Temmuz ayı Türkiye’deki yeni rejimin gidişatı açısından önemli gelişmelere sahne oldu. Öncelikle Kemal Kılıçdaroğlu’nun Haziran ayı ortalarında başlattığı “Adalet Yürüyüşü” İstanbul Maltepe’deki büyük mitingle son buldu. Bu yürüyüş ve mitingle, 16 Nisan referandumu sonrasında ilk kez burjuva muhalefet siyasal gündemi belirleyebildiği bir hamle yapmış oldu. İktidar yanlısı olsun karşıtı olsun, burjuva medyadaki birçok yorumcu bu yürüyüşün siyasal gidişat açısından önemli bir yer tuttuğunu ya açıkça belirttiler ya da dolaylı olarak kabullenmek zorunda kaldılar. İkinci önemli gelişme ise, bir yönüyle “Adalet Yürüyüşü”ne yanıt mahiyetine de bürünen, iktidar odaklı 15 Temmuz yıldönümü etkinlikleri oldu. Aynı günlerde OHAL, adeta 15 Temmuz’un yıldönümünü kutlamanın en yakışır yolu olarak, bir kez daha uzatıldı. Sadece OHAL’in uzatılmasıyla yetinmeyen iktidar, Meclis iç tüzüğünün totaliter doğrultuda değiştirilmesi sürecini de Temmuz ayı bitmeden sonuçlandırarak, faşist rejimin kurumsallaştırılması doğrultusunda bir adım daha atmış oldu.
“Adalet Yürüyüşü”
Kılıçdaroğlu’nun “Adalet Yürüyüşü”, 16 Nisan referandumu süreci ve ardından gelen itiraz dalgasının geçmesiyle birlikte geri çekilmeye başlayan rejim karşıtı muhalefet dinamiğinin yeniden canlanmasına yol açan önemli bir hamle idi. Kavurucu yaz sıcağı altında 25 gün süren Ankara-İstanbul yürüyüşü toplumda geniş bir ilgi uyandırdı. Muhalefetteki bu canlanma esasen sandık süreçlerindeki hareketlilikten farklı bir nitelik taşıyordu. Çünkü burada devlet tarafından yürütülen yasal ve kurumsal bir prosedür olan seçimler değil, siyasetteki olağan kurumsal işleyişin dışında, bilfiil sokakta bir eylem yapılmaktaydı. İstisnai haller bir kenara, iktidar sahiplerinin muhalif bir sokaktan hazzetmedikleri iyi bilinen bir olgudur. Erdoğan ve şürekâsının da, karşılarındaki muhalefetin sokağa çıkmasından hiç hoşnut olmadıkları açıktır.
Nitekim eylemin daha ilk duyurulduğu andan itibaren bu durum pek kaba biçimde kendini gösterdi. İktidar sözcüleri ve medya kalemşorları, seviyesizliğin, alçalmanın dibi olmadığını kanıtlamak için birbirleriyle bu konuda “yaratıcılık” yarışına girdiler adeta. “Biz o yolları teröristler yürüsün diye yapmadık” türü beyanlardan tutun hapse atma tehditlerine, “bizim lütfumuzla yürüyorsun” deme hazımsızlığına, yürüyenlerin konaklama noktasına traktör dolusu hayvan dışkısı dökmeye varıncaya kadar inanılmaz pespayeliklerle örülü bir süreç yaşandı. Öyle ki, iktidar cenahının seviyesiz saldırıları, iktidar yanlısı medyacıların bir bölümü tarafından bile tepkiyle karşılandı. Provokasyon tehditleri, gözdağı vermeye dönük saldırılar da eksik olmadı. İktidar çevreleri adeta tasmasından boşanmış köpekler gibi salya akıta akıta, çıldırmışcasına her yöne diş gösterdi.
