Faşizme Adıyla Seslenmemek

Otoriterleşme sürecinin hangi noktaya evrileceğini, ne denli sert ve katı biçimlere kavuşacağını kesin bir şekilde öngörmek mümkün değildir. Bu süreci güdüleyen olağanüstü koşullar kendi içlerinde sayısız ve çelişik faktörleri barındırırlar. Otoriterleşme sürecini statik, tamamlanmış bir şey olarak değil, hareketli, çelişkili ve gelişim halinde bir süreç olarak algılamak gerekir.

Burjuva demokrasisinin yerine olağanüstü devlet biçimlerine geçiş eğilimi tüm dünyada güçleniyor. Faşist hareketler geçmişe göre çok belirgin bir şekilde güç kazandığı gibi kimi ülkelerde faşist partiler iktidara yürüyor, kimilerinde ise iktidar koltuğunda oturuyor. Ne var ki burjuva liberaller arasında yaygın olan tehlikeyi küçümseme eğiliminin özellikle Batılı sosyalist çevrelere de fazlasıyla sirayet ettiğini görüyoruz. En uç ifadesini faşizmde bulan aşırı sağ hareketleri “sağ popülizm” olarak nitelemekten, faşizme adını koymamaya kadar varan bu eğilim gerçekte sınıf hareketi açısından büyük bir tehlikeye işaret ediyor. Oysa olanı doğru değerlendirmek, tehlike karşısında sınıfı uyarmak, doğru mücadele taktikleri belirleyip bunları hayata geçirmek, örgütlü güçleri korumak açısından da büyük önem taşımaktadır.

Olağanüstü burjuva rejimleri Bonapartizm ve faşizm olarak iki ana kategoride ele almak mümkündür.[*] Kuşkusuz bu iki ana kategori arasında türlü geçiş biçimlerine, bu ikisinin farklı bileşimlerine rastlanır. Dahası olağanüstü devlet biçimleri olağanüstü koşulların ürünü oldukları gibi, bir anda da ortaya çıkmazlar. Otoriterleşme sürecinin hangi noktaya evrileceğini, ne denli sert ve katı biçimlere kavuşacağını kesin bir şekilde öngörmek mümkün değildir. Bu süreci güdüleyen olağanüstü koşullar kendi içlerinde sayısız ve çelişik faktörleri barındırırlar. Otoriterleşme sürecini statik, tamamlanmış bir şey olarak değil, hareketli, çelişkili ve gelişim halinde bir süreç olarak algılamak gerekir. Bu sürecin bir noktasından sonra beliren biçimi olarak faşizm de, son derece keskin ayrım noktaları, çok net ve belirgin ayırt edici özellikleri olan bir olgu olarak değil, belli ölçülerde esnek yönleriyle, tarihsel ve siyasal koşullara göre farklılaşan bir sertlik ve katılık durumu olarak kavranmalıdır. Bir başka deyişle, mesele, özü itibarıyla kavranmalıdır; istisnai, şu ya da bu ülkeye has görüntüleri temelinde değil. Aksi takdirde, faşizmi, bilindik en ileri noktası olan Alman faşizmiyle sınırlayan bir şablonculuğun ortaya çıkması kaçınılmaz olur.

Böylesi bir şablonculuğu burjuva ideologlar ve akademisyenler arasında fazlasıyla görmekteyiz. Bunlar faşizmin 1930’larda kalmış ve bir daha canlanmayacak bir rejim olduğunu söylerler. Bununla birlikte sözkonusu tezler, yukarıda da ifade ettiğimiz gibi sosyalist harekete de sirayet etmiştir. Bu yaklaşımın yanlışlığı teorik alanla sınırlı kalmamaktadır, zira konunun örgütlü devrimcileri en fazla ilgilendiren boyutu, otoriter ya da totaliter rejimlerin inşasının sınıflar mücadelesinin gidişatını, devrimcilere düşen görevleri ve izlenmesi gereken taktikleri doğrudan belirleyip değiştiren boyutudur. Yanlış tahliller yanlış taktikleri besler ki, olağanüstü koşullarda yanlış taktikler felâkete giden yolu döşerler.

