Bugünlerde Ankara yoğun bir diplomasi trafiğine şahit oluyor. Bu trafikten TC’nin Suriye ve Irak politikasında son dönemde giriştiği Rusya eksenli yönelimin daha da güçlendiğini anlıyoruz. Daha düne kadar düşman olarak ilan edilenlerin bugün dost, dost sayılanların ise Türkiye düşmanları olarak lanse edildiğini görüyoruz. Bu gelgitli, tutarsız manevraların nereden kaynakladığı ise son derece çıplak bir şekilde ortada duruyor: AKP yönetimindeki TC’nin iflas eden Suriye politikası ve devletin genlerine işlemiş olan Kürt düşmanlığı.
Suriye’de yaşanan gelişmeler sonucunda Kürt hareketinin Rojava’da ciddi kazanımlar elde etmesi, Irak Kürdistanı’nda bağımsızlık referandumu kararı alınması ve bindirilen tüm basınca rağmen Barzani yönetiminin referandumu ertelemeye halen ikna edilememesi TC devletinin ve dümenindeki AKP faşizminin eteklerini tutuşturmuş durumda.
Emperyalist heveslerle Suriye’deki savaşa, önce beslediği gerici-cihatçı gruplar aracılığıyla dolaylı olarak, sonra da Fırat Kalkanı adlı işgal harekâtıyla doğrudan dâhil olan TC’nin tüm Suriye politikası iflas etmiştir. Gerçek çırılçıplak budur ve faşist rejimin aksi doğrultudaki tüm medya operasyonları bile bu gerçeği gözlerden gizlemeye yetmemektedir. Boyundan büyük anlamlar yüklenen ve bolca reklâmı yapılan ama aslında pek bir ehemmiyeti olmayan Astana görüşmelerinde masada bir koltuk kapmanın dışında Suriye politikasında yeri kalmayan TC, büyük güçler tarafından dışlanmış durumdadır. İflas eden politikalarından dolayı Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmanın telaşıyla AKP hükümeti “beka sorunu var” diyerek iç siyasal desteğini korumaya çalışıyor. “Bu sefer oyunu biz kuracağız” böbürlenmesiyle Suriye’deki paylaşım kavgasına balıklama dalan AKP, paylaşım masasının dışına itilmekle kalmadığının, kendisinin her an o masada paylaşılan konumuna gelebileceğinin farkındalığı ve tedirginliğiyle oradan oraya savruluyor. Oyun kurucu olacağız derken, bugün becermeye çalıştıkları tek şey, kendi aleyhlerine kurulan oyunları bozmak için çırpınmaktan bir adım öteye gidemiyor.
Bu biçare çırpınışlar da dertlerine derman olmayacaktır. Bugün hayata geçirmeye çalıştıkları taktiksel manevralar hiçbir “pozitif” stratejiye dayanmıyor, yalnızca tek bir negatif hedefi mevcut: Kürt halkının Türkiye’de ve Kürdistan’ın diğer parçalarında demokratik hak ve özgürlüklerini kazanmasına engel olmak. Bunu sağlamak için, dün “statüko artık bozuldu, yeni sınırlar çizilecek” havasındaki AKP kalemşorları, bugün Kürdistan’ı paylaşan dört devletin statükosunun zinhar bozulmamasından dem vuruyorlar. Mesele şu ki, yürüyen emperyalist paylaşım savaşı nedeniyle statüko gerçekten de bozulmuştur. İçinden geçtiğimiz tarihsel dönem, Ortadoğu’da yürüyen paylaşım kavgası, Kürt örgütlerinin olgunlaşmışlık düzeyi, yerel bölgesel ve uluslararası güçlerle geliştirdikleri ilişkilerin derinliği ve yaygınlığı da gösteriyor ki, Kürtlerin boyunduruk altında olma durumunu baskılarla, imha operasyonlarıyla vb. daha fazla sürdürmek artık mümkün olmaktan çıkmıştır. Erdoğan rejimi de aslında bu gerçeğin farkındadır, onu Batı dünyası karşısında daha da agresifleştirip azgınlaştıran da bu gerçektir.
