Son on yılda tüm dünyada demokrasinin çerçevesi giderek daralıyor, otoriterleşme eğilimi giderek güçleniyor. Türkiye ise faşizmin kurumsallaştırılması doğrultusunda atılan adımlarla düzenin totaliter diktatörlüğe dönüştüğü bir ülke haline geldi. Zaten burjuva demokrasisinin en iyi zamanlarda bile sınırlı hayata geçebildiği Türkiye’de, faşizmin tırmanış sürecinden beri, demokrasi ve hukuk tümüyle rafa kaldırılmış, muhalefet sindirilmiş, Meclis faşizmi örtüleyen bir asma yaprağı haline gelmiş, savcılar ve yargıçlar ise kanunlara değil Erdoğan’ın iki dudağından çıkacak laflara bakar olmuştur. Öyle ki gelinen aşamada burjuva demokrasisinin ve hukukunun ayaklar altına alındığı uygulamaların yalanlanmasına veya çeşitli gerekçelerle üstünün örtülmesine dahi ihtiyaç duyulmuyor.
Sorun, eşyanın doğası gereği, hukuksuzluğun zaten olağan olduğu faşist iktidarla sınırlı değil. İkiyüzlüce açıklamaları bir kenara bırakacak olursak, gerek ulusal gerekse uluslararası düzeyde demokrat pozları kesen Erdoğan karşıtı burjuva kesimlerin önceliği de gerçekte demokrasi veya hukuk değil. Türkiye’nin AB ve ABD’nin çıkarları ile çelişen dış politikası ve Erdoğan liderliğinin güvenilmez tarzı, Batı emperyalizminin Erdoğan iktidarına karşı muhalif bir pozisyon almasını sağlasa da, finans kapital yine de kârına bakıyor. Yani uluslararası sermaye çevreleri açısından milletvekillerinin ve gazetecilerin hapiste olmaları, muhalefet üzerindeki baskılar tâli konulardır. Hatta referandum öncesinde bazı ekonomistler hayır sonucunun istikrarsız bir siyasi tablo ortaya çıkaracağını, evet sonucununsa sermaye açısından daha güvenli bir ortamın oluşmasına yol açacağı görüşünü dillendiriyordu. Ve her şeye rağmen Türkiye’nin yatırım yapılabilir bir ülke pozisyonunda olduğu görüşünü savunuyorlardı.
Yatırım ve hukuk arasındaki ilişkiye dair bir açıklamayı da bir süre önce Maliye Bakanı Şimşek yaptı. Bakan hem genel anlamda sermaye için demokrasi ve hukukun anlamını, hem de Türkiye’de zirve yapan hukuksuzluğu hiç umursamadıklarını son derece doğal bir biçimde itiraf etti. Şimşek müteahhitlere yaptığı konuşmada, özellikle hukukun iyi işlediği ülkelerde iş yapmanın daha kolay olduğunu, ancak bu ülkelerde de kâr marjlarının diğer ülkeler kadar yüksek olmadığını söyledi ve Türkiye sermayesinin büyümesi için hukukun iyi işlemediği ülkelerin kurdukları çeşitli kuruluşlara da üye olduklarını açıkladı:
“Biz 2007 yılında Afrika Kalkınma Bankasına, Afrika Kalkınma Fonuna üyeliği neden gündeme getirdik, neden üye olduk? Sırf o kaynaklardan faydalanmak için. BRICS ülkelerinin kurduğu yeni bir kalkınma bankası var. Onların vereceği projelerden yararlanmak için üye olunması gerekiyor. Sırf onun için şu anda ciddi ciddi üye olmayı değerlendiriyoruz. Sırf sizin önünüzü açmak için. Çin’in liderliğinde geçen sene kuruluşu tamamlanan bir altyapı yatırım bankası vardı, biz ona da üye olduk. Amacımız yatırım, kalkınma bankaları, altyapı fonları tarafından finanse edilen projelerde sizin de rahat bir şekilde gidip katılabilmeniz, orada proje almanız halinde bunun finansmanının sağlanması.”
Burjuva siyasetçilerin zaman zaman büyük bir açık sözlülükle ifade ettiği bu düşünceler, bir zamanlar burjuva devrimlerine eşlik eden eşitlik, özgürlük, insan hakları, adalet gibi kavramların kapitalizmin çürüme döneminde hepten rafa kaldırıldığına da işaret ediyor.
