Faşizmin Puslu Havasında Boğulan Toplum

İçinden geçtiğimiz dönemde bizzat devletin tepesinden örgütlenen faşizmin toplumu esir almasına, kitlelerin psikolojisini tepeden aşağıya doğru belirlemesine şahit oluyoruz. Kapitalizmin tarihsel kriz ve çürüme çağında, hegemonya kavgası ve emperyalist savaş atmosferinde tüm dünyada otoriter rejimlerin ve buna uygun liderlerin yükselişi sürerken “yerli ve milli” faşizmi kurumsallaştırma yolunda hızla ilerleyen Erdoğan diğer liderlere adeta tur bindiriyor. Son derece pragmatist bir siyasi çizgi izleyen, Türkiye’nin siyasi tarihinin, uluslararası siyasi dengelerin ve bugüne kadar yaver giden şansının sayesinde iktidar basamaklarını birer birer tırmanan Erdoğan, nihayetinde faşist bir diktatöre dönüştü. Dünyadaki gerici rüzgârları arkasına alan ve iktidarını korumak için her şeyi yapan Erdoğan’ın, çelişkileri derinleştirecek politikalar izlemesi, savaş politikalarına ivme vermesi, siyaseti germesi, kin ve nefreti körüklemesi toplumu nefessiz bırakıp boğuyor.

AKP, iktidarda olduğu süre boyunca Kürt sorunu, askeri vesayet, demokratikleşme ve AB’ye giriş, 12 Eylül darbesiyle ve bütün darbelerle hesaplaşma gibi sorunlarda; ekonomik-sosyal alana ilişkin sorunlarda büyük adımlar attığı yanılsaması yarattı. Türkiye’nin siyasi geçmişiyle hesaplaşmaya cüret eden, dinamik bir ekip olarak algılanan AKP ve onun lideri Erdoğan, toplumdan büyük bir destek aldı. Daha sonra burjuva siyaset arenasındaki yarılmaya bağlı olarak toplumun da kutuplaştırılmasıyla, toplumun çoğunluğunda alternatifsiz olduğu fikrini oluşturdu ve perçinledi. Ancak 2011 yılı Türkiye ve AKP-Erdoğan için tam bir dönemeç noktası oldu. O tarihten itibaren Türkiye dünyadaki ve iç siyasetteki gelişmelere paralel olarak giderek ivmelenen bir otoriterleşme sürecine girdi.

Otoriterleşme eğiliminin artması, Erdoğan’ın Bonapartlaşması nedeniyle duyulan rahatsızlık 2013’teki Gezi direnişini tetikleyen en önemli unsurdu. Bir müddet sonra Gezi isyanı sönümlense de korkusu büyüyen iktidar baskıyı, kutuplaştırma ve düşmanlaştırma politikalarını arttırdı. 2014 yılındaki cumhurbaşkanlığı seçimlerini kazanmasıyla parlamenter sistemin Türkiye’ye zarar verdiğini, artık başkanlık sistemine geçilmesi gerektiğini daha sık dillendirmeye başladı. Adeta başkan gibi davranmaya başladı. Erdoğan’ın meydan meydan dolaşarak içinden çıktığı partiye oy istemesi, baskıları arttırması HDP’nin “seni başkan yaptırmayacağız” söyleminin büyük bir destek görmesine ve 7 Haziran 2015 seçimlerinde AKP’nin tek başına iktidar olamamasına neden oldu. Elbette Erdoğan bu durumu sineye çekmedi ve tepeden üretilen krizlerle ülkeyi yeniden seçime sürükledi. O andan itibaren gerilim, kutuplaştırma, çatışma ve kaos siyaseti hız kazandı, milliyetçilik zehri ve Kürt düşmanlığı sayesinde sivil faşizm tırmandırıldı. Burjuva siyasetteki krizi daha da derinleştiren bu durum bir darbe girişimine yol açtı. 15 Temmuz 2016 darbe girişiminin ardından bu fırsatı değerlendiren Erdoğan iktidarı, faşist kurumsallaşma sürecine hız verdi. OHAL koşullarında referanduma gidilerek tek adam rejiminin yasal kılıfı hazırlandı. Ülke KHK’larla yönetilmeye başlandı. Faşizmi kurumsallaştırma sürecinde atılan her adım tabloyu daha da kara bir hale getirdi. Yıllarca Gülen cemaati ile iktidar ortaklığı yapan AKP-Erdoğan, tüm muhalefeti FETÖ-PKK torbasına doldurmaya girişti. Kılıçdaroğlu’nun toplumdaki hoşnutsuzluğun derinliğini bir kez daha ortaya koyan “Adalet Yürüyüşü”ne karşılık Erdoğan yine baskıları arttırdı. Meclis faşist rejimin yasa fabrikasına dönüştürüldü, iç tüzük değişikliği ile muhalefet susturulmak istendi. HDP’li milletvekillerinin tutuklanmasına, vekilliklerinin birer birer düşürülmesine hız verildi. Hem CHP hem de HDP sokağı işaret edince baskının şiddeti daha da arttı.