Alman ve İtalyan örneklerini şaşmaz ve katı bir model, bir şablon olarak ele alıp, günümüzde yaşanan otoriterleşme sürecindeki faşizm tehdidinin varlığını (ve belli ülkeler için faşizm gerçekliğini) reddeden, kimi hareketleri faşist olarak adlandırmamak için kırk takla atan sosyalistlerin tutumu ibretliktir. Onlara kalırsa, bugün Avrupa’da yükselişte olan hareketler, en başta da Fransa’daki Le Pen’in Ulusal Cephesi, aşırı sağdır, gerici sağ partilerdir ya da olsa olsa proto-faşisttirler ama faşist olarak adlandırılamazlar! Neden? Çünkü onlar Alman ve İtalyan modeline uymamaktadırlar. Bu şabloncu yaklaşım kabul edilirse, Alman ve İtalyan faşizmleri arasındaki kimi görüntüsel farklılıklardan ötürü birini Nazizm diğerini faşizm olarak iki farklı rejim şeklinde tarif eden burjuva akademisyenleri yadırgamamak gerekir.

Bu tür yaklaşımlar, faşizmin ulaşmak istediği amaçlarla, bu amaçlar için kullandığı araçları birbirine karıştırırlar. Faşizmin iktidara yürüyüşünde geçmişte kullanmış olduğu araçları mutlaklaştırıp, faşizmi bu araçlarla tanımlarlar. Örneğin paramiliter sivil faşist bir hareketi, temel bir ayırt edici özellik olarak ele alırlar. Gerçekten de Almanya ve İtalya’da faşist hareketler, iktidara gelmeden önce, devrim tehdidini ortadan kaldırabileceklerini somutta ve fiili olarak burjuvaziye kanıtlamak zorundaydılar. İlk deneyimlerdi ve ancak bunu başarabileceklerini kanıtladıklarında burjuvazi onlara iktidarı teslim etti. Ama bu öğe, yalnızca faşist hareketlerde bulunmaz, dolayısıyla ayırt edici bir özellik değildir: III. Bonaparte’ın 10 Aralık Derneğinde örgütlediği lümpen sürüsü de aynı misyonu üstlenmişti. Sivil faşist harekete dayalı olarak iktidarı ele geçirmenin ayırt edici bir özellik olmadığına dair bir başka örnek de İspanya’dan verilebilir. İspanya’daki Franco faşizmi, devrimci hareketin faşist sokak terörüyle sindirilmesi sayesinde değil, iç savaşın sonucunda iktidara yerleşmişti.

Sivil faşist hareket bir kılıç görevi görebilir, ama kılıcın kendi başına bir programı yoktur. Önemli olan kimin hangi amaçla onu kullandığıdır. Aynı amaca farklı araçlarla da ulaşılabilir. Unutmayalım ki iktidara yürüyen faşizm ile iktidardaki faşizm arasında çok ciddi bir ayrım vardır. Faşizmi ayırt eden şey, iktidara yürüyüş biçimi ve o süreçte kullandığı araçlar değil, iktidara oturduktan sonra onu nasıl ve hangi amaçlar doğrultusunda kullandığıdır. Faşizm, sivil faşist bir hareketin iktidar yürüyüşü aracılığıyla iktidara gelebileceği gibi, askeri darbeler yoluyla askeri diktatörlük biçiminde de iktidar olabilir. Dahası, güçlü ve derin toplumsal bağlara ve ciddi bir taban örgütlülüğüne sahip bir sağ partinin iktidarının belli bir noktasında, iç ve dış koşulların sıkıştırmasıyla, düzenin ve devletin bekasını korumak adına, elinde tuttuğu devlet aygıtını tepeden aşağı reorganize etmesi, otoriterleşme yoluna girmesi, Bonapartist bir polis devletine ve ardından da faşist bir rejime evrilmesinin pekâlâ da mümkün olduğunu, bugün yaşayarak görmekteyiz.