Batı dünyasından dışlanan Erdoğan rejimi
Erdoğan rejiminin ABD’yle ilişkilerinin ABD’nin Suriye Kürtlerine verdiği destek nedeniyle son derece gerilimli olduğu biliniyor. Ama Batılı emperyalist güçlerle yaşanan sıkıntı ABD’yle sınırlı değil. Erdoğan rejiminin, Türkiye’nin dış ekonomik ilişkilerinde en büyük yeri tutan AB ülkeleriyle de arası giderek daha fazla bozulmaktadır.
16 Nisan referandumunun öncesinde Almanya ile yaşanan gerilim artarak devam ediyor. İncirlik krizi ile tırmanan gerginlik, Erdoğan’ın Almanya’daki Türkiyelilere şu şu partilere oy vermeyin çağrısıyla diplomatik sınırların ötesine taştı. Hollanda ile de referandum sürecinde “büyük” gerilim yaşanmış, Hollanda seçimlerinin bitmesinin ardından ilişkiler yumuşamıştı. Şimdi de Almanya’da genel seçimler yaklaşıyor. Milliyetçilik, ırkçılık, yabancı düşmanlığı tüm sağ parti ve iktidarların artan oranda başvurduğu bir söylemdir. TC’nin egemenleri de sözkonusu Avrupa ülkelerinin egemenleri de bu gerilimlerden kendi hesapları için fazlasıyla yararlanıyorlar. Gerilimi arttırmak her iki tarafın da işine geliyor. Olayın üzerinden atlanmaması gereken önemli bir yönü budur. Ama başta Almanya olmak üzere AB ile ilişkilerin gerilmesinin ardında yalnızca seçimlerin olduğunu söylemek doğru değildir.
Bu noktada TC’nin ABD ile ilişkilerini bozan tüm faktörler (Ortadoğu’da yürüyen savaşa ilişkin yaklaşımlar, Kürt hareketine yaklaşım, TC’nin bölge paylaşımından pay istemesi, Erdoğan ve ekibine duyulan güvensizlik) AB ile ilişkileri de bozarken, AB sözkonusu olduğunda ek faktörler de devreye girmektedir. Göçmen sorunu ve AKP hükümetinin bunu bir şantaj konusu haline getirmesi bunlardan biridir. Türkiye’deki faşist gidişat ise bir başka sorundur; ancak bu noktada AB ülkelerinde iktidarda olan sağ partilerin değil de sol partilerin onlara bindirdiği basıncın etkili olduğu da açıktır. Dolayısıyla seçimlerin ardından mevcut gerilim bir parça yumuşasa da AB ve Almanya ile ilişkilerdeki bozulmanın devam edeceğini öngörmek yanlış olmaz. Tablo şudur ki, faşist Erdoğan rejimi uluslararası burjuva çevrelerde büyük oranda prestij kaybına uğramış durumdadır. Trump ne denli antipatikse ve bir serseri mayın gibi davranıyorsa, Erdoğan da aynı şekilde (üstelik çok daha itici bir lider) olarak görülmekte, onunla yan yana görünmekten kaçınılmaktadır. Bunda Erdoğan ve şürekâsının diplomatik teamülleri aşan söylemlerinin, racon kesmelerinin, “sen kimsin, haddine mi, yaşın kaç” gibi sokak ağzının, damat Berat’ın “boğazlarına sarılırım” türü açıklamalarının bir payı olduğu da aşikâr.
Sıkışan faşist rejimin Asya yönelimi
Yaz başında ABD kışkırtmasıyla Suudi ekseninde şekillenen blokun Katar üzerinden yarattığı krizin, bölgedeki gelişmeler açısından yeni bir evreye işaret ettiğini söylemiştik. Bu krizin esas hedefinin İran olduğunu ve TC’nin de ya hizaya sokulmakla ya da hedef haline gelmekle karşı karşıya kalacağını belirtmiştik. Bu kriz devam ediyor, ABD ve bölgesel partneri olarak Suud bloku İran’ı ve TC’yi köşeye sıkıştırmaya çalışıyor.