Burjuvazi, kapitalizm öncesi egemenleri tahtından indirirken kendi çıkarlarının tüm toplumun çıkarları olduğunu, kendi iktidarının da tüm toplumun çıkarına olduğunu iddia ederek diğer ezilen kesimlerin de desteğini almıştı. Burjuvazi egemenlik mücadelesi veren bir sınıf olarak henüz ilerici bir role sahip olduğundan, burjuva demokrasisi ve hukuku o dönem daha ilericiydi. Ama yine de son tahlilde burjuvazinin çıkarlarına hizmet ediyordu. Devrimci döneminde burjuvazi, halktan gelen basıncın da etkisiyle geçmişin bütün değer yargılarını, tutuculuğunu, hukukunu, siyasetini kaldırdı ve yerine kendi sınıfının yasa düzeyine yükseltilmiş iradesinden başka bir şey olmayan burjuva hukukunu ve özgürlüğünü koydu. Marx ve Engels daha Komünist Manifesto’da burjuvazinin eski ilişkileri nasıl nakit para bağına dönüştürdüğünü ve geçmiş ayrıcalıklı özgürlüklerin yerine vicdansız ticaret özgürlüğünü koyduğunu çarpıcı biçimde ortaya koydular.
Fransız devriminin mottoları eşitlik, özgürlük, kardeşlik ve adalet burjuvazinin kitleleri arkasına almak için sahiplendiği değerler olduğu gibi, bir süre sonra kapitalist düzen için tehlikeli de olmaya başladılar. Bu kavramlar burjuvazi için başka, işçi sınıfı için başka anlamlara geliyordu. Bugün demokrasinin olmazsa olmazı olarak tarif edilen ve sanki burjuvazi bunları bahşetmiş gibi sunulan temel hak ve değerler için nice mücadeleler verildi ve bu haklar öyle kazanıldı. Paris Komününde gerçek demokrasi ve özgürlüğü kendi tarzıyla hayata geçirmeye kalkan işçi sınıfı burjuvazinin yüreğine müthiş bir korku saldı. Burjuvazinin korkusuna ve baskısına rağmen büyüyen mücadele dalgası burjuva demokrasisinin çerçevesini genişletti. Avrupa’nın birçok ülkesinde genel oy hakkı için verilen mücadele de bu bağlamda sonuç vermeye başladı. Bu yıllarda mülk sahibi olma, okuryazarlık ve cinsiyet şartlarından dolayı yurttaşların çok azı oy kullanabiliyordu. Sadece erkeklere oy hakkı tanınması kadınları seçimlerden tamamıyla dışlarken, mülkiyet ve okuryazarlık gibi kriterler ise işçi sınıfını sürecin dışına itiyordu. İngiltere’de 19. yüzyılın ikinci yarısından itibaren yapılan reformlarla oy hakkı genişletiliyor ve seçmen sayısı dört katına çıkıyordu. Belçika’da oy hakkının genişletilmesi 19. yüzyılın sonlarında ancak genel grevlerle mümkün olacaktı. Bugünün “saygın demokrasileri” olarak bilinen Kuzey Avrupa ülkelerinde ise 20.yüzyılla birlikte oy hakkı genişletilecekti. Yasalarla kısmen de olsa genişletilen oy hakkı, başka şartlarla daraltılmakta veya istenmeyen seçim sonuçlarının önüne geçilmesi sağlanmaktaydı. Belçika, İtalya ve Hollanda’da yüksek eğitim almış kişilere ek oy hakkı vardı meselâ. Ya da seçmen yazma işleminin karmaşıklığı ile 1914 seçimlerinde İngiliz işçi sınıfının yarısı oy hakkından fiilen mahrum edilmişti. Bazı ülkelerde ise 1930’lara kadar açık oy sistemi vardı.
