan geçerek bugüne geldiğini, neyi temsil ettiğini bildiği için, pek özenle incelediği Hitler Almanya’sı örneğinde olduğu gibi, bir suikast girişiminden ciddi biçimde korkmaktadır. Dahası muhalefetin güçlenmesinden, kendi tabanında tepki gelişmesinden, dünyanın çeşitli ülkelerinde patlak veren kitle hareketlerinin Türkiye’ye de sıçramasından, kısacası iktidarını kaybetmekten ve yaptıklarının hesabını vermek zorunda kalmaktan derin bir korku duymaktadır.
Gelinen noktada Erdoğan, Türkiye’de faşist ittifakın merkezi ve sembolüdür. Erdoğan, Türkiye’nin siyasal ve tarihsel özgünlüklerinin, uluslararası dengelerdeki değişimlerin ve bunların belirlediği burjuva sınıf içi çatışmaların, düşmanlıkların, ittifakların zemini üzerinde ustaca sörf yaparak bu konuma gelmiştir. Erdoğan iktidarını sürdürmek ve korumak için her zaman son derece pragmatist davranmış, hiçbir ilke ve teamül tanımadan hareket etmiştir. Bu durum nice ittifakların kurulup dağılmasında, düşmanlıkların bir alevlenip bir soğumasında etkili olmuştur. Yakın çevresiyle birlikte Erdoğan, ağırlık merkezi sürekli değişen kaygan iktidar zemininde tutunmaya çalıştıkça yerleşik devlet işleyişinin kimi istikrar sağlayıcı mekanizmalarını işlevsizleştirmiştir. Burjuva parlamenter rejimin, devlet kurumlarının çivisini çıkarmış, denetim mekanizmalarını ortadan kaldırmış, tüm iktidar iplerini elinde toplamıştır. Tüm bunların düşman yarattığı sır değildir. O nedenle Erdoğan bugün ittifak halinde olduğu güçlere, partisine hatta en yakın çalışma ekibine bile güvenememektedir.
Büyük günahlar, büyük korkular…
Erdoğan ve AKP, Batı’nın, değişim ihtiyacı içindeki Türkiye burjuvazisinin, burjuva liberal aydınların ve geleneksel burjuva partilerden sıdkı sıyrılan kitlelerin desteğini alarak iktidara geldi. Arkasına aldığı bu rüzgâr sayesinde kısa zamanda engelleri aşıp güçlendi. Gülen Cemaatiyle işbirliği içinde askeri vesayet rejimine karşı saldırıya geçti. Ergenekon ve benzeri davalarla askeri ve sivil bürokrasiden nice devletlûyu, nice muhalifi hapislere tıktı. Bu süreçte, uluslararası siyasi ve ekonomik konjonktürün de katkısıyla iyice güçlenen Erdoğan, “dünya lideri” pozlarında caka satmaktan geri durmadı.
Ne var ki 2011’de Kuzey Afrika ve Arap coğrafyasında gerçekleşen halk isyanları tüm dengeleri değiştirdi. Suriye’de başlayan olaylar kısa süre içinde iç savaşa dönüştü. Bu faktörler Türkiye’nin dış politikasında köklü değişikliklere yol açtı ve Erdoğan’ın kaderini derinden etkiledi. Hem dış politikada değişen yönelimlerin hem de iktidarın paylaşılmasında çıkan sorunların yarattığı gerilimler sonucunda birkaç yıl içinde Erdoğan’ın Gülen Cemaati ile kurduğu ittifak yıkıldı. Eski dostlar kanlı bıçaklı düşmanlar oldu. Eski düşmanlarla barış çubukları tüttürüldü.
Bu süreçte bir Bonapart olarak iktidarın tepesinde duran Erdoğan’ın söylemleri sertleşti, baskıları, iftiraları arttı, yakın çevresinde iyice palazlanan sermaye gruplarının yağma ve talanı arsızca büyüdü. Kayrılan yandaşların, her alanda daha görünür olmaya başlayan, güç ve zenginlikle başı dönmüş yeni yetme burjuvaların, yolsuzlukların, keyfiliğin yarattığı tepki yükseldi. Erdoğan giderek daha başına buyruk bir lider haline geldi. Bu durum, geleneksel büyük burjuvazinin ve ABD’nin Erdoğan’dan kurtulma ya da en azından ayar çekme arzusunu belirginleştirdi. Muhalif kitlelerin Erdoğan’a yönelik öfkesini daha da büyüttü. 2013’te tam da bu nedenlerle patlak veren ve haftalar süren Gezi isyanı Erdoğan açısından ikinci bir dönüm noktası oldu.
