31 Mart seçimleri sonrasında faşist rejimin İstanbul büyükşehir belediyesini CHP’ye bırakmamak üzere devreye soktuğu plan etrafında gelişen olaylar dizisine, 21 Nisanda Ankara Çubuk’ta Kılıçdaroğlu’nun linç edilmek istenmesi de eklenmiştir. Saldırı, başta Savunma Bakanı, Eğitim Bakanı ve Jandarma Genel Komutanı olmak üzere “devlet erkânı”nın ve onların korumalarının bulunduğu bir ortamda yapılmıştır. Yandaş medya olayı canlı aktarırken polis ve jandarmanın Kılıçdaroğlu’nu nasıl da cansiperane korumaya çalıştığına vurgu yapsa da görüntüler hiç de öyle değildi. CHP yetkilileri de sonrasında yaptıkları açıklamalarda, “güvenlik güçlerinin genelde seyirci kaldıkları”nı söylediler. Saldırının planlı olduğu gün gibi ortada olduğundan, mızrak çuvala sığmayınca, açıklama yapan iktidar yetkililerinin çoğu bu işin arkasının araştırılacağını söylemek zorunda kalmışlar, savcılık da “organize bir eylem ve provokasyon” şüphesiyle bir soruşturma başlattığını açıklamıştır.
Diğer taraftan, İçişleri Bakanı farklı bir telden çalarak, daha olayın üzerinden bir gün bile geçmemişken, “protestonun organize bir iş ve provokasyon olmadığını” açıklamıştır. Bahçeli’nin açıklamalarında ve faşist medyanın en düzeysiz kesimlerinin yayınlarında da, yaşananlar sıradan vatandaşların öfke patlaması olarak adlandırılmakta, olay, “organize edilmemiş bir protesto” olarak sunulmaya çalışılmaktadır. Bahçeli, saldırıyı neredeyse açıktan sahiplenir açıklamalar yapıp, olayı CHP’nin provokasyonu olarak değerlendirmiş, bunu araştırmak için İçişleri Bakanını göreve, YSK’yı da derhal CHP’li başkanların mazbatasını iptal etmeye çağırarak faşist zihniyetin en saf dışavurumlarını sergilemiştir. Bakan Hulusi Akar’ın saldırı sırasında güya linççi güruhu yatıştırmak için sarf ettiği “değerli arkadaşlarım, şu ana kadar mesajlarınızı verdiniz, tepkilerinizi gösterdiniz” şeklindeki sözler de, ordu cenahının saldırıya nasıl yaklaştığını gayet net bir şekilde ortaya koymaktadır. Bilindiği gibi, linççi faşist güruhlar her daim TC yetkililerinin “değerli arkadaşları”, “tepkilerini ortaya koyan protestocular”, “öfkeli gençler” vb. olmuşlardır.
Tam da seçim sonrasında yaptığımız değerlendirmelerde de vurguladığımız gibi, yaşananlar çok daha çatışmalı ve faşist blokun baskı ve saldırıları arttıracağı bir döneme girdiğimize işaret etmektedir. “Seçim”den önce Erdoğan’ın, yaptığı mitinglerde halkı apaçık bir şekilde CHP’ye karşı kışkırttığı, Yeni Zelanda’daki saldırıyı bile CHP’ye mal eden imalarda bulunduğu biliniyor. HDP’yi zaten terörist olarak damgalayan Erdoğan ve Bahçeli, CHP ve Akşener’in İYİP’ini de Gülen Cemaati ve PKK’yle açık ya da örtük ittifak kurmakla suçluyordu. Hızını alamayan İçişleri Bakanı Soylu, CHP’lilerin “asker cenazelerine katılmasının engellenmesi talimatı verdim” diyecek kadar cüretkâr ve pervasız açıklamalar yapıyor, iktidarın en pespaye medya destekçisi konumundaki Yeni Akit muhabirleri, sözde “halktaki Kılıçdaroğlu’nun idam edilmesi beklentisini” haber(!) yapıyorlardı. Hakkâri’de 4 askerin öldürülmesi üzerine Güneş gazetesinin attığı “4 şehit 6 yaralı, mutlu musun Ekrem” manşeti, faşist güçlerin kışkırtıcılıkta, kin ve nefrette sınır tanımayacağını ortaya koyuyor. Bu manşetin atıldığı gün, “galeyana gelmeye” hazır kıtalar organize edilerek sahaya sürülmüşlerdir. Demek ki, Kılıçdaroğlu’na yapılan saldırı bir tesadüf değil, önceden planlanmış sürecin bir parçasıdır. Tam da CHP’nin kutuplaştırmayı kırmaya dönük mesajlar verdiği, İmamoğlu’nun Maltepe’de bu yönde konuştuğu sırada bu linç gerçekleşmiştir. Toplumda gerilimin dinmemesi, kutuplaşmanın kırılmaması, muhalif kitlelerin korkutularak sindirilmesi, emekçi kesimlerin, Türk ve Kürt halklarının birbirine empati göstermemesi için provokasyon yapılmıştır.