Özetle, 20. yüzyıl gibi geç bir dönemde halen oy hakkı sınırlıydı ve bu sınırlı hakkın kullanılması bile fiilen engelleniyordu. Kitlelerin gerçek anlamda yönetime katılımının nasıl olması gerektiğini Ekim Devrimi gösteriyordu. Paris Komününden sonra Ekim Devrimiyle dehşete düşen burjuvazi, devrimci ayaklanmaların önünü almak veya bastırmakla meşguldü. Avrupa göbeğinden çatladı, çatlayacaktı. İşte bu koşullarda kadınlara da oy hakkı tanımak zorunda kalan burjuvazi, demokrasinin sınırlarını biraz daha genişletecekti. Ancak burjuva demokrasisinin sınırlılığı ve sahteliği, kriz ve devrim korkusu koşullarında kendisini çırılçıplak biçimde gösterecekti.
Demokrasi kılıfı olağanüstü koşullarda yırtılır
Olağan dönemlerde demokrasi kılıfıyla diktatörlüğünü gizleyen burjuvazi, olağanüstü koşullar söz konusu olduğunda bu kılıftan kurtulmak ister. Olağan koşullarda ezilen kitlelerin kendisini yönetimin bir parçası sanmasına yol açan burjuva demokrasisi, kriz dönemlerinde önü tıkanan burjuvazi için katlanılamaz bir lüks halini almaya başlar. Burjuvazi böyle dönemlerde daha güçlü bir hükümet, daha güçlü bir iktidar, daha güçlü bir lider ister. Kesesini kurtarabilmesi için burjuvazinin tacını kaybetmesi zorunludur böyle dönemlerde:
“Olağan koşullarda tüm ipleri elinde tutmak isteyen, burjuvazi içindeki işbölümü gereği generaline rahatlıkla «sana verilen işleri yürütmek dışında başka işlere burnunu sokma» diyebilen burjuva iş âlemi, olağanüstü koşullar altında siyasette tekelini kuran generallerin yönetimi altına girmek zorunda kalacaktır. Olağan yönetim döneminin işleyişine oranla, bu durum burjuvazi açısından bazı sıkıntılar yaratsa da, sonuçta her şeyin bir bedeli vardır. Bu nahoş durum da burjuvazinin ekonomik çıkarlarını kollamak için ödediği bir bedelden ibarettir. Unutulmasın ki, son tahlilde burjuvazinin dini imanı paradır. Ve cüzdanını korumak için parlamenter vicdanından feragat etmek, burjuvazinin «ahlâk» anlayışına hiç de ters değildir.”
“Şu ya da bu şekilde, burjuva düzen yeniden olağan işleyiş biçimine dönebildiğinde ise herkes yine genel işbölümü içinde tuttuğu konuma boyun eğmek zorunda kalır. Ancak bu arada, büyük mülk sahibi burjuvazi korunan düzeni sayesinde işlerini yoluna koyabilmiş olur. Çeşitli örneklerin gösterdiği gibi, burjuva düzenin olağanüstü yönetim dönemleri son tahlilde iş sahibi burjuvazinin önünü açar. Nitekim Marx, Bonapartist yönetim altında bazı «hoş olmayan» durumlar yaşanmış olsa da, ekonomik ilişkilerin büyük sermaye birikimi açısından başını alıp gideceğine işaret eder. «Burjuvayı yatıştırmak için şunu da söylemek gerekir ki» der: «Bonaparte ile düzen partisi arasındaki skandal, bir yığın küçük kapitalisti borsada yıkıma uğratmak ve onların servetini büyük borsa kurtlarının cebine geçirmek gibi bir sonuç doğurur.»” (Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme , Tarih Bilinci Yay.)