Hem dışarıda hem de içeride siyaseti alabildiğine geren Erdoğan, kendi iktidarının bekasını ve çıkarlarını, Türkiye’nin bekası ve çıkarları olarak kodluyor. Kendisini kayıtsız şartsız destekleyenler dışında herkesi düşman olarak görüyor. Tehditkâr, zalim ve üstten bir dille her an ve her yerde bu “düşmanlara” efeleniyor. AKP ve Erdoğan iktidarı, dışarıda çeşitli emperyalist ve bölgesel güçlerle, içeride ise muhalefetle yürüttüğü siyasi kapışmasını, topluma ‘ihanet ve işbirliği halindeki iç ve dış düşmanların Türkiye’ye komplolar düzenlediği’ şeklinde algılatmak istiyor. Tüm iktidar iplerini ellerinde toplayan Erdoğan, bu durumu meşrulaştırmak için tek başına büyük oyunu gördüğünü, bu kumpaslara cesurca göğüs gerdiğini, milletin çıkarı ve devletin bekası için kefenini giyerek yola çıktığını, herkesin onun haklılığını teslim etmesi gerektiğini söylüyor. “Milletim arkamda” diyerek ülkenin dümeninin ona teslim edildiği ve ötesinin sorgulanamayacağı zehabına kapılıyor. Sarsılmaz bir güç ve iradeye sahip olduğu algısı yaratarak bu güce biat edenlerin kazanacağını, geri kalanlara yaşam şansı tanınmayacağını tekrar edip duruyor. Elinde tuttuğu büyük güç sayesinde belli kesimlerde coşkun bir özdeşlik duygusu yaratıyor. Taraftarlarının kendisine sunduğu desteği “millet iradesi” olarak tüm topluma dayatıyor. Böylelikle Erdoğan’ın şahsında cisimleşen faşist söylem ve tutumların yaygınlaştığı bir toplumsal zemin oluşuyor. Medyadan yargıya, üniversitelerden mafyaya, sanat camiasından paramiliter faşist yapılanmalara, dini cemaatlerden kolluk kuvvetlerine, sermaye sınıfından sendikal bürokrasiye tüm alanlarda kendi geleceğini Erdoğan ve şürekâsının geleceğine bağlayan, ondan beslenen ve kendisini onunla özdeşleştiren “küçük Erdoğan”lar türüyor.