Bu döneme kadar iktidar mücadelesinde zorlu sınavlar atlatan, yakın çevresi ve destekçileri tarafından tek adam katına yükseltilen, kendine güveni zirveye ulaşan Erdoğan için giderek işler değişiyordu. Gezi’yle birlikte ilk kez iktidarına karşı ayağa kalkmış kitlelerle, kitlelerin patlamalı öfkesiyle karşılaşıyordu. Bu isyan muhafazakâr, mukadderatçı, mukaddesatçı, devletçi bünyesinde kin, nefret ve intikam isteğini harlıyordu. Erdoğan eylemlerin arkasında geleneksel sermaye kesimlerinin ve Batı’nın niyetlerini görüyor, ilk kez bu denli somut biçimde iktidarını kaybetme korkusu yaşıyordu. Bu nedenledir ki başta Taksim Meydanı olmak üzere Türkiye’nin dört bir yanında gerçekleşen eylemlerde azgın polis şiddeti devreye sokuldu, nice genç katledildi, sakatlandı. Medya üzerinden görülmemiş ölçüde büyük yalan ve iftira kampanyaları devreye sokuldu. Uyarıda, eleştiride bulunan yol arkadaşlarına kulak tıkandı, araya mesafe konuldu.
Artık façası çizilmiş, algıları iyice çarpılmış, rasyonelliğini yitirmiş bir Erdoğan vardı. Bu Erdoğan havadan nem kapan, her türlü eleştiriyi ve muhalif sesi iktidarına yönelik bir tehdit olarak değerlendiren, kinle karşılayan bir Erdoğan’dı. Daha da otoriterleşen, toplumsal gerilimi körükleyen, en küçük bir muhalefet odağını bile şiddetle ezen, her şeyi kontrolü altında tutmak isteyen, baskının dozunu iyice arttıran bir Erdoğan… Ve artık eskisinden çok daha fazla konuşuyor, çok daha fazla bağırıyordu. Nâzım’ın Mussolini için yazdığı dizelerde anlattığı gibi, kendi sesiyle uyanarak, korkuyla tutuşup korkuyla yanarak, durup dinlenmeden konuşuyordu. Çok korktuğu için çok konuşuyordu! Fakat tablonun lehine dönmesini sağlayamıyordu.
O süreçte Suriye’de güç ve statü kazanmaya başlayan Kürtler, Erdoğan’ı iyiden iyiye endişelendiriyor, silahlı İslamcı çetelerin bu endişeyi gidereceği umuluyordu. 2015 başında Kürtler Türkiye’nin hemen dibinde bulunan ve “bugün yarın düşeceği” söylenen Kobani’de IŞİD’i püskürttü. ABD’nin Kürtlere desteği arttı. Bu gelişmeler üzerine “çözüm süreci” sona erdirildi. Yeniden inkâr ve imha politikalarına dönüldü. Suriye’deki Kürtleri ezemeyenler Türkiye’deki Kürtleri ezmeye girişti. AKP-Erdoğan iktidarı bu politika değişikliğiyle, çözüm vaat ettiği, umut verdiği sorun alanlarının hiçbirinde anlamlı bir ilerleme sağlayamadığını ortaya koymuş oldu. Bu tarihten itibaren iktidarın hiçbir olumlu, umut verici vaadi olmadı. Propagandasını giderek daha belirgin biçimde savaşı kızıştırmak, “terörü” ezmek, dış mihraklara boyun eğdirmek, idamı geri getirmek gibi negatif ve korkuya dayalı söylemler üzerine oturttu.
Başkanlık sistemini getirmek için 400 vekil isteyerek girdiği 7 Haziran 2015 seçimlerinde umduğunu bulamayan Erdoğan seçimin sonuçlarını tanımadı. Sivil hükümet darbesi ile koalisyon kurulmasını engelledi. Ülkeyi politik bir krize sürükleyerek yeni bir seçimin zeminini hazırladı, sivil faşizmi tırmandırmaya girişti. İki seçim arasındaki 5 aylık zaman dilimi içinde Suruç ve Ankara Tren Garı katliamları yaşandı. Bu kanlı katliamlar üzerinden toplumun kutuplaştırılmasına, düşmanlaştırılmasına hız verildi. “Hendekler” gerekçesiyle Kürtlere dönük savaş körüklendi, sivil halk katledildi. “Bölünme”, terör korkusu, milliyetçilik ve halklar arasında düşmanlık azdırıldı. Sonuçta Erdoğan bu ortamda girdiği 1 Kasım seçimlerinde partisinin yeniden tek başına iktidar olmasını sağladı. Ancak bu durum istikrarı sağlamak, iktidarın elini rahatlatmak bir yana sorunları daha da boyutlandırdı.