Bu topraklarda yaşadığımız sürecin önemli özgünlüklerinden biridir bu. İktidarı çoktan ele geçirip devlet aygıtında kilit noktaları kendi ekibinin denetimine alan bir burjuva parti, iç ve dış koşulların basıncı altında rejimi “tepeden aşağıya” doğru faşistleştirmeye girişiyor. Durum bu olunca, büyük burjuvaziye kendini kanıtlamak için sokaktaki gücünü göstermek zorunda değildir. Toplumsal muhalefeti sindirme işini bizzat kontrolü altında tuttuğu kolluk güçleriyle fazlasıyla ifa edebiliyor. Ama bu şimdilik böyledir. Toplumsal muhalefetin zayıflığı da, daha fazla devlet terörünü ya da devlet destekli bir sivil faşist terörü gerekli kılmıyor. Yine de, içine girilen sürecin çalkantılı karakterinden ötürü, paramiliter çetelerin şimdilik sahne gerisinde olmak üzere hazırlandığını da atlamayalım. Daha 2013 yılındaki Gezi direnişi sırasında satırlı-palalı çetelerin nasıl sokaklara salındığını unutmadık. Osmanlı Ocakları orada duruyor, AKP yandaşı mafya çeteleri iş başında, Kürt illerinde yürütülen savaşta örgütlenen Esadullah Timleri aktif faaliyette. Suriye’deki savaşa savaşçı yetiştirdiği söylenen Sadat A.Ş.’nin aslında Türkiye içinde paramiliter oluşumlar yarattığı da ileri sürülüyor. Bu arada AKP’ye yedeklenen MHP’nin faşist taban örgütlenmesinin, gerektiğinde devreye sokulacağından şüphe etmemek gerekir. Tüm bu paramiliter oluşumlar, bugün tüm güçleriyle devreye sokulmuyorsa, bunun nedeni, şimdilik onlara ihtiyaç duyulmamasıdır. Şimdilik!

Tüm bu örnekler, paramiliter temelde örgütlenmiş sivil faşist bir hareketin varlığını ve onun sokak terörü yoluyla muhalefeti ezmesini ayırt edici bir kriter haline getiren yaklaşımların şablonculuktan başka bir anlama gelmediğini bizce yeterince gösteriyor. Dahası bu şabloncu yaklaşım kaçınılmaz olarak faşist hareketlerin aslında geçmişte kaldığını da ileri sürmek ya da ima etmek zorunda kalır. Klasik örneklerde, faşist hareketin tabanını küçük-burjuva unsurların ve lümpen proletaryanın oluşturması, şabloncuların yüreğine su serpiyor. Zira kapitalist gelişimle birlikte kırın çözüldüğünü, kentlerin belirleyici hale geldiğini ve faşist hareketlere taban oluşturabilecek denli güçlü ve etkin bir küçük-burjuvazinin kalmadığını söylüyorlar. İşin sosyolojik değişim kısmına yaptıkları vurgu haklıdır da, faşist hareketlerin tabanını sadece küçük-burjuvazinin oluşturması gerektiği bir kural mıdır ki, bu hareketler tabansız kalarak bir tehdit olmaktan çıksın?

Bugün nüfusun çoğunluğunun kentlerde yaşadığı, proleterleştiği yalın bir gerçektir. Bu proleter sınıf temelinin, küçük-burjuvazi gibi seferber edilip faşizme çılgınca sarılmaya meyletmeyeceği de açıktır. Ancak nesnel sınıf konumu ile sınıfın bilinci ve siyasal eğilimleri arasında maalesef doğrudan ve kendiliğinden bir ilişki yoktur. Nesnel sınıf konumu ile devrimci sınıf bilinci arasına koca bir müdahale ve mücadele alanı olarak siyaset alanı girer. Devrimci komünist alternatifin güçlü bir şekilde görünür olmadığı her durumda bu siyaset alanı burjuvazinin hegemonyası altındadır ve büyük burjuvazi bu alanda kitleleri manipüle etmenin her türlü aracına fazlasıyla sahiptir. Proleterleşme olgusunun kendileri açısından doğurduğu sorunları aşmak ve emekçi kitlelerin desteğini kazanabilmek için faşist hareketler yeni stratejiler geliştiriyor, yeni demagojilere başvuruyor ve kendilerini seleflerine göre çok daha gizlemek, çok daha akıllıca takiye yapmak zorunda kalıyorlar. Ama arkalarında büyük burjuvazinin desteği olduğu sürece bu zorlukları aşmanın yolunu bulmakta zorlanmayacakları da kesindir.