Yıllarca (TC ve Katar ile birlikte) IŞİD’i destekledikten sonra çöken politikaları nedeniyle Suudilerin yeni arayışları bu sıkışmışlığı daha da arttırıyor. Suudi Arabistan’ın Irak’a uyguladığı ambargo kaldırılıyor, Şii ağırlıklı Necef kentinde Suud konsolosluğu açılıyor, kapalı sınır kapıları tekrar açılıyor. Iraklı Şii lider Mukteda el Sadr’ın önce Suudi Arabistan’ı, ardından da Birleşik Arap Emirlikleri’ni ziyareti, bölgede ABD öncülüğünde yeni kamplaşmaların yaratılmaya çalışıldığının açık işaretleri. İran’a karşı Sünni-Şii cepheleşmesinin yetmemesi ya da iç çelişkiler taşıması (Sünni Arap rejimlerin hüküm sürdüğü ülkelerin hepsinde de ciddi bir Şii nüfusun olması), İran’a karşı cepheleşmeyi Farslık-Araplık karşıtlığı üzerinden tahkim etme çabalarını doğuruyor. Bunun hedefinde, İran’ın Irak üzerindeki nüfuzunu kırmak, onu Irak’tan ve dolayısıyla Suriye’den dışlamak olduğu, böylelikle Suriye’de Esad rejimini önemli bir saha desteğinden yoksun bırakarak geriletmek ve mümkünse Irak ve Suriye’deki Sünnilere yeniden güç ve alan kazandırmak olduğu açık.
Sıkışmışlığa ve yalıtılmışlığa çare olarak Erdoğan rejimi, yüzünü giderek artan ölçüde Rusya eksenine dönüyor. Rusya ile geliştirilen askeri işbirliği, S-400 füze savunma sistemi alımı konusunda imza aşamasına gelen anlaşma ve Suriye politikasında Rusya’ya biat etmeye başlanması bu yönelimin ulaştığı boyutları gösteriyor. NATO ittifakının içinde kalmaya devam eden TC’nin iki ata da binerek paçayı kurtarma girişimlerinin eninde sonunda yeni bir fiyaskoyla sonuçlanacağı kesin gibidir. Ne var ki dış politikada çaresizlik içerisinde çırpınan faşist rejim ayakta kalabilmek için, her türlü maceracı manevraya başvurmak dışında bir alternatife sahip değildir. Son günlerde denize düşen yılana sarılır misali, kadim hasmı İran’la (ve dün boğaz boğaza girdikleri Irak merkezi hükümetiyle) yakınlaşma çabası bu çaresizliğin en bariz göstergesidir. İran’ın da böyle bir yakınlaşmadan hem Kürt sorunundaki gelişmelerin onu da rahatsız etmesi hem de Suudi blokunun etki alanını genişletmesinden duyduğu kaygı nedeniyle çıkarı olduğu görülüyor.
İran ile ittifak arayışları
İran’da molla rejiminin kurulmasının üzerinden geçen 38 yılın ardından ilk kez İran Genel Kurmayı kalabalık bir heyetle Türkiye’yi ziyaret etti. Konuşulan şeyin Suriye’nin yanı sıra, genelde Kürt sorunu, özelde de Irak Kürdistanı’nda yapılacak referandum olduğu açık. Malûm, diplomasinin altın kuralı, kapitalist güçlerin kapalı kapılar ardında neyi nasıl konuştuklarının emekçi halktan saklanmasıdır. Buna rağmen gerek sürecin gidişatından gerekse de yapılan açıklamaların satır aralarından anlaşılıyor ki, ABD’den Kürt sorunu ve Suriye politikalarında ümidi kesmiş gözüken iktidar, İran’la yakınlaşarak Kürt “tehdidi”ni birlikte yapılacak operasyonlar ve Suriye’de izlenecek ortak politikalarla bertaraf etme arayışına girmiştir. Ulaşıldığı söylenen hemfikirliliğin gerçek içeriğinin ne olduğu tam belli değildir, ayrıca sahada nasıl somutlanacağını, ne ölçüde hayata geçirilebileceğini öngörmek de mümkün değildir. Ama böylesi bir ittifak görüntüsü bile işlerin hiç de faşist Erdoğan rejiminin umduğu gibi gitmediğinin açık itirafıdır aslında.