Bu süreçte Türkiye izlenen dış politika nedeniyle Ortadoğu’da ve dünyada yalnızlaştı. Türkiye’nin Ortadoğu’da giderek artan biçimde ABD’nin planlarıyla ters düşmesi, Suriye’de İslamcı katliam çetelerine destek vermesi, her ne pahasına olursa olsun Kürtlerin siyasi kazanım, statü elde etmesini engellemeye çalışması, Suriye’ye askeri müdahalede bulunması, Rusya’yla inişli çıkışlı, istikrarsız bir ilişki tutturması cendereyi daha da sıkıştırdı. Erdoğan iktidarının prestiji tamamen kaybolurken, korkusu katlandı. Gerilim yükseldi.
Artan gerilimin farkında olan ve buna hazırlık yapan Erdoğan iktidarı, 2016’daki 15 Temmuz karşı-darbesinin ardından OHAL ilan etti, ülkeyi KHK’larla yönetmeye başladı. Dün kökünü kazımaya çalıştığı Ergenekon’la bu sefer el ele verip Gülencilere karşı amansız bir savaş yürüttü. Cemaate bağlı sermaye gruplarının tüm varlıklarına el koydu. FETÖ ile mücadele adı altında binlerce kişiyi hapse tıktı, ordu ve emniyet birimlerinde temizlik operasyonları gerçekleştirdi. Kamu kurumlarında, üniversitelerde, medyada, yüz binlerce muhalifi işten attı. HDP’nin eş genel başkanlarını, milletvekillerini, yöneticilerini, gazetecileri, sosyalist aydınları hapislere attı. Nice televizyonu, gazeteyi, dergiyi, internet sitesini kapattı. Ergenekon’un ve “Yenikapı ruhu” ekseninde ittifak kurduğu MHP’nin temsil ettiği güçlerin desteğiyle faşist bir rejim inşa etti. 2017’de partili cumhurbaşkanlığı sistemine geçişle birlikte faşizmi kurumsallaştırdı, rejimi tahkim etme çabasına hız verdi. Ancak sorunlar çözülmek yerine derinleşti, sıkışmışlık arttı, uluslararası alanda Erdoğan’a yönelik antipati yükseldi.
Siyasi tabloda durum buyken ekonomik kriz de hızla derinleşiyor, astronomik boyutlara ulaşan dış borçların vadesi doluyordu. Ekonomideki kötü gidişatın, krizin etkilerinin gündelik hayata yansımaya başlamasının yarattığı endişe, faşist iktidarı genel seçimleri yaklaşık bir buçuk sene öne çekmeye itti. 24 Haziran 2018’de cumhurbaşkanlığı ve milletvekili seçimleri yapıldı. Erdoğan iktidarı, muhalefete dönük baskıları muazzam boyutlara taşıyarak, medya üzerinde mutlak kontrol sağlayarak, diplomatik krizler yaratarak, Suriye’ye asker göndererek, milliyetçiliği körükleyerek, kitleleri manipüle ederek, toplumdaki yapay ayrışmaları derinleştirerek, hile yaparak istediğini aldı. Fakat rahat bir nefes alamadı.
Tam tersine, ekonomik krizin iktidarın elinde patlamaya hazır saatli bomba misali sinyaller vermesi paniği arttırdı. Damadın ekonomi yönetiminin başına geçirilmesi, kriz karşısında Erdoğan’a yakın çevrelerin korumaya alınması, tüm kaynakların onlara aktarılması, yabancı yatırımcıların beklentilerinin karşılanmaması, dış borçları ödemek üzere kaynak yaratılamaması, döviz rezervlerinin tükenmesi gibi faktörler tam bir kısır döngü yarattı. Zaten kırılgan olan ekonomiyi iyice yokuş aşağı sürükleyen bir işlev gördü. 31 Mart 2019’daki “yerel seçimler” yaklaşırken ekonomik krizin etkilerinin daha az hissedilmesi için her türlü yol ve yöntem denendi. Tanzim satışlardan rakamlarla oynayarak Merkez Bankasının döviz rezervini olduğundan çok göstermeye, konkordato düzenlemesinden kamu kaynaklarıyla piyasalara ucuz kredi pompalamaya kadar her türlü yola başvuruldu. Krizin tüm sonuçlarıyla realize olmasını engellemek için başvurulan her çare kısa zamanda başa örülen çorap haline geldi.