“Ne yazık ki liderle özdeşleşme bugün de kitlelerde yansımasını bulan bir psikoloji. Bugün sokakta, işyerlerinde kişiler sanki tepedekinin bir kopyası halini almakta. Meselâ bir genel müdürün kendisine bağlı çalışan müdürlere kurmaylarım şeklinde hitap etmesi, Erdoğan’ın «bakanlarım, valilerim» vs. hitabının örnek alınması, içinden geçtiğimiz gerici atmosferin, insanların tepedekini nasıl takip ettiğinin, toplumun psikolojisinin nasıl belirlendiğinin bir göstergesidir.”[1]

Doğu toplumlarında güçlü bir kültürel özellik olan güce tapınmacılık sayesinde Erdoğan, kişiliğiyle toplumun önemli bir bölümünü etkiliyor. Erdoğan, Cumhurbaşkanlığı seçimleri sürecinde kendisinden önceki Cumhurbaşkanlarına benzemeyeceğini, Çankaya’da oturup kâğıt imzalamakla yetinmeyeceğini söylemişti. Dediğini yapacağından kimsenin kuşkusu yoktu. Erdoğan artık hem “cumhurun” hem hükümetin hem AKP’nin başıdır, ordunun başkomutanı, yargının, medyanın, emniyetin, istihbaratın, akademinin başkanıdır. Her şeyi söylemeye, herkese posta koymaya hakkı vardır. Kindarlığa, itaatkârlığa, ihbarcılığa davet ettiği yandaşlarının lideridir ve o yandaşlar giderek daha çok Erdoğan’a benzemektedir.

Erdoğan şakşakçılarınca bugün artık tıpkı Erdoğan’ın yaptığı gibi hamaset yapmak, kabadayılık taslamak, cahillik, oportünizm, vasatlık, hastalıklı, kompleksli kibir ve katılık, lümpence büyüklenmek, hakaret etmek, yalan söylemek, şiddeti teşvik etmek marifet sayılıyor. Kin ve düşmanlık körükleniyor. Güçlü olanın haklı sayıldığı bu ortamda geniş kitlelerin algıları iktidarın çıkarları doğrultusunda teslim alınıyor, insanların akılları, duygu dünyaları işgal ediliyor. En büyük adaletsizlikler hak, en büyük günahlar sevap, en büyük düzeysizlikler erdem, en büyük zalimlikler kahramanlık oluyor. Tepeden oluşturulan ve giderek normalleşen bu ağır atmosfere direnenler, bu gidişe itiraz edenler ezilmek isteniyor, nice bedeller ödüyor. Hak arayanlar, biat etmeyi reddedenler nefret ve şiddetin hedefi haline geliyor. Erdoğan nasıl hukuku ayaklar altına alıyorsa, kendi yargılayıp kendi mahkûm ediyorsa, kendi cezalandırıyorsa, Erdoğan’a özenenler de aynı şeyi yapıyor. Ne yazık ki bugün geçer akçe, iktidarın borazanlığını yapmak ve zalimlerin korosuna katılmak!

Son dönemde bunun bariz örnekleri yaşanıyor. Araştırma görevlisi Nuriye Gülmen ve öğretmen Semih Özakça, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası ilan edilen OHAL’e dayanarak çıkarılan kanun hükmünde kararnamelerle işlerinden atıldılar. İşlerine geri dönmek için Ankara Yüksel Caddesinde başlattıkları eylemde aylar boyunca polisin şiddetine, medyanın karalamalarına maruz kaldılar. Defalarca gözaltına alındılar. Eylemlerini 9 Martta açlık grevine dönüştüren iki eğitimci 22 Mayısta evleri basılarak gözaltına alındı, tutuklandı. İktidar ve çanak yalayıcıları hapishanede de eylemlerini sürdüren Gülmen ve Özakça’nın gösterdiği bu iradeyi ezmek istediler. Önce eylemi yok saydılar, onlara eylemlerinin nedenini, taleplerini sorma gereği duymadılar. Uğradıkları haksızlığı gidermek için en ufak bir çaba göstermediler. Eylemi boğamayınca katıksız bir intikam duygusuyla tekrar tekrar cezalandırma yoluna gittiler. Onları “terörist” olarak damgaladılar, eylemlerini yalıtmaya, bastırmaya ve karalamaya çalıştılar. Devletin İçişleri Bakanlığı, Türkiye ve dünyayı Nuriye ve Semih’in azılı teröristler olduğu yalanına inandırabilmek için iki dilde kitap bastı!