Benzer nitelikte tepkiler yürüyüşün sonunda gerçekleştirilen büyük Maltepe mitingi için de devam etti. Ana muhalefet liderinin düzenlediği ve bir milyon dolayında insanın katıldığı kitlesel bir mitingi halkın gözünden saklamak için iktidar yalaması medya akla hayale gelmeyecek taklalar attı. Öyle ki, haber kanalı sıfatını taşıyan başlıca kanallardan biri, miting sırasında, bir yıl kadar önce iktidarın düzenlediği mitingi sanki naklen yayın yapıyormuş gibi yayınladı.
Böylesi rezilliklerin tek bir anlamı var. Yürüyüş ve miting, tüm saklama ve karalama çabalarına rağmen toplumun oldukça geniş bir kesiminde ilgi uyandırmıştı ve bu iktidarın rahatını kaçırdı. İlgi gösteren geniş yığınlar içinde AKP’ye oy veren emekçiler de vardı. Yürüyüşün, tüm baskı ve olumsuzluklara rağmen gördüğü geniş ilgi bugün Türkiye’deki rejimin geldiği noktayı ve üzerinde durduğu zemini doğru biçimde saptamak bakımından önemli bir veri sunuyor. Öncelikle yeni rejim, olağanüstü baskıcı karakterini bir kez daha, hem de olağanüstü bir çarpıcılıkla açığa vurmuş, tüm dünyanın gözleri önünde, kendini zor zapteden, kana susamış vahşi bir hayvan gibi zincirlerini zorlaya zorlaya tepinmiştir. Yeni rejim, taşıdığı faşist öz ile çok partili parlamenter kabuğu muhafaza etme görüntüsü arasında zayıf da olsa var olan çelişkiyi tüm çıplaklığıyla ortaya koymuştur. Bu rejim, özü faşist olan bir rejimdir ve Türk-İslam tipi faşizm gibi nitelemelerle anmamızı gerektiren özgünlükler taşımaktadır. Yürüyüş gibi oldukça ılımlı bir biçim taşıyan, içerik olarak da keskin talepler barındırmayan bir eylemin bile maruz kaldığı bu baskı, rejimin faşist karakterini net biçimde göstermiştir.
Aynı zamanda bu manzara yeni rejimin özgüvenden, rahatlıktan ne denli yoksun olduğunu, kendisini diken üstünde hissettiğini de ortaya koymuştur. AKP kendisine destekçi kıldığı toplum kesimlerinin gözünde eskiden olduğu denli popüler değildir. Yürüyüş ve miting geniş yığınların önemli bir bölümünün derin bir hoşnutsuzluk ve çıkışsızlık duygusu yaşadığını açığa vurmuştur. Rejimin yarattığı sıkıntılar alttan alta kuvvetli bir birikim oluşturmaktadır. Bu, aynı zamanda Türkiye’de kurumsallaştırılmaya çalışılan Türk-İslam tipi faşist rejimin toplumsal dayanaklar bakımından mevcut aşamada hâlâ önemli kırılganlıklar taşıdığı anlamına gelmektedir.
Kılıçdaroğlu’nun yürüyüşü her şeye rağmen siyasal alanda olağanın dışında bir canlanma, bir hareketlilik doğurmuş, siyasetteki ufunet dolu durgun havaya bir esinti getirmiştir. Bu da, mevcut nesnel ve öznel şartlarda, ülke içinde yeni rejimi geriletecek bir mücadele yolu açılacaksa şayet, bunun hangi yol ve yöntemlerden geçebileceğine dair bir ışık tutmuştur. Parlamento içi yolların kitlelerde bir canlanma yaratma şansının olmadığı görülmüştür. Burjuva muhalefetin, başarı elde etmek istiyorsa, bunu parlamento dışı araç ve yöntemlerde araması gerekmektedir. Dahası yürüyüş ve miting gibi, kitlelerin aktif tarzda katılım gösterme şansı olan biçimlerin üstünlüğü de bir kez daha ortaya çıkmıştır. Hatta bu hamle Kılıçdaroğlu’na da olağan performansının ötesinde bir güç vermiş ve hakkındaki liderlik tartışmalarını geri plana düşürmüştür. Kılıçdaroğlu bu yürüyüşle, CHP’ye başkan seçildiğinden bu yana genel olarak sönük kalan ve şikâyetlere konu olan siyasi performansının üzerine çıkarak dinamik bir lider havası kazanmıştır.