Sandık demokrasisi ve faşizm

Faşist hareketlerin bugün açıkça “demokrasiyi yıkmak”tan bahsetmemesi, kimi yorumcuların kafasını karıştırıyor. Gerçekten de Alman, İtalyan ve İspanyol faşizmleri “demokrasi” denen aldatmacayı ortadan kaldırmayı hedeflediklerini açıkça söylüyorlardı. Bugünkü faşist hareketlerin böyle bir söylemi pek yok. Türkiye’de ise totaliter rejim, demokrasi, sandık, seçim kavramları tepe tepe kullanılarak pekiştiriliyor. Bu bir çelişki değil midir? Eğer olgulara durgun ve değişmez şeylermiş gibi yaklaşırsak ve yine eğer burjuva partileri kendi söylemlerini veri alarak değerlendirirsek, kuşkusuz tuhaf bir manzarayla karşı karşıya kalırız. Ama burjuva partilerin söylemlerini değil pratiklerini dikkate alırsak ve tüm toplumsal olgular gibi faşizmin de gerek iç gerekse de uluslararası koşulların değişimiyle kimi biçim ve söylem değişimleri geçirdiği gerçeğini kavrarsak, ortada çelişki kalmaz.

Klasik sivil faşizm örnekleri (Alman ve İtalyan), I. Dünya Savaşının yarattığı muazzam toplumsal altüst oluşun ve yıkılan ya da sarsılan monarşilerin damgasını bastığı siyasal bir atmosferde zafer kazandılar. Toplum mevcut halinden zaten hoşnut değildi ve bir devrim-karşı-devrim ikilemiyle yüz yüze idi. Bu koşullarda, faşist hareketlerin demokrasi düşmanlığı kitleler tarafından çok da yadırganmıyordu, zira demokrasi ve cumhuriyet adına hüküm sürenler tam bir kokuşmuşluk içindeydiler ve kitlelere verecek bir şeyleri kalmamıştı. Faşizmin insanlığa yaşattığı acılar ve II. Dünya Savaşının canlı hatıraları, Batı dünyasında emekçi kitleler içinde elbette bir anti-faşist duyarlılık oluşturmuştur. Bunun bilincinde olan büyük burjuvazi birçok ülkede faşizmin askeri biçimlerinin önünü açarken demokrasiye kökten bir karşı çıkış söylemini değil, “geçici bir dönem” söylemini benimsemiştir. Bugün, açıkça neo-faşist olduğunu kabul eden kimi hareketler marjinallik sınırında kalırken, faşist kimliğini gizleyen ama bal gibi de öyle olan hareketler rahatlıkla prim topluyorlar. Elbet faşist siyasal önderlikler de değişen toplumsal koşulları, hakim siyasal değerleri dikkate alarak ona göre bir demagoji üretmek zorundadırlar. Fransa’da Le Pen’in, başına geçtiği hareketi kuran babasını partiden ihraç etme gerekçesi bunu açıkça gösterir. Baba Le Pen, Yahudi soykırımını normalleştiren söylemleri nedeniyle kızı tarafından partiden atılmıştır. Bu sözkonusu partinin faşist olmadığını değil, onun ırkçılığının çok daha ince bir söylemle kitlelere yutturulmaya çalışıldığının kanıtı olabilir ancak. Unutmayalım ki, Nazi Almanyası’ndaki canavarca uygulamalardan bazıları, en başta da Yahudi soykırımı o dönemde bile açıkça dillendirilmiyor, hatta resmi olarak reddediliyordu! Bugün de, işçi hareketinin düzeni tehdit eder boyutlarda yükselişe geçmesi durumunda, faşist hareketlerin anti-demokratik karakterlerini çok daha çıplak şekilde sergileyecekleri, sınıf hareketine karşı dişlerini tüm çıplaklığıyla gösterecekleri açıktır. Şimdilik bu dişler daha çok göçmenlere karşı gösterilmektedir.