Birbirine güvenmeyen bu iki gücün geleneksel düşmanlığı biliniyor. Daha düne kadar TC egemenleri İran’ı açıkça mezhepçilik yapmakla, mezhepçi bir savaşı kızıştırmakla, Pers yayılmacılığıyla suçluyorlardı. İktidarın borazanlarından ve Erdoğan’ın akıldanelerinden İbrahim Karagül, İran’ı emperyalistlikle ve PKK’yi desteklemekle suçlayıp şunları yazıyordu: “İran'ın önündeki öncelikli hedef Basra Körfezi ve S. Arabistan'dır. Tahran, Mekke odaklı, S. Arabistan odaklı, Basra Körfezi odaklı bir çılgınlık içindedir. (…) Bu yeni emperyal ihtirasın Basra Körfezi'nde girişeceği tehlikeli macera, bütün bölgeyi sarsacaktır. Bu imparatorluk hesabının yol açtığı dalgalar Türkiye sınırlarını bile yoklamaktadır. Çok geçmeden, tanklar Kabe'ye dayanmadan, Basra Körfezi'nde başlayan kriz Mekke Savaşı'na dönüşmeden bu ihtirasın dizginlenmesi lazımdır.”
Bugünse hiç utanıp sıkılmadan ve sanki bu yorumları o yapmamış gibi, İran’la ortak hareket edilmesi gerektiğinden, Esed ile (ki Esad’ı “Esed” diyerek öcüleştirme furyasını başlatanlardan biridir kendisi) arayı düzeltmek ve işbirliği yapmaktan dem vuruyor. Üstelik kendisi, dün ne kadar haklıysa, bugün de o kadar ve mutlak ölçüde haklıdır! Şöyle diyor: “Türkiye, Cumhuriyet tarihinin en büyük tehdidiyle yüz yüzedir. Çünkü ilk kez açıktan çokuluslu bir cephe ile karşı karşıya. Öyleyse İran ve Rusya ve Şam yönetimi dâhil, daha kapsamlı, derin, kalıcı anlaşmalara varmayı zorlamak gerekiyor. Son adımlar İran’ı Irak’tan sıkıştırıyor. Bu ABD planıdır, İran’ı baskı altına alıp cepheyi İran sınırına yaklaştırma hesabıdır. (…) İşte bu küresel bir akıldır, küresel bir projedir, bir Atlantikçi müdahaledir. (…) Ankara’daki temaslardan ne çıkacak, büyük bir merakla bekliyorum. Artık bir gün bile bekleme imkânı kalmadı. Türkiye’nin o koridora doğrudan, açık ve güçlü bir müdahalesinden başka seçenek kalmadı.”
Kuşku yok ki, İran’dan “Kürt koridorunu” engellemek ve PKK’yi ezmek için alınacak destek karşılığında onlara hem Suriye’de cihatçıların elinde bulunan bölgelerin Esad’ın denetimine geçmesi hususunda, hem de Irak’ta Telafer operasyonunda Şii milislerin kullanılmasına karşı yükseltilen itirazların geri çekilmesi konusunda yeşil ışık yakılmıştır. Telafer operasyonunun hemen bu ziyaretin ardından başlaması da bunu gösteriyor. Belli ki, TC, “Kürt koridorunu” engellemek için şimdilik “İran koridoruna” göz yummaktadır. Hâlbuki daha düne kadar ikisini de varoluşsal bir tehdit olarak görüyorlardı. Bu kadar kısa sürede tam ters dış politikaları savunmaları hem gözlerini bürüyen emperyalist hırslarını ve hem de bu hırsların iflasla sonuçlanmasıyla eteklerinin nasıl tutuştuğunu gösteriyor aslında. Tam da, açgözlü burjuvalara has bir ikiyüzlülük, ilkesizlik, tutarsızlık!
Başat dertleri, onları İran’la yan yana düşüren tek motivasyonları, Kürtlerin özgürlüklerini kazanmasının, demokratik haklarına kavuşmasının önüne geçmektir. “Kürt koridoru” kodlamasıyla dillendirdikleri bu korkularıdır. Bu korkuları bir paranoyadan mı ibaret? Gerçekten Kürtler, Ortadoğu’da yürüyen paylaşım savaşının çatlaklarından kendi lehlerine kazanımlar elde etmediler mi? ABD ve Avrupalı emperyalistler Kürtleri desteklemiyorlar mı? Ve hatta Rusya bile Kürtleri kaybetmek istemediğinden onlara göz kırpmıyor mu? Bu sorular çoğaltılabilir. Ama bunları öne çıkartanların esas gayesi meselenin özünün üstünü örtmektir. Esas mesele, koca bir halkın dört devlet (TC, Suriye, Irak ve İran) tarafından boyunduruk altında tutulması, başta kendi kaderini tayin hakkı olmak üzere demokratik haklarından mahrum edilmesidir. Bu durumun ilânihaye süremeyeceği açıktır.