“Seçim”i boşa çıkarma gayretleri
Erdoğan, Batılı muhataplarına güçlü ve meşru bir lider olduğunu göstermek ve uluslararası finans kapitali ürkütmemek amacıyla “seçim”e cevaz vermişti. Ama “seçim” öncesinde yarattığı tüm gerilime, baskılara, her türlü hile hazırlığına rağmen İstanbul başta olmak üzere önemli büyükşehirlerde beklediğinin de ötesinde bir oy kaybıyla façası bozulmuştur. Kendi tabanında ve AKP içerisinde moral bozukluğunun yaşandığı, farklı eğilimlerin geliştiği görülüyor. Benzer bir durumun AKP medyası için de geçerli olduğu söylenebilir. Hepsi de oy tabanındaki zayıflamanın sorumluluğunu yıkacak birilerini arıyorlar. Bu koşullarda faşist ittifakın bileşenleri arasındaki gerilim ve çatlakların en azından bir süreliğine daha da büyüyebileceğini öngörebiliriz. Diğer taraftan, içine girilen süreçte faşist iktidarın beslemesi paramiliter çetelere daha fazla misyon biçileceği anlaşılmaktadır. Perinçek’in “Öncü Gençlik” adlı yapılanması ile Erdoğan’ın “Osmanlı Ocakları” yapılanmasının birkaç gün önce işbirliği yapacaklarını açıklaması da aynı doğrultuda atılmış adımlardan biridir.
Rejim, seçimin yapılmasına izin verirken, ne yapıp edip büyük kentlerde de seçim sonuçlarını kendi lehine çevirebileceğinin hesaplarını yapıyordu. Ancak özellikle büyük kentlerde amacına ulaşamamıştır. Bunun üzerine Erdoğan ve etrafındaki faşist güçler, seçimi şaibeli ilan ederek iptali doğrultusunda her türlü düzenbazlığı devreye sokmuşlardır. İşi ifrat boyutuna vardırarak emekçi kitlelerin önemli bir bölümünün gözünde de kendilerini teşhir etmiş oluyorlar. Ancak gelinen noktada özellikle Erdoğan’ın bunu pek önemsemediğini unutmamamız gerekir. Bahçeli’nin de bu yöndeki açıklamaları dikkat çekicidir. Onun, “sırf sandıktan çıktı diye seçim sonuçlarını tanımak gibi bir dertlerinin olmadığını” açıklayarak CHP’yi boğma çağrıları, faşist rejimin karakterini tartışmaya yer bırakmaksızın ortaya koyuyor. MHP, rejimin faşist tabiatını açık etmekten çekinmeyen bir çizgi izlerken, Erdoğan tüm sorumluluğun kendi sırtında olmasının getirdiği ihtiyatla, mümkün olduğu sürece, kurbağayı ürkütmeden kazanı kaynatmaya devam etmek istemektedir. Ama bunun imkânlarının giderek daraldığını, hele de ekonomik krizin yıkıcı etkilerinden dolayı, faşist rejimin dişlerini çok daha açık şekilde sergilemek zorunda kalacağını o da biliyor.