İktidarın bu tutumu ruhlarını güç ve iktidar sahiplerine satmış, onların çanak yalayıcısı olmuş kesimler tarafından hızlıca sahiplenildi. Öyle ki Semih Özakça’nın kendisi de işinden edilen ve açlık grevinde olan eşi Esra Özakça “herkes yapabileceğini artık yapmalı” çağrısında bulunduğunda bu çanak yalayıcılardan biri “cezaevine 2 dürüm söyleyebilirim” gibi insanlık dışı sözler sarf etmekten ve bunu milyonların rahatça ulaştığı sosyal medyada paylaşmaktan çekinmedi.[2]

Referandumdan hemen önce Nuriye ve Semih henüz dışarıdaydı. Eylemleri hakkında bilgi paylaştıkları, duygularını dile getirdikleri sosyal medya paylaşımlarına karşılık yemek fotoğrafları gönderilmişti. Bunların arasında üzerinde “Evet” yazan yaş pasta fotoğrafı vardı. Fotoğraf, “yiyorlar” diyenlerin ve bu iddia karşısında kafa sallayanların aslında grevcilerin yemediğini bal gibi de bildiklerini ortaya koyuyordu. Bu, o fotoğrafları bir işkence unsuru haline getirmeye çalışmalarından belliydi. Bir intikam aracıydı bu resimler. Biat etmeyenden, güç karşısında boyun eğmeyenden, hakkını arayandan, karşı çıkma cesareti gösterenden intikam! “Kral çıplak” diyenden kral adına alınmak istenen intikam! İki insan ortada bir haksızlık olduğunu anlatabilmek için ölüme yatmayı göze almışken vicdanının anahtarlarını iktidara teslim edenler “neden” diye basit bir soru sormayı, farklı fikirleri dinlemeyi, empati kurmaya çalışmayı göze alamadılar. Belki de bu insanlık dışı hareketi yapanlar, açlık grevindeki Filistinli mahkûmların kaldığı hapishane önünde mangal yakan İsrailli faşistleri lanetlemişlerdir. Ama içlerine yerleştirilen kin kendi çelişkilerini görmelerini engellemiştir. Milliyetçilikle beyinleri felçleştirilen ve körleştirilen bu insanlara göre diğer devletler kötülük yapıyor ama kendi devletleri sadece “gereğini yapıyor”, “teröristlere” hak ettikleri cezaları veriyor!

Devlet, Kürtleri bodrumlarda katlederken, tarihleriyle birlikte kentleri yakıp yıkarken, Suruç’ta, Ankara’da bombalarla parçalananların üzerine gaz sıkarken, Ayşe öğretmeni, Amedsporlu Naki’yi linç ederken, yüz binlerce insanı işten atarken, milletvekilleri ve gazeteciler başta olmak üzere on binlerce insanı hapse atarken, ülkeyi OHAL ve KHK’larla yönetirken, nasıl hep “gereğini yapıyor”sa “devletini sevenler” de aynı şekilde “gereğini yapıyor”. Meselâ Fatih Terim de bir tatil beldesinde mekân basıp adam dövdüğünde aynı argümanın arkasına saklandı. Terim, olaydan sonra yaptığı basın açıklamasında kendisi için büyük değerler olan aile, Galatasaray ve vatan konusunda çok hassas olduğunu, bu değerlere yapılan saldırılar karşısında asla sessiz kalmadığını ve her zaman “gereğini yaptığını” anlattı. Mafya kabadayısı gibi mekân basıp tehditler savurduğu, adam dövdüğü o vaka için “yine olsa yine yaparım” dedi. Tepkilerin büyümesi üzerine işinden ayrılmak zorunda kaldığında büyük bir tazminat ile adeta ödüllendirildi. Böylece iktidar, kendisine yakın olanların hem polis hem savcı hem yargıç hem cellât gibi davranmasına izin verdiğini göstermiş oldu. Yani yandaşlara sonsuz tolerans, muhaliflere karşı “acımasız savaş”!