İdlib ve Afrin’e dönük işgal niyetleri
ABD Savunma Bakanı Mattis’in Türkiye ziyaretinin de, Rusya ve İran’la yakınlaşmayı soğutmak üzerine kurgulandığını tahmin etmek zor değil. Bu ziyaretin gündeminin, Suriye ve özellikle de İdlib meselesi, Irak Kürdistanı’ndaki referandum, Rojava’daki durum ve TC’nin Rusya’yla yürüttüğü S-400 görüşmeleri olduğu biliniyor. Suriye’de etki alanı daralan ABD, Kürt hareketine şimdilik mahkûm durumda ve aslında bu onun uzun vadeli stratejisiyle de uyumlu. Ne var ki, bu durumun TC’de yarattığı tedirginliği azaltmak için ona (güvenilirliği soru işaretli) garantiler vermeye ve yatıştırmaya çalışıyor. Öte yandan Rakka operasyonunun temposunun da gösterdiği gibi YPG’nin acelesi yok; zaman Kürtler lehine işliyor, TC’nin telaşı da bu yüzden.
Suriye’de yaşanan tüm gelişmeler de gösteriyor ki, Esad Rusya’nın desteğiyle inisiyatifi ele geçirmiştir ve ülkesinde cihatçılara kaptırdığı alanları geri kazanmaktadır. Ülkenin güneyinde ABD destekli cihatçıların önünü keserek onları kuşatmış, Rakka’nın güneyini ele geçirerek ve buradan ilerleyerek Deyrezor’un kapısına dayanmıştır. Suriye ordusunun ve İran destekli Şii milislerin Irak sınırına doğru yürüttükleri bu saldırı kampanyasının yakın zamanda başarıya ulaşacağı, Suriye’den IŞİD’in tümüyle temizleneceği ve Irak ordusuyla Suriye ordusunun sınırda buluşarak, İran’dan Akdeniz’e uzanan bir hattın oluşacağı açık gözüküyor. Ardından sıranın İdlib’e geleceği kesindir. İşler bu noktaya varmadan, farklı saiklerle de olsa hem ABD hem de TC İdlib’i çeşitli bahanelerle (sözümona radikal İslamcı terörle mücadele adına) işgal etmeye niyetliler.
AKP ve gizli koalisyon ortaklarından Perinçekgiller ile MHP, Suriye’deki gelişmeler üzerine Afrin ya da İdlib bölgesine TC askerini sokmak üzere kazan kaynatıyorlar. TC işgal ettiği Suriye topraklarına askeri yığınağı arttırıyor, Afrin’e girdik gireceğiz havası gerek faşist rejimin siyasileri gerekse de basını tarafından körükleniyor. Bu doğrultuda gizli pazarlıkların yürüdüğü, ABD’den ve Rusya’dan yeşil ışık görmeleri durumunda bir an bile beklemeyecekleri açıktır. Ne var ki bu iki büyük güçten veto yemeleri durumunda bile böyle bir yeni saldırı ve işgal hamlesine girişebileceklerine dair yaptıkları açıklamalar “milli gururu” okşamaktan öte bir anlam ifade etmiyor. Kendi çıkarları gereği hem ABD hem de Rusya, TC’nin Afrin’i bir bütün olarak işgal etmesini kabul etmeyeceklerdir. Diğer taraftan pazarlıkların, Afrin’in merkezi olmasa da, Tel Rıfat’ın TC kontrolündeki işgal bölgesine katılması üzerine yoğunlaşması mümkündür. Ama Kürt tarafının bunu kabul etmeyeceği de bir o kadar açıktır.