Yürüyüş ve mitingin kitlelerde yarattığı olumlu havanın ve rejim güçlerinin öfke nöbetleri geçirmelerinin gösterdiği şey, bunun düzen dışı mücadele yolunda yürüyenler açısından da olumlu bir şey olduğudur. Ağır baskı rejimi altındayken ve ortada örgütlü ve güçlü bir işçi hareketi de yokken, rejime karşı mücadele kanallarının genişletilmesinde burjuva muhalefetin ön açıcı bir rolü olur. Doğrusu tarihteki çoğu örnekte önce burjuva muhalefet sahne almış ve daha sonra işçi sınıfı ve sosyalist hareket bu zeminden istifade ederek sahneye çıkmıştır. Burada devrimci işçi sınıfının yaklaşımı, “bırakalım burjuva muhalefet kendi üstüne düşeni yapsın” diye özetlenebilecek bir yaklaşım olabilir ancak. Önemli olan, burjuva muhalefetin işçi ve emekçi kitlelerin ağır sorunlarını da çözebilecek bir kanal olarak görülmesi yanılsamasına kapılmamak ve öte yandan da onu sabote etme aymazlığına düşmemektir.
Ne yazık ki sosyalist solun bazı kesimleri yürüyüşe karşı, burun kıvırma denebilecek kibirli ve sekter bir tutum benimsemişlerdir. Eğer ortada güçlü sosyalist yapılar ve rejime karşı yükselen bir işçi mücadelesi olsaydı, o zaman CHP gibi bir partinin yapacağı bu türden bir hamle bu yükselen hareketi yolundan saptırmaya ve muhalefeti düzen içi kanallara hapsetmeye dönük bir girişim olarak elbette en sertinden eleştiriyi ve kınanmayı hak ederdi. Oysa böyle bir durum yoktur. Kitlelerdeki hoşnutsuzluk, rejimi doğrudan hedef alabilecek aktif bir kitle seferberliği doğurabilecek düzeyde değildir. Emekçi kitlelerde yaratılmış kutuplaşma olgusunu ve AKP’ye oy veren geniş emekçi yığınları da hesaba katarak, oluşan göreli odaklaşmanın dağılmasına fırsat vermeden, bu hoşnutsuzluğun genişletilip derinleştirilmesi ve olabildiği ölçüde sınıf içeriğiyle doldurulması tek çıkar yoldur. Bu, yazıldığı kadar kolay bir şey değildir kuşkusuz. Ayakları yere basmayan müzmin sekterlerin işi ise hiç değildir.
15 Temmuz
Şimdi gelelim 15 Temmuz vaveylasına. Erdoğan ve AKP’nin, 15 Temmuz’u, kurumsallaştırmaya çalıştıkları faşist rejimin miladına çevirmek istedikleri bilinen bir gerçek. Darbe girişiminden bu yana iktidar bu doğrultuda ölçüsüz bir zorlama içinde elinden ne gelirse yapmaya gayret ediyor. Okul çocuklarına yaptırılan resimlerden, yazdırılan kompozisyonlara, 15 Temmuz konulu yarışmalara varıncaya dek bir 15 Temmuz efsanesi oluşturulmaya, bu efsane geniş kitlelerin bilincine nakşedilmeye çalışılıyor. 15 Temmuz’un yıldönümü, bu efsaneleştirmenin doruk noktasına çıkarılacağı etkinlikler için uzun uzun hazırlandı.