İş o denli çığırından çıkmış durumda ki iktidarın borazanlığını yapanlar bile zaman zaman “aşırıya kaçıldığı” uyarılarında bulunuyor. Meselâ iktidarın büyük bir karalama kampanyası ile itibarsızlaştırmaya çalıştığı Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Adalet Yürüyüşü” Düzce’ye ulaştığında yürüyüş güzergâhına tezek dökülmesi bu çevrelerde rahatsızlık yarattı. Şöyle diyordu biri örneğin: “Doğru, Kılıçdaroğlu ve diğer «adalet» yürüyüşçülerinin yolları üzerine tezek dökmenin savunulacak hiçbir tarafı yok. Öyle bir ucuzluk, basitlik ve yüzeysellik hali ki, insan bu durumu nasıl eleştireceğini şaşırıyor. Karakterle, kişilikle, seviyeyle; insanın ortaya koyduğu eylem biçimini kendisine yakıştırabilme kriterleriyle ilgili biraz da. Doğrusu, kötülük çoğunlukla anlaşılabilir bir durumdur, düşman gördüğünü aşağılama güdüsü de kabul edilebilir. Sorun; düşmanlık ya da dostluk, ittifak veya rekabet, sevgi veya buğz; her ilişkide ve durumda bir hukuk olması gerektiğinden habersiz olmaktır.”[3]

“Her ilişkide ve durumda bir hukuk olması gerektiği” doğruysa da bu satırların yazarı bu hukuku lime lime edenlerin saflarındadır ve Erdoğan hedef gösterdiği için böyle bir protesto ile karşılanan Kılıçdaroğlu’na ve “Adalet Yürüyüşü”ne kin kusmaktan geri kalmamaktadır. Bu hukuku güçlünün hukuku haline getiren, nalıncı keseri gibi her daim kendine yontan iktidarın toplumu getirdiği hal işte budur. İktidar sahiplerinde ve çanak yalayıcılarında “öyle bir ucuzluk, basitlik ve yüzeysellik hali ki, insan bu durumu nasıl eleştireceğini şaşırıyor” gerçekten de! Bilim, Sanayi ve Teknoloji Bakanı Faruk Özlü, tezek olayını kastederek “bunun arkasında da CHP’liler olabilir” dedi ve bu ucuzluğu bir kez daha ortaya koydu. Başbakan Binali Yıldırım ise yürüyüş ile ilgili olarak kullandığı “artık kabak tadı verdi” ifadesiyle yüzeysellik ve tahammülsüzlüğün nadide örneklerinden birini sergiledi. Tıpkı onu göreve getiren “Reis”i gibi. Yıldırım’ın Reisi de yürüyüşe ve Kılıçdaroğlu’na aynı yüzeysellik ve tahammülsüzlükle hakaretler yağdırdı. Demokrasinin ilkelerini bir kez daha hiçe sayarak bu yürüyüşün onların hükümetinin lütfuyla gerçekleştiğini söyledi. Uyguladığı baskı ve adaletsizlikleri yok sayarak yürüyüşün ülkeyi karıştırmak için yapıldığını ima etti. Gümrük ve Ticaret Bakanı Bülent Tüfenkçi de yine Reis’inden aldığı cesaretle yolları teröristler yürüsün diye yapmadıklarını, dilerlerse bu teröristleri hapse atabileceklerini söylemekten çekinmedi. Elbette bu sözler iktidarın en sadık destekçileri arasında bulunan bazı mafya liderlerini mest etti. Ne de olsa organize suç çetesi kabadayılarının, lümpen fedailerin bu iktidarın en sadık destekçileri olması tesadüf değil.