Erdoğan 31 Marta, beka sorununu propagandasının merkezine yerleştirerek, bir türlü gizlenemeyen ekonomik krizi lügatinden silerek, kutuplaştırma politikalarına hırsla sarılarak, muhalefet partilerine oy verenleri, pazar-hal esnafını, beli bükülen üreticiyi terörist ilan ederek hazırlandı. Ancak sonuçlar pek de ümit ettiği gibi olmadı, içinden çıkılamayan sorunları ağırlaştıran bir tablo yarattı. Sonuçlara verdiği tepki, Erdoğan’ın günahlarının bedelini ödemekten, iktidarını kaybetmekten nasıl da korktuğunu bir kez daha alenen sergiledi. Erdoğan ve Erdoğan ailesiyle iç içe geçmiş sermaye çevreleri, medya kuruluşları, tarikatlar, vakıflar özellikle İstanbul’un kaybedilmesinden derin rahatsızlık duydular. Sarsılmaz iktidar görüntüsünün yara aldığını, arpalık ve ayrıcalıklarının tehlikede olduğunu görerek şiddetli bir korku ve tahammülsüzlüğe kapıldılar. Beğenmedikleri tabloyu değiştirmek için amiyane tabirle, çirkefliğin dibine vurdular.
Öte yandan bu sonuçlara en şiddetli tepkiyi veren ittifak ortağı MHP, seçim sonuçlarını iktidar kefesinde ağırlığını arttırmak, Erdoğan’ı sıkıştırmak için kullanmaktan geri durmadı. Dışarıda borç bulabilmek için kapıları aşındıran Erdoğan’ın, sopayı havuç gibi gösterme, “normalleşme” yanılsamaları yaratma, muhalefeti yaklaşan felâketin faturasına ortak etmek için “Türkiye ittifakı” söylemine başvurma hamleleri pek de işe yaramayınca tekrar kendi kutuplaştırma siyasetine geri döndü.
Korkunun ecele faydası yok!
Sonuç olarak bugün karşımızda tüm diretmelerine rağmen ABD’ye isteklerini kabul ettirememiş, Suriye’de istediğini alamamış, Fırat’ın doğusunda Kürtlerin güç ve itibar kazanmasını engelleyememiş, Kürt fobisini aşamamış, tarihsel sorunlarını çözememiş bir Türkiye var. ABD’ye karşı sırtını dayamaya çalıştığı Rusya’yı hamisi olmaya ikna edememiş, ona iyice gebe kalmış, uluslararası alanda yalnızlaşmış, gerilim noktaları artmış bir Türkiye var. Kızışan hegemonya kavgasında tarafını netlikle belirleyememiş, ekonomisi çöküşte olan, krizini aşmak için Batı’nın kredilerine ihtiyaç duyan ama bu kredileri alabilmek için esnemeye ve vermek zorunda olduğu tavizleri vermeye yanaşmayan bir Türkiye var. Bugün karşımızda ortakları bu sorunlar yumağından hangi yolla çıkılacağı üzerine uzlaşamayan bir iktidar var. Karşımızda eski düşmanlardan müteşekkil, çimentosu Kürt düşmanlığı olan bir iktidar var. İşte Erdoğan böyle bir Türkiye’nin başında ve böyle bir ittifakın merkezindedir. Fakat sertlik ve uzlaşmazlık politikalarını ne kadar yükseltse de, iktidarını sıkıştıran faktörleri ortadan kaldıramamaktadır ve korkusunun, esip gürlemelerinin artmasının nedeni de budur.