Türk-İslam tipi faşizm 15 Temmuz’u Cumhuriyetin kuruluşuyla eş tutan, hatta onu bile aşan bir milat haline getirmeye çalışıyor. O kadar ki, şu günlerde yaklaşan AKP’nin 15. kuruluş yıldönümü etkinlikleri için Erdoğan önceden bir uyarıda bulunarak bu etkinliklerin “15 Temmuz’u gölgede bırakacak düzeyde olmaması gerektiğini” söyledi. Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşu, dünyanın büyük bölümünde benzer süreçlerin aynı sırada yaşandığı bir altüstlük çağında, yeni bir ülke ve devletin doğuşu demek idi. Tepeden, cüce bir burjuva devrime karşılık geliyordu, bu çerçevede belli bir tarihsel meşruiyet taşıyordu. 15 Temmuz ise böylesi bir meşruiyetin çok uzağında, derme çatma bir efsanedir. 15 Temmuz gibi toplumun en az yarısının şüpheyle baktığı, hatta öfke uyandıran bir efsanenin içte ve dışta genel bir kabul görmesi mümkün değildir.
Ancak, medyasından resmi eğitim kurumlarına, sivil örgütlenmelere, reklâmlara, sokak görselliklerine dek her alanda öylesine bir 15 Temmuz söylemi toplumun üzerine boca edilmiş durumda ki, AKP’ye oy veren seçmenlerde bile bir bıkkınlık hali gözlenmeye başladı. Nitekim onca gayretkeşlik ve israfla örgütlenen 15 Temmuz etkinliklerine katılım, tüm zorlamalara rağmen, göz alıcı boyutlarda olmadı. Coşku hepten zayıftı. 15 Temmuz günlerinde tankların karşısına çıkma noktasına kadar aktif biçimde sokağa çıkmış birçok işçinin bu etkinliklere katılmadığını, alenen sırıtan iktidar gayretkeşliğini, gazla yükseltilmeye çalışılan havayı abartılı bulduklarını biliyoruz.
Sonuç olarak 15 Temmuz yaygarası iktidarın istediği sonucu vermiş değildir. Öte yandan içinden geçmekte olduğumuz yaz ayları 15 Temmuz davalarının duruşmalarının başladığı bir dönem oldu. Bu yargılama süreçlerinden yansıyan ilk haber ve bilgiler de hükümetin hâkim kılmak istediği 15 Temmuz öyküsüne gölge düşürecek cinsten oldu. İlk mahkeme ifade ve sorguları, içerdikleri tüm çelişkiler dahi hesaba katıldığında, “kontrollü darbe” savını güçlendirici nitelikte. Hükümetin bu denli büyük bir medya tekeline sahip olduğu şartlar altında bile bu izlenimi güçlendirecek işaretlerin ortaya dökülmesi, 15 Temmuz’un yıldönümü vesilesiyle yaratılmak istenen havayı zedelemiştir.
15 Temmuz ile ilgili bu tablo da, AKP’ye oy veren geniş kitlelerde coşkulu ve gönüllü bir iktidar desteği olmadığını gösteriyor. Bu kitlelerde yeni rejimin sahiplerinin hak edilmiş bir üstünlükle hâkimiyet sürdüklerinden ziyade, artan ölçüde kaba baskı yöntemleri temelinde varlıklarını sürdürdükleri hissi güçlenmekte. Kontrol ettikleri kitle hâlâ çok büyük bir kitle olmasına rağmen, Erdoğan ve AKP’nin buna hiçbir surette güvenmediği de ortadadır. Devlette yapılan tasfiyelerin yüz binlerle sayılır hale geldiği, hapse atılanların on binlerle sayıldığı, 110 medya kuruluşunun kapatıldığı bir yılın ardından OHAL’in bir kez daha uzatılması da bunu göstermektedir. Keza Meclis iç tüzük değişikliği sürecinin apar topar tamama erdirilmesi de bunu göstermektedir. İşlevi zaten büyük oranda sınırlanmış olan Meclisteki konuşmalardan bile korkulmakta, konuşma hakkı adeta hızlı çekim müsamere düzeyine indirilmektedir. Böylece totaliter doğrultuda bir adım daha atılarak Meclis tümüyle zapturapta alınmıştır.