Meşhur çete lideri Sedat Peker, 2015 Haziran seçimlerinden bu yana AKP’ye ve Erdoğan’a verdiği desteği defalarca açıkladı. Bunu yaparken barış isteyenlerin, muhaliflerin kanıyla banyo yapacağı tehditlerini savurdu. 15 Temmuz darbe girişiminin yıldönümünde ise şu sözleri sarf etti: “Bazı aşırı solcular kendilerince nostalji yapıp Bastille Cezaevi’nin geçmişte basılmasını Maltepe Cezaevi’ne yürüdükleriyle eşitleyip kendi aralarında sohbetler yapıyorlar. Tabii ki bunlar duyan kulaklar tarafından duyuldu. Neymiş, Maltepe Cezaevi’ni basacaklarmış, arkadaşlarını çıkaracaklarmış. Büyük bir devrimin başlangıcı olacakmış. Onların düşündüğü gibi cezaevleri de bir gün basılacak. Ancak vallahi onların hayal ettiği gibi değil. Dışarıda yakaladıklarımızın hepsini ağaçlara, bayrak direklerine astıktan sonra o cezaevlerine de gireceğiz. Onları cezaevlerinde de asacağız. Boyunlarından asacağız bayrak direklerine. Kardeşlerim, benim yaptığımı yapın. Her gece dua ederken yüce Allah’tan Azrail Aleyhisselamın bu şerefli görevi yerine getirirken, bizim de içinde yer alabileceğimiz bir memuriyet dileyin. Azrail Aleyhisselamın yardımcısı olabilmek için memuriyet dileyin. Sert adam nasıl olurmuş o zaman görecekler! Kininizi diri tutun, vatan sevginizden şüphe edin kininiz azalırsa.”

Sedat Peker’in bu sözleri “inşallah” ve “Allahuekber” nidalarıyla karşılanırken iktidar sahipleri bu cani çete liderinin konuşmaları karşısında sessiz kalarak gördüğü destekten memnun olduğunu belli etti. Muhaliflerin en ufak eleştirilerini “hakaret”, “tehdit” vs. olarak gösterip cezalandıran, “bu şahsıma karşı değil, milletime karşı yapılmıştır” deme alışkanlığını geliştiren Cumhurbaşkanı, Peker’in tehditlerini “vatanseverlik” ve “ifade özgürlüğü” kapsamında değerlendirmiş olacak ki sessizliğini korudu. Tıpkı kendisinden önceki faşist liderler gibi mafya bozuntusu ayaktakımını vurucu güç olarak kullanacağını açığa vurdu. Marx’ın veciz ifadesiyle, “tarihin dalgaları bazen yumurta kabuklarını ve hatta gübre artıklarını bile üste çıkarabilir”. Bugün şahit olduğumuz şey tastamam budur ve toplum her türlü pisliği yukarı taşıyan bu dalganın altında adeta boğulmaktadır.