Faşist rejimin devreye soktuğu planın amacı, elbette İmamoğlu’na mazbatasını vermeden YSK’nın seçimleri iptal etmesini sağlamaktı. Ancak bu doğrultuda her türlü oyalama ve oyun devreye sokulmasına rağmen, İmamoğlu’na mazbatası verilmiş, daha doğrusu verilmek zorunda kalınmıştır. Bu bir güç mücadelesidir ve daha önce de altını çizdiğimiz gibi, Türkiye’deki iç siyaset uluslararası gelişmelerden ve uluslararası güçlerden bağımsız değildir. Seçim sonuçlarını tanımak istemeyen rejim, derin ekonomik kriz nedeniyle uluslararası finans kapitale muhtaçtır. Nitekim 10 Nisanda büyük sermayenin talepleri doğrultusunda saldırı programını açıklayan Albayrak, daha sonra soluğu ABD’de almış ve uluslararası finans çevrelerine programlarını açıklayarak kredi bulmaya çalışmıştır. Ancak öyle görünüyor ki, Albayrak ve rejim henüz istediğini alamamış, bir anlaşma yapılamamıştır. Türkiye’nin hem uluslararası alandaki sıkışıklığı hem de ekonomik krizin yarattığı açmaz nedeniyle rejim, uluslararası sermaye çevreleri nezdinde daha da itibarsızlaşmamak için ve kuşkusuz onların bastırmasıyla İmamoğlu’na mazbatasını vermek zorunda kalmıştır. Ancak rejim, bu durumu içine sindirebilmiş de değildir. Şurası da açıktır ki, eğer iç ve dış güçler dengesi nedeniyle İstanbul büyükşehir belediye yönetimi gasp edilemezse, rejim CHP’li başkanın altını oyacak, belediye başkanının yetkilerini Erdoğan’da toplayarak onu çalışamaz hale getirmeye uğraşacaktır.
“Türkiye ittifakı”
Mevcut durumu idrak edemeyenler, Erdoğan’ın açıklamalarından derin anlamlar çıkarmak için canlarını dişlerine takıyorlar. Bu noktada, son günlerde Erdoğan’ın yaptığı sözümona ılımlı açıklamaların amacının yanılsama yaratmak ve yeni tuzaklar kurmak olduğuna da dikkat çekmek gerekiyor. Özellikle ABD ile Suriye üzerinde pazarlıkların yürütüldüğü ve Batı’dan devasa kredilerin alınmaya çalışıldığı şu günlerde, Erdoğan yumuşak görünmeye çabalıyor. Erdoğan’ın “kızgın demir soğutulmalı” demesinin nedeni de budur. Oysa toplumu geren, düşmanlaştıran, emekçileri kutuplaştırıp milliyetçiliği ve ırkçılığı kışkırtan bizzat Erdoğan’dır. Kin ve nefret tohumlarını eken odur. Şimdi kucaklaşma zamanı demesine rağmen, kendisini karşılamak için hazır bulunan protokoldeki Ekrem İmamoğlu’nun elini bile sıkmaması, onun söyleminin ne denli sahte olduğunu yeterince ortaya koymaktadır.
Son dönemde vurgulanan “Türkiye ittifakı” söylemini iki boyutta değerlendirmek mümkündür. Bunlardan biri, seçimde oylarını arttırarak böbürlenmeye başlayan MHP’ye “alternatifsiz olmadığını” göstererek had bildirmektir. Son dönemde muhalefete tehdit düzeyini alabildiğine arttıran Bahçeli ise, “Türkiye ittifakıyla neyi kast ettiğini bilmediklerini” söyleyerek hem Erdoğan’ın Suriye politikalarında Batı’yla anlaşma olasılığını bertaraf etmek hem de Erdoğan’a “yanıldığı ve MHP’ye muhtaç olduğu” mesajını vermek istemektedir. Bahçeli’nin kendi oylarının yüzde 18,81 olduğunu vurgulayıp AKP’nin oylarının yüzde 33’e düştüğünü ima etmesi de bundandır.
Bu söylemin bir diğer ve esas boyutunu ise düzen muhalefetine kurulan bir tuzak olarak koymak mümkündür. Erdoğan bu söylemle hem derin ekonomik krizin sorumluluğunu paylaşalım hem de Kürt meselesinde Batı’ya karşı yekvücut duralım demiş oluyor. Bu tuzağa düşerlerse kollarını Erdoğan’a kaptırmış olacaklar; reddederlerse bu kez “milli çıkarlarımız için bile işbirliği yapmıyorlar” söylemiyle daha da ağır bir şekilde hedef tahtasına oturtulacaklardır.