Tüm bu adımların, ikna yöntemine ve kendine güvenen bir iktidarın hareketleri olamayacağı açıktır ve geniş emekçi yığınlarda bu his artmaktadır. Son dönem anketlerinin AKP’nin oyunun 7 Haziran 2015 seçimlerindeki düzeye düştüğünü göstermesi bu yönde bir belirtidir. Aslında “düştüğünü” demek pek doğru değil. Bu oran tam da o günlerden bu yana AKP’nin “olağan” denebilecek oy oranıdır. Araya giren dönemdeki yükselişler tümüyle Erdoğan’ın kışkırtmaları ya da zorbalıklar ve hileler yoluyla ortaya çıkan halleri yansıtmaktadır. İktidar cephesi 16 Nisan referandumuyla birlikte Türkiye’nin önünde artık engel kalmadığından ve uçuşa geçileceğinden dem vuruyordu. Oysa geniş emekçi yığınlar hiç de ayaklarının yerden kesildiğini hissetmiyorlar, aksine ayaklarının altındaki toprağın giderek gevşediği, sallandığı hissine sahipler. Bu gidişatla 2019’daki seçimlerin sallantıda olduğunun farkında olan Erdoğan tam da bu nedenle şu an yürümekte olan AKP yerel kongreleri süreci üzerinden yeni temizlikler yapıyor, “metal yorgunluğu”ndan söz ediyor, teşkilatları ateşlemeye çalışıyor.
Nereye?
Yeni rejim sağlam temeller üzerine kurulu değildir, Erdoğan o nedenle kaba baskı araçlarına daha fazla yüklenmektedir. En büyük sermaye gruplarının çoğunluğunun, ki özetle TÜSİAD diyebiliriz, hâlâ yeni rejime tümüyle onay vermediği, fırsatını buldukça rızasının olmadığını ilan ettiği malûmdur. Örneğin TÜSİAD 15 Temmuz’un yıldönümü vesilesiyle yayınladığı mesajda olağanüstü halin kaldırılması talebini yineledi. Bununla da yetinmeyip, “öncelikli” istekler olarak anayasa değişikliği ile getirilen yeni başkanlık sisteminin özünü hedef alan değişiklikler de istedi: “Erkler arası denge ve denetime, bağımsız ve tarafsız yargıya dayalı çağdaş demokrasi düzeni” gibi. Hükümetin zehirli tepkilerine yol açabileceği açık açık bilindiği halde bunların dile getirilmesi, yeni rejimin kabullenilmediğinin işaretleridir.
Öte yandan hem 16 Nisan referandumunda hem de “Adalet Yürüyüşü” sürecinde ortaya çıkan durumun gösterdiği gibi, AKP topluma nüfuz etmede devlete olduğu kadar başarılı değildir henüz. Devletteki durumun garantisi ise topluma nüfuzun arttırılmasından geçmektedir. Erdoğan’ın kültürel alanda zayıf olduklarından yakınması, dört bir yandan gazlanan dinselleştirme çabaları (imam-hatipleştirme, tarikatlaştırma, Kuran kursları iptilası, ölçüsüz cami inşaatları, eğitim müfredatının dinselleştirilmesi, yayınlarda dinsel içeriğin gitgide arttırılması, müftülüklere nikâh kıyma yetkisi verilmesi vb.) bu eksikliğin tamamlanmasıyla ilgilidir.
Ancak bu olgular ve keza uluslararası alandaki sıkışıklıklar, rejimin sonunun gelmekte olduğu, azıcık gayretle bu işin başarılacağı şeklinde kesinlikle anlaşılmamalıdır. Aksine daha da zorlu günler önümüzde uzanmaktadır. Erdoğan ve şürekâsının iktidardan uzaklaşmamak için yapmayacağı şey yoktur, bunu bilelim. Referandumda yaşanan sandık darbesi bunun için iyi bir örnektir.