Günümüzün faşist hareketlerinin demokrasiyi açıkça reddetmeyen söylemi, özünde bir takiyedir. Kimileri sırf bu reddiyeci olmayan söylemleri nedeniyle onları faşist olarak adlandırmanın yanlış olduğunu iddia ediyorlar. Onlara bakılırsa, “demokrasinin süregiden mevcudiyeti toplumların sandık yoluyla seçilenleri uzaklaştırmasını sağlayacak”tır. Bir kez iktidarın tüm iplerini ellerine geçirdikten sonra, sandıkları tümüyle ortadan kaldırmasalar, meclisin, siyasi partilerin ve kitle örgütlerinin kapısına bütünüyle kilit vurmasalar bile, bunları tümüyle işlevsizleştirebileceklerini tarihten nice örnekle biliyor ve bugün Türkiye’de kanlı canlı yaşıyoruz. Siyasi partiler mevcuttur ama işlevsizdirler; kitle örgütleri tamamen kapatılmasa bile elleri kolları bağlanır; sendikalar olduğu yerde durur gözükse bile kıllarını kıpırdatmalarına izin verilmez; grev ve toplusözleşme hakkı kâğıt üzerinde vardır ama fiiliyatta kullandırılmaz; halkın önüne sandık gelir ama propaganda yapmak bile mümkün değildir; sandıktan çıkan sonuç da gerçeği yansıtmaz. Birçok insanın “bunları sandık yoluyla devirmek mümkün değil” duygusunu yaşamasının nedeni de bu fiili durumdur.

“Yozlaşmış, bayağı ve fildişi kulelerinde yaşayan elitlere karşı sokaktaki adamın sesi oldukları” iddiasındaki iktidarlar, sokaktaki adamın sırtından sopayı ihmal etmedikleri gibi, onların çalışma ve yaşam koşullarını her geçen gün daha da ağırlaştırıyorlar. AKP iktidarı bu açıdan da yeterli kanıtları sunmaktadır. Toplumun çeşitli kesimlerini havuç-sopa taktikleriyle hizaya sokan Erdoğan, gerektiğinde büyük sermayenin temsilcilerine de posta koymaktan çekinmeyen bir görüntü yaratmaya özen gösteriyor. Ama bunu son derece seçmeci bir şekilde yaptığını da belirtmek gerek. Büyük sermayenin önündeki tüm engelleri temizleyen, önlerine emperyalistleşme fırsatları sunmaya çalışan, kilit sektörlerdeki ya da büyük işyerlerindeki tüm grevleri yasaklayan, sendikaları daha da eritip bitirme noktasına getiren, “mevzuata takılmayın, işinize bakın” diyerek emeğin ve doğanın büyük sermaye tarafından dizginsiz talanını teşvik eden, “OHAL’le önünüzü açtık, yasalarla grev tehdidini engelledik” diyen Erdoğan kendisine biat edilmesini istiyor. Bu havucu yemeye yanaşmayanlara da aba altından sopa gösteriyor.