Kadına yönelik şiddetin bahanelerinin sonsuz biçimde çeşitlenmesi, şiddetin dehşet verici boyutlara ulaşması; çocuk istismarının artması; Kürtlere, Suriyeli göçmenlere yönelik şiddet ve linç olaylarının yaygınlaşması; sanatta, eğitimde sığlık ve yozlaşmanın hüküm sürmesi; en büyük şarlatanlıkların bilimsel gerçekler katına yükseltilmesi; spiritüel güç adı altında hurafelerin kutsanması; depresyonun, depresyona bağlı intihar ve cinayetlerin artması; ihbarcılığın, linç kültürünün yaygınlaşması; nobranlığın, hakaretin marifet bilinmesi; “söz konusu vatansa gerisi teferruattır” gibi söylemlerin, muhafazakâr, dinsel kodların her türlü pisliği örtmesi; kindarlığın dindarlık sayılması; alçaklıkların, kabalıkların, lümpenliklerin ödüllendirilmesi; itiraz etmek üzere ağzını her açanın kendini hapiste bulması, egemenlerin hiçbir hikmetinden sual olunmaması; elini kolunu sallaya sallaya cinayet işleyen İslamcı çeteciler, kiralık derin devlet katilleri dururken ağaç kesimine itiraz edenin, işini geri isteyenin terörist diye yaftalanması; siyasetçi, hukukçu, akademisyen, işadamı, gazeteci, sanatçı kılığına girmiş Ali Ağaoğluların, Fatih Terimlerin, Mehmet Solmazların, Sedat Pekerlerin sulak topraklardaki ot gibi bitmesi; bir gecede püskürtülmüş bir darbe girişiminden destan çıkarmak için abananların kültürel alanda iktidar olacağım diye zücaciyeci dükkânına girmiş fil gibi bütün insani değerleri parçalayıp un ufak etmesi; muhalefet karşısında gerilimin ve baskının iyice artması… Tüm bunlar toplumu bataklığın daha derin bir yerine doğru sürükleyerek boğuyor. Yoksul emekçi kitlelerin zaten zor olan yaşamını daha da zor hale getiriyor. Genel olarak topluma korku ve her an bir kötülüğe maruz kalma duygusu hâkim olurken dezavantajlı kesimlere bu korkudan ve kötülüklerden daha büyük bir pay düşüyor.

Erdoğan’ın elindeyse bataklığın dibine doğru sürüklenişi hızlandırmaktan başka bir seçenek bulunmuyor. Toplumsal muhalefeti bastırmak ve ileriye doğru yol alabilmek için Erdoğan’ın elinde artık baskıdan başka bir şey kalmadı. Bugün Erdoğan iktidarının topluma tek bir iyi vaadi yoktur. Vaatleri kara ütopyaları andırmaktadır. İdam, vatan toprağı için daha çok kan döküleceği, piyonuyla şahıyla düşmanların birer birer ezileceği, daha fazla inşaat yapılacağı, daha çok ağaç kesileceği, yeni hapishanelerin yapılacağı, FETÖ ile mücadele adı altında daha fazla insanın işten çıkarılacağı, daha acımasız olunacağı, OHAL’in süreceği vs. Ancak açıktır ki her dalga tepe noktasına vardıktan sonra dibe doğru hareket etmeye yazgılıdır. Ne kadar güçlü görünürse görünsün Erdoğan’ın iktidarı ve süprüntüleri bir gün mutlaka o dibi görecektir.

Bugünü karartan, toplumu çürüten faşizme rağmen gün gelecek devran dönecek, topluma korku, yenilgi, siniklik, çıkışsızlık ve ümitsizliğin değil mücadele isteğinin, daha iyi bir gelecek isteğinin hâkim olduğu günler gelecektir. Dünyayı değiştirmenin gerekli ve mümkün olduğu duygusu işçi sınıfını, gençliği, emekçileri, aydınları sarıp sarmalayacaktır. Umut da mücadele azmi de topluma yayılacak, kitleler baş kaldıracaktır. Bugün yapılması gereken o günleri mayalamak, yakınlaştırmak için sınıf mevzilerini güçlendirmek üzere sabırla emek vermektir.

 

Enternasyonalist Komünist



[1]   Gülhan Dildar, Faşizm ve Kitle Psikolojisi, marksist.com

[2]   Bu kişi Today’s Zaman gazetesinden istifa nedenini açıklarken tek seslilikten ve farklı görüşlere karşı hoşgörünün azalmasından bahseden Sabah gazetesi Brüksel temsilcisi Mehmet Solmaz’dır.

[3]   Özlem Albayrak, “Kılıçdaroğlu’na Gandhi Elbisesi Biçmek”, Yeni Şafak, 30 Haziran 2017

link: Enternasyonalist Komünist, Faşizmin Puslu Havasında Boğulan Toplum, 2 Ağustos 2017, https://enternasyonalizm.org/node/191

published on 2 August 2017