CHP’nin “Adalet Yürüyüşü” sonrasında istimi korumaması önemli bir hata olmuştur. Şimdi Mecliste iç tüzük değişikliğiyle parlamento içi muhalefet mevcut halinden bile daha kötü bir duruma getirilmiş oldu. Muhalefetin konuşma ve kendini ifade etme olanakları yeni bir darbe almış oldu. Dolayısıyla zaten iyice darbe almış olan bu kanalın işlevi burjuva muhalefet için daha da daralmıştır. Bu şartlarda burjuva muhalefetin dümeni yeniden parlamentoya doğru kırması, kısırdöngünün çukurun dibine daha yakın bir seviyede sürdürülmesi anlamına gelecektir. Ama görünen o ki, CHP 2019’daki başkanlık seçimini kendisine hedef olarak belirlemiş durumda. “Adalet Yürüyüşü”nün olumlu hafızası da bu hedefin bir kalkış noktası haline getirilmeye çalışılacak gibi görünüyor. Yapılan hesap pek muhtemelen tekil olarak başkanlık seçimine dönük değil. Zira resmi takvime göre 2019 Martında yerel seçimler yapılacak. Hem referandumda çıkan İstanbul ve Ankara sonuçlarından hem de “Adalet Yürüyüşü”nün yarattığı etkiden cesaret alan CHP, büyük olasılıkla, bu en büyük belediyeleri bir ittifak dahilinde kazanarak başkanlık seçiminde Erdoğan’ın karşısına dikilmeyi hedefliyor.
İşin doğrusu yeni rejimin gidişatını en doğru biçimde kavramak için, onun doğrusal değil de inişli çıkışlı bir seyir izlediğini görmek gerekir. Sürecin genelinde rejimin pekişmesi ve yerleşmesi doğrultusunda çalışan Erdoğan-AKP destekçisi egemen sınıf güçlerinin iradesi baskın çıkmakla beraber, bazı aşamalarda bu güçlerin kırılganlıkları gözlemlenmektedir. 7 Haziran seçimleri bu kırılganlık halkalarından biriydi, keza 16 Nisan referandum süreci de bir ölçüde öyle. Ve son olarak “Adalet Yürüyüşü” vesilesiyle de benzer bir halkadan geçilmiş oldu. Ancak bugüne gelinene kadar yaşanan bu momentlerin sonrasında, parlamenter muhalefetin zaaflarının da önemli katkısıyla, Erdoğan ve şürekâsı inisiyatifi tekrar ele geçirmeyi ve kendi gündemini hâkim kılmayı başarmıştır.
Bu çerçeveden de baktığımızda Erdoğan’ın daha da sertleşeceğini görmek zor değildir. Zaten Meclis iç tüzük değişikliği, OHAL’in yeniden uzatılması, Almanya’ya karşı yükseltilen tansiyon vb. bunun kanıtlarıdır. Ama işlerin bunlarla sınırlı kalması mümkün değildir. Erdoğan, onu sıkıştıran sayısız ve zorlu çelişkilerin yumağı içinde gerilimi sürekli olarak ayakta tutmak, bundan iktidar devşirmek zorunda. Elbette bu sonsuza kadar oynanabilecek bir oyun değil. Ama henüz bu aracın vadesi dolmuş da değil. Bu doğrultudaki gelişmelere hazırlıklı olmak ve işçiler arasında hoşnutsuzluğu sınıfsal temellerde büyütmek için mütevazı çabaları ısrarla sürdürmek gerekiyor.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Türk-İslam Tipi Faşizmin Temmuz Seyri, 3 Ağustos 2017, https://enternasyonalizm.org/node/190
Faşizmin Puslu Havasında Boğulan Toplum
Faşist Rejimin Yeni Dış Politika Manevraları