Faşizmi, devlet biçimleri yelpazesinde incecik bir yer tutan istisnai bir canavarlık rejimi olarak algılayanlar yanılıyorlar. Onu türlü görünüm ve sertlik dereceleriyle esnek bir şekilde kavramak zorundayız. Bugünün koşullarında, mevcut sınıfsal ve siyasal güç dengeleri, demokratik hak ve özgürlükleri kâğıt üzerinde tümden ortadan kaldırmayı zorunlu kılmıyorsa, onları fiilen yok etmek mümkünse, faşist bir iktidarın gerek içeride gerekse de dışarıda kendi imajını koruması için bu kadarı şimdilik yeterli olabilir. Demokrasi sandık ve seçimden ibaret değildir ve asla bunlara indirgenemez. Bunların göstermelik varlığı bir rejimi olağan burjuva rejim yapmaya yetmez. Faşist İtalya’da meclis vardı ve vekiller de seçiliyordu, ama nasıl? Bonaparte da, Mussolini de, Hitler de, referandum (gerçekte plebisit) oyununa bolca başvurmuşlardı. Ve son bir nokta; bugün Türkiye’de burjuva demokrasisinin halen varlığını iddia edenlere, 2015 yazından bu yana Fırat’ın doğusunda yaşananları hatırlamalarını salık veririz.

Faşist hareketlerin “demokrasiyi yıkmak”tan bahsetmeleri bugünün dünyasında pek de gerekmiyor. Diğer sağ politikacılar bu işi pratikte hallediyorlar zaten! Demokrasi kavramı Batı dünyasında giderek gözden düşüyor. Egemenlerin “özgürlükler mi, güvenlik mi” şeklinde başlattığı tartışma, gazete köşelerinde, akademi kürsülerinde, televizyon ekranlarında, meclis nutuklarında değil, sokaklarda patlatılan bombaların gürültüsünde ilan edilen OHAL’lerle çözüme kavuşuyor. Bugün iktidarın baş akıl vericilerinden İbrahim Karagül’e kulak verelim: “Bu yeni eğilimde demokrasi ve insan hakları gibi değerler etkili olmayacak. Geri plana itilmiş durumda ve kimse de bunları öne çıkarma ısrarında değil. Yeni dönemde güç, kaynaklar ve pazarlar her şey. (…) Liderler, karizmatik kişilikler, ülkelerini ve milletlerini iyi yöneten siyasi öncüler belirleyici olacak. Onların tarihi başlayacak. Devletlerin, yerleşik sistemlerin bir adım geride duracağı bir dönem olacak. ABD'deki yerleşik sistemle savaşan Trump, Rusya lideri Putin ve Cumhurbaşkanı Erdoğan gibi liderlerin öncülük ettiği bir dönem bu.” (Yeni Şafak, 30/5/2017)

Burjuva siyaset arenasında sağa kayış

Faşizmi güncel gerçekliği içinde kavrayamayan ya da kavramak istemeyenlerin ileri sürdükleri iddialardan biri de, Le Pen’in Ulusal Cephesi gibi partilerin iktidara yaklaştıkça geleneksel sağ partilere benzeyeceğidir. Burada görüntü ile öz bir kez daha birbirine karıştırılıyor. İktidara gerekli desteği sağlamak için ılımlı görünmek bazen gerekli oluyor diye bu partiler ılımlılaşmıyorlar. Gerçek bunun tersidir. Bu partiler güçlendikçe, geleneksel sağ partiler faşizme doğru kaykılıyorlar. Avrupa’nın bugünkü manzarası bu değil midir? Klasik Alman ve İtalyan faşizminde de, faşist partiler iktidar koltuğuna oturduklarında ne toplumun çoğunluğunun desteğine sahiplerdi ne de o koltuklarda başlangıçta tek başınaydılar. Olayların gelişimi başka bir seçenek bırakmadığında, büyük burjuvazi iktidarı bu partilere sunmuştu. Yanlarına da birer ortak olarak diğer sağ partileri ya da onlardan bakanları eklemişlerdi. Bu görünüşte faşist olmayan sağ siyasilerin yanısıra, devletin askeri-sivil bürokrasisi de hızla faşist partiyle kaynaşmışlardı.