Üstelik bu sıkışmışlık içinde Erdoğan, tıpkı kendisi gibi yıllarca iktidarın tüm nimetlerinden yararlanmış, çalmış, çırpmış, yolsuzluklara bulanmış, baskı ve şiddetle ayakta kalmış, kıyımlara girişmiş, yoksul emekçi halka kan kusturmuş diktatörlerin devrilmesine şahitlik etmektedir. Cezayir’de, Sudan’da ayağa kalkan kitlelerin devirdiği diktatörlerde kendi sonunu görmektedir. Fransa’da Sarı Yeleklilerin Macron’un baskı ve saldırı politikaları, kötüleşen yaşam koşulları nedeniyle ayağa kalkması karşısında endişelenmekte, verdiği tepkilerle, eylemlerin Macron’dan çok kendisinin kâbusu olduğunu düşünmektedir. Özgürlük ve demokrasi isteyen, diktatörler deviren, “devrim” diye haykıran kitlelerin yarattığı fırtınanın Türkiye’ye ulaşması ihtimalinden korkmaktadır.
Havuz medyasının refleksleri bu korkunun ulaştığı boyutlara ilişkin bir dolu zihin açıcı ipucu vermektedir. Seçimlerden kısa süre sonra Artı Gerçek sitesinde bir röportaj yayınlandı. Doğan Medya’nın Demirören Medya’ya devredilmesinin ardından bir çalışan, yaşananları şöyle anlatıyordu: “Fransa’daki sarı yelekliler olaylarında çok dikkat etmemiz istendi. ‘Fransa’da ortalık karıştı’ başlığını girmemizi bile istemediler. ‘Neden?’ diye sorduğumuzda ise ‘Zaten millet diken üstünde, örnek almasınlar. Başımız yanar’ cevabını aldık. Sonra daha da ileri gitti. ‘Festival fotoğrafı dahi olsa kalabalık insan gruplarının olduğu fotoğrafları haberlerinize koymayın’ uyarısını aldık. Yine bunun da insanların üstünde eylem algısı yaratacağını düşünüyorlar. Onun dışında zam haberlerini girmemiz yasak. Mesela dolar kurunun artmaya başladığı zaman böyle bir para birimi yok gibi davranmamızı istediler. … Az da olsa muhalefete hatta eleştiriye kapı açacak haberlere, köşe yazılarına bile yer yok.”
Tek başına bu örnek bile korkunun büyümesiyle doğru orantılı olarak gerçek durumu gizlemek için harcanan çaba ve enerjinin, manipülasyonların, yalanların büyüklüğünü göstermeye yetiyor. Yine de akla doluşan örneklerden bazılarını saymadan geçmeyelim: Güldür Güldür Show’un medya skecine verilen “algı operasyonu” tepkisi, Milli Gazete’nin “Tane tane anlatıyoruz” manşeti üzerine A Haber’in soluğu aynı manavda alıp patates-biber hesabını yüzüne gözüne bulaştırması, seçim gecesi İmamoğlu’nun açıklamalarına yer verilmemesi, Anadolu Ajansı’nın 13 saat boyunca veri girişini durdurması, ODTÜ şenliklerinin türlü bahanelerle iptal edilmek istenmesi, Kılıçdaroğlu’na linç girişiminde bulunanlar serbest bırakılıp kahraman ilan edilirken bir tweet atanlara Erdoğan’a hakaret davası açılması, hapis cezaları verilmesi, binlerce tutuklu ve hükümlü açlık grevindeyken medyada hapishanelere ilişkin haberlerin yeni cezaevi inşaatları ile sınırlı olması, Bahçeli’nin 1 Mayıs’tan hemen önce “bugünü hain gayeleri için bir fırsat olarak görenlere, işçilerin tertemiz duygularını sömürmek için provokasyon kuyruğuna giren namertlere göz açtırılmaması” dileğinde bulunması, ekonomi çöküşe doğru giderken Erdoğan’ın 2023 masalları anlatması… İşte kendi korkularını, toplumu zehirleyerek, korkutarak, sindirerek örtmeye çalışanların hali pür melali budur!
Yukarıda sözünü ettiğimiz şiirinde Adnan Yücel zamanı korkuya boğanlara karşı mücadele edenlerin son bulmadığını, her şeye rağmen meyvede, çiçekte, doğumda ve sevinçte olduğunu anlatır. “Bitmedi daha, sürüyor o kavga ve sürecek/ Yeryüzü aşkın yüzü oluncaya dek” diye haykırır. En karanlık zamanlarda yazılan ve korkuya, yılgınlığa, ümitsizliğe meydan okuyan bu dizelerde anlatılan, berrak gerçeğin ta kendisidir. Gerisi lafügüzaftır…
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Zamanı Korkuya Boğanların Korkusu, 4 Mayıs 2019, https://enternasyonalizm.org/node/264
Rejimin Linç Saldırısı ve Yeni Tuzakları
Bir Büyük Hapishane İçinde!