Bir kez daha vurgulayalım: Faşist rejim provokasyonlarla muhalif kitlelere gözdağı vermeye, onları sindirmeye ve bulanık ve sisli bir hava yaratarak pis emellerini hayata geçirmeye çalışmaktadır. Yukarıda sıraladıklarımız ve yaşanan linç girişimi, 7 Haziran 2015’teki seçimin sonuçlarını boşa çıkartmak için girişilen oyunların benzerlerinin hazırlandığını akla getiriyor. O tarihlerde, bir taraftan Kürtlere vurarak düzen muhalefetini devletin arkasında daha sıkı bir şekilde saflaştırırken, bir taraftan da düzen muhalefetiyle güya koalisyon görüşmeleri yaparak zaman kazanmaya, ardından da büyük kıyımlarla bir kaos yaratarak halkı terörize etmeye girişmişlerdi. Bire bir olmasa da bugün de özü benzer olan yöntemleri sahaya sürme niyetinde oldukları görülüyor. Bir yandan “Türkiye ittifakı” gibi kavramlar piyasaya sunulup burjuva muhalefet de iktidarın politikalarına ortak edilmeye çalışılırken, öte yandan şovenizmi körükleyerek CHP’yi bir kez daha “milliyetçiliğini ispat et” baskısı altına almaya çabalıyorlar. Bilindiği gibi faşist AKP-MHP ittifakının seçimde büyükşehirlerde kazanamamasının en temel nedeni, HDP tabanının “bağrına taş basarak, faşizmi geriletme amacıyla” Batı illerinde CHP adaylarına destek vermesiydi. HDP tabanıyla CHP arasındaki bu “seçim ittifakını” bozmak faşist iktidarın ilk hedeflerinden biridir. Hele de, Erdoğan İstanbul seçimini yenilemeye karar vermişse ana stratejisinin bu olacağına kesin gözüyle bakılabilir. 31 Marttan önce bunu “aralarında ittifak var” söylemiyle kitleleri CHP adaylarından uzak tutmaya çalışarak denemişti; bu yöntem yeterli ölçüde sonuç vermeyince ilk fırsatta CHP ve HDP tabanlarını birbirinden uzaklaştırmak için Kürtlere karşı yürütülen savaşı daha da harlamak isteyecektir. Düşünce şudur: CHP bir kez daha kutsal devletinin arkasında duracak, bunu gören büyükşehirlerdeki Kürt kitleleri de olası bir seçim yenilenmesi (ya da erken seçim) durumunda CHP adaylarına desteğini yinelemeyecek, kazanan yine Erdoğan ve AKP olacaktır!
Mevcut duruma rağmen kendisini halen TC devletinin asli sahibi olarak gören ve Kürt sorunundaki geleneksel devletçi bakış açısından kurtulamayan CHP yönetiminin bu oyunu boşa çıkartması mümkün müdür? Kılıçdaroğlu’nun saldırı sonrası yaptığı açıklamalara bakılırsa durum hiç de öyle gözükmüyor. Kılıçdaroğlu bir kez daha CHP’nin sokağa çekilmek istendiğini ama bunun başarılamayacağını vurgulama ihtiyacı duymuştur. Erdoğan ve Bahçeli’yle milliyetçilik ve şehit edebiyatı yarışına girmeyi tercih etmiştir. Erdoğan, her defasında düzen muhalefetini Kürt fobisi ve milliyetçilik üzerinden felçleştirip rehin almayı başardı; oltaya yemi takıp beklemesi yetiyor, gerisi çorap söküğü gibi geliveriyor. Böylelikle aslında, ülkenin yaklaşık son kırk yılına damgasını vuran Kürt halkına dönük haksız ve kirli savaşa tüm sonuçlarıyla birlikte açıkça karşı çıkılmadığı sürece, demokratik hak ve özgürlükler mücadelesinin hakiki bir parçası haline gelinemeyeceği her önemli olayda tekrar ortaya çıkmaktadır.
İstanbul seçimleri yenilenirse düzen muhalefeti bu seçim oyununa katılmayı bir kez daha kabul eder mi, “milli mutabakat” ve “normalleşme” hayallerini sürdürür mü bilinmez ama her halükârda, linç girişiminde atılan yumruklarla, fırlatılan taşlarla ve çekilen bıçaklarla tescil edilen bir gerçek var ki o da, yalancı güneşi görüp bahar geldi sananları büyük bir hayal kırıklığının beklediğidir!
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Rejimin Linç Saldırısı ve Yeni Tuzakları, 22 Nisan 2019, https://enternasyonalizm.org/node/263
Cendere
Zamanı Korkuya Boğanların Korkusu