SSCB’nin çöküşüyle açılan yeni dönemde neoliberalizm ve köpürtülen globalizm ideolojilerinin basıncı burjuva sol partilerin sağ partilerle aynılaşma eğilimini doğurmuştur. Bu durum, emekçi kitlelerde, devrimci bir alternatifin yokluğunda, ya siyasete karşı soğuma ya da kendini düzen dışı göstermek için kırk takla atan faşist ya da faşizan partilerin demagojisine kapılma sonucuna yol açmıştır. Aslında o yıllardan bu yana krizin büyüyüp kapıyı çalacağını, emperyalist paylaşım kavgasının kızışacağını bilen büyük burjuvazinin bu tür faşist oluşumları hem finansal olarak el altından desteklediğini hem de gizli devlet aygıtları aracılığıyla onların önünü açtığını çok iyi biliyoruz. Büyük burjuvazinin tekeli altında tüm medya, faşist demagojinin temel argümanlarını inceltilmiş bir biçimde yıllardır emekçi kitlelere pompalayıp duruyor. Bu hazırlık faaliyetinin üstünden atlayarak, bugün Batı’da İslamofobi, yabancı düşmanlığı ve ırkçılığın neden yükseldiği doğru kavranamaz.

Özellikle milenyum kriziyle birlikte, tüm dünyada hem faşist partilerin güçlendiğini hem de geleneksel sağ partilerin daha da sağa kaydığını görüyoruz. Faşist ya da faşizan partilere kaptırdıkları seçmenlerini geri kazanmak için geleneksel sağ partiler, giderek onların söylem ve stratejilerini benimsemeye ve kendilerine uyarlamaya çalışıyorlar. Onların bıraktığı boşluğu da geleneksel sol partiler daha da sağa kayarak doldurmaya çabalıyor. Uzun süredir devam eden bu topyekûn sağa kayış, siyaset sahnesinin solunu boşaltmıştır. Geleneksel burjuva partileri arasında adeta bir “neoliberal mutabakat” olgunlaşmıştır. Ama bu durum ilelebet devam edemezdi. Zira sol siyaset sahnesine de yeni aktörler çıkmaya başlamıştır. Ancak SSCB’nin çöküşünden bu yana devam eden kafa karışıklığı ve neoliberalizm ile globalizmin ideolojik saldırıları o denli yoğundur ki, sahneye çıkan bu yeni sol aktörler, bu ideolojilere köklü bir meydan okuma ve kapitalizmi temelden yıkma gibi bir perspektife sahip olmayan, olsa olsa sol-reformist olarak adlandırabileceğimiz çıkışsız bir çizgiyi aşamıyorlar. Uluslararası burjuva kurumların basıncı altında bu tür sol arayışlar, büyük burjuvazinin gözünde makbul hale gelmek için hızla sosyal-demokrat programlarından bile vazgeçebiliyorlar.

Yine de kapitalizmin tarihsel sistem krizi o denli sarsıcıdır ki, burjuvazi, “neoliberal mutabakatın” dışında kalan bu reformist partilere bile tahammül edemiyor. Her türlü iftira kampanyası ve manipülasyon temelinde onların önünü kesmeye çalışıyor. Yunanistan’da Syriza’yı boğmak, İspanya’da Podemos’un önünü kesmek için yalnızca bu ülkelerin değil, tüm Avrupa’nın büyük burjuvazisinin nasıl seferber olduğunu biliyoruz. İngiltere’de Corbyn’e atılan iftiralar kapitalist çürümenin boyutlarını gözler önüne seriyor. Ama bu aynı efendiler, Macaristan’da ve Polonya’daki faşist partilerin iktidarlarına karşı, Avusturya, Hollanda ve İskandinav ülkelerindeki faşist liderlere karşı yalnızca birkaç kınama yayınlamakla yetinip zamanla onları da siyasal sistemlerinin kopmaz bir parçası olarak kabullendiler. Giderek onlara benziyorlar. Çok iyi bilmektedirler ki, bu faşist partiler, ne kapitalizme karşıdırlar ne de sermayenin saldırı programlarına. Tersine, kitlelerin hoşnutsuzluğunu çıkmaz sokaklara saptırma konusunda bu partiler yeterince işlevseldirler ve günü geldiğinde o hoşnutsuzluğu şiddet yoluyla ezecek tipte örgütlülüklere de sahiptirler.