Suriye topraklarının işgaline hatırlanacağı gibi CHP de destek vermişti. Şimdi Afrin-İdlib işgali korosuna da CHP kimi yöneticileri aracılığıyla katılıyor. CHP Genel Başkan Yardımcısı Öztürk Yılmaz katıldığı bir televizyon programında yaptığı açıklamalarda, TC’nin ABD’den önce İdlib’e girmesi gerektiğini, aksi takdirde ABD’nin burayı Kürtlere vereceğini ve böylelikle Kürtlerin Akdeniz’e ulaşacaklarını söylüyor: “Suriye politikasında acilen Türkiye El Nusra'nın bulunduğu bölgeye birşey yapmazsa o zaman bunu Amerika yapacak. Amerika bunu PYD/YPG ile yapacak. PYD/YPG'de İdlib'e kadar uzanacak ve aynen Fırat'ın doğusunda nasıl büyük bir bölge çıktıysa ortaya burada da o bölge çıkacak ve bu Akdeniz'e inecek.”
Görüldüğü üzere Kürt düşmanlığında AKP’nin egemenleri ve diğer faşist ortakları tek başlarına değiller. CHP içerisindeki baskın eğilimin de genetiğinde aynı düşmanlık yatmaktadır. Ordu içerisindeki Kemalist (Ergenekoncu, Avrasyacı vb.) unsurlarla Kürt düşmanlığı temelinde faşist bir ittifak kuran Erdoğan, aynı düşmanlık ortaklığı üzerinden CHP’yi de rehin almakta, Kürt sorunu ve Suriye savaşı konusunda her kritik kararda CHP’nin desteğini almakta hiç de güçlük çekmemektedir. Bunda ordu içindeki Kemalist unsurların CHP politikaları üzerindeki belirleyici etkisinin de payı vardır. Bir yandan 2019 seçimlerinde Erdoğan’ı sandıkta devirme hayalleriyle oyalanan CHP, bir yandan da temel sorunlarda izlediği çizgiyle adeta AKP’ye gönülsüz de olsa koltuk değnekliği yapmaktadır. Bunun yanı sıra, bir taraftan rejimin faşist niteliğinin tescil edildiğini ilan edip diğer taraftan, halka bir alternatif ve mücadele yolu olarak sokakları değil de artık bir aksesuardan başka bir anlamı kalmayan parlamentoyu göstermek tam bir çelişkidir. Dahası bu politikalarla CHP, HDP’yi de parlamentoda rehine olarak kalmaya zorlamış oluyor.
Tam bir yıl önce Cerablus’tan El Bab’a kadar olan bölgeyi işgale girişen TC devleti, bunu IŞİD’e karşı mücadeleyle gerekçelendiriyordu. Bugünse bu işgalin esas sebebinin “Kürt koridoru”nu önlemek olduğunu apaçık ilan ediyor, bununla övünerek yeni girişimlerde bulunacaklarını söylüyorlar. Ülkeyi emperyalist heveslerle ve Kürt düşmanlığıyla maceralara sürükleyenler, emekçilerin çocuklarını körükledikleri savaşta kurban ettikleri gibi, başka halkların acılarını katmerlendirmekten de geri durmuyorlar. Kürt sorununun demokratik temellerde çözümünün önünü tıkamaya devam ederek, ülkeyi çok daha büyük bir felâkete doğru adım adım sürüklüyorlar. Ülkenin demokratik sorunlarını çözmekten aciz olan egemenler, demokrasi talepleri yükseldikçe, sınırlarına dayanan savaş ve kapıları zorlayan ekonomik krizin baskısıyla en iyi bildikleri yola başvuruyorlar: baskıları arttırmak. Ülkede inşa edilen faşist rejimin temelleri bu korkulara dayanıyor.
Bugün beka sorunu var diyerek milli birlik çağrısında bulunan egemenlerin söylemleri karşısında, emekçilere bu sorunu yaratanın da aslında onlar olduğunu, yaşananların ve yaşanacak tüm felâketlerin sorumluluğunun egemenlerin sırtlarında olduğunu bıkmadan usanmadan anlatmak hayati bir görevdir. Önce tüm demokratik talepleri boğup ardından da beka sorunu diye tutturanlardan, birleşip örgütlenerek mücadeleyi yükseltecek olan işçi sınıfının er geç hesap soracağına inancımız tamdır.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Faşist Rejimin Yeni Dış Politika Manevraları, 1 Eylül 2017, https://enternasyonalizm.org/node/189
Türk-İslam Tipi Faşizmin Temmuz Seyri
Yeni KHK’lar: Erdoğan’ın Acelesi Var!