***

Bugün hareketli bir süreç yaşanıyor. Trump, Putin, Erdoğan, Le Pen, Orban, Duterte… Hepsi de farklı dozlarda tüm dünyada yükselen otoriterleşme sürecinin tezahürleridirler. İçlerinde Bonaparte olan da vardır, Duçe karikatürü de, Führer hevesli de. Hepsine faşist demek kuşkusuz doğru değildir ama faşizan oldukları ve o yolu açtıkları kesindir. Süreç farklı ülkelerde farklı tempolarda ilerlemektedir. Kimi akademisyenlerin ve sol liberallerin, içlerinde düpedüz faşist olanları bile kendi adıyla nitelememesi, “sağ popülizm” gibi kavramlara sarılması, aslında faşizme ve onun yükselişine karşı emekçi kitlelerin, işçi sınıfının mücadelesini zayıflatmak anlamına gelir.

Kapitalizmin tarihsel krizi, onun şu ana dek oluşmuş tüm yapılarını temellerinden sarsıyor. İkinci Dünya Savaşından sonra kurulan tüm dengeler sarsılmış durumda. Uluslararası kurumlar, askeri ittifaklar, uluslararası anlaşmalar, ekonomik birlikler çatırdıyor, dağılma eğilimleri güçleniyor. Yeni kutuplaşmalar giderek belirginleşiyor ancak sarsılan hegemonyanın nasıl ve kimin önderliğinde yeniden tesis edileceği, buna denk düşen yeni kurumların neler olacağı belirsizliğini koruyor. Sarsılan dengeler ve siyaset sahnesindeki köklü değişim, kapitalizmin normal dönemlerinde yadırganan kişilikteki siyasilerin, birer lider olarak sivrilmeleri için gerekli zemini çoktan döşemiştir. Trumplar, Putinler, Erdoğanlar, Le Penler, Orbanlar vb’nin türediği ve beslendiği zemin budur. Karikatür nitelikteki karizmatik figürlerin ortaya çıkışı ve prim toplaması, kapitalizmin derin krizine, bu kriz temelinde gelişen otoriterleşme sürecine ve onun en uç somutlanışı olarak faşizm eğilimine işaret ediyor.

Enternasyonalist Komünist



[*] “Bonapartizm kavramı genelde, egemen sınıf bloku içindeki iktidar çekişmesinin yükseldiği ve parlamenter işleyişin zaafa düştüğü bir durumda, kendisini çekişen kanatların üzerine çıkartarak bir Bonapart olarak sivrilen ve yürütme yetkisini elinde toplayan kişi rejimini anlatır. Ne var ki, özellikle sivil faşizmin tırmanış sürecinde tanık olunduğu üzere, burjuva rejimin otoriterleşmesinin Bonapartizmden de öte tam bir uç noktaya yani faşizme ilerlemesi de olasıdır. Burjuva parlamenter rejimi tamamen tasfiye eden, kendi faşist Anayasasını ve kendi kararname tipi yasalarını egemen kılan, diktatörün partisi dışındaki tüm muhalefeti yasaklayan, bütün muhalif parti ve örgütleri kapatan, yandaş medya dışında tüm muhalif basını ortadan kaldıran ve acımasız bir çıplak şiddeti egemen kılan, kısacası tam anlamıyla totaliter burjuva rejim ise faşizm diye nitelenir.” (Elif Çağlı, Faşist Tırmanışa Karşı Mücadeleye, marksist.com) Çok daha geniş değerlendirmeler için ayrıca bkz. Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih bilinci Yay.)

link: Enternasyonalist Komünist, Faşizme Adıyla Seslenmemek, 3 Temmuz 2017, https://enternasyonalizm.org/node/179

published on 3 July 2017