Aynı şekilde, finans kapitalin olağanüstü yönetim biçimi olan faşizmde de burjuvazi toplumsal gücünü muhafaza edebilmek ve kesesini doldurmaya devam edebilmek için kendini siyaseten mülksüzleştirir. Nitekim Almanya ve İtalya’daki klasik faşizmlerden Latin Amerika ve Türkiye gibi dünyanın diğer ülkelerinde iktidara gelen cuntalara kadar faşizmin önünü açan finans kapital olmuştur. Birinci Dünya Savaşından yeni çıkmış Almanya’da burjuvazinin sarsıntıdaki sömürü düzenini koruyacak bir rejime ihtiyacı vardı. Krupplar, başta işçi sınıfı olmak üzere her türlü muhalefeti sindirip sermaye için dikensiz gül bahçesi yaratacak Hitler’i iktidara getirmek için kesenin ağzını açtılar. Kaz gelecek yerden tavuk esirgenmez! Sadece Krupp’tan ibaret değildi insanlık tarihine kara bir leke olarak geçen Nazi faşizmine destek verenler. Bugün de dünyanın sayılı markalarına sahip olan uluslararası tekellerin arasında yer alan sermaye grupları daha fazla kâr için Nazi rejimini desteklemişlerdi. Otomobil devi BMW ve Renault, ilaç firması Bayer, moda devi Hugo Boss, beyaz eşya ve elektronik markası Siemens, meşrubat tekeli Coca-Cola, İsveçli ev eşyaları mağazası IKEA, Almanya’ya yatırım ve üretim yapmak için demokrasi veya hukuk kriterleri aramıyorlardı. Tersine, Alman pazarına girebilmek için Nasyonal Sosyalist Partiye her türlü desteği veriyor, Nazi faşizminin suçlarına ortak oluyorlardı. Meselâ, ilaç tekeli Bayer milyonlarca Yahudi’nin gaz odalarında ölümüne sebep olan Zyklon gazının üreticisiydi. Yahudiler trenlerle korkunç bir ölüme doğru yol alırken, Bayer tatlı kârlarının hayalini kuruyordu. BMW, Alman ordusuna askeri teçhizat üretirken, toplama kamplarında on binlerce kişiyi köle gibi çalıştırıyordu. Bugün dünyanın bir numaralı içecek markası olan Coca-Cola, ABD’nin savaşa girdikten sonra Almanya’ya ihracatı yasaklaması üzerine, Fanta markasını yaratarak ambargoyu deliyordu.
Bu sermaye gruplarının kimisi özür dileyerek suçlarını kabul etti, kimisi ise inkâr etti. Burjuvazi, İkinci Dünya Savaşından sonra, bu kara lekesini hafızalardan silmek için ikiyüzlüce yalanlar söyledi ve Avrupa’nın faşizmden dersler çıkardığını iddia ederek, bir daha faşizmin insanlığa musallat olmayacağının garantisini vermeye çalıştı. Almanya’da ve İtalya’da faşistlerin iktidara gelmesi için desteklerini esirgemeyen Avrupalı ve Amerikalı tekeller, Nürnberg mahkemeleriyle kanlı ellerini temizlemeye çalıştılar. 24 Naziyi yargılayan mahkeme böylece finans kapitalin ne kadar barışsever, ne kadar demokrat ve ne kadar adil olduğunu kanıtlıyordu! Bu yargılamaların ne kadar ikiyüzlüce olduğu sadece yargılayanların Nazi faşizmine destekleri ve suç ortaklıkları değil, ilerleyen yıllarda dünyanın farklı yerlerinde iktidara tırmanacak faşist cuntalara verecekleri destekten de anlaşılacaktı.
İkinci Dünya Savaşından sonra Avrupa’da geçmişte kalan faşizme lanetler okunurken, birçok Latin Amerika ülkesinde devrimciler, sosyalistler, mücadeleci işçiler faşizmin saldırılarıyla karşı karşıyaydılar. Yüz binlerce kişinin işkencelerden geçirildiği, öldürüldüğü, özgürlüklerinin ellerinden alındığı Latin Amerika’da faşistleri destekleyenler sözümona faşizmi lanetleyen uluslararası finans kapitaldi yine. Meselâ Şili’de Allende iktidarını deviren Pinochet yönetimi, 1976 yılında Kongrenin onayı bile olmadan ABD’den 290 milyon dolarlık doğrudan yardım aldı. “Arjantin’de Videla diktatörlüğü birinci yılını tamamladığında, Kuzey Amerikan özel bankalarından 500 milyon dolar, ABD’nin sözünü geçirdiği Dünya Bankası ve Amerikan Kalkınma Bankasından da 415 milyon dolar almıştı. Arjantin’in 1975 yılında IMF nezdinde 64 milyon dolar olan özel kredi hakkı, 2 yıl sonra 700 milyon dolara ulaştı.” (Eduardo Galeano, Latin Amerika’nın Kesik Damarları, s.342-343, Çitlembik Yayınları, 2006–düzeltilmiş çeviri)
Türkiye’de de burjuvazinin yükselen işçi hareketinin yarattığı devrimci tehditten kurtulmak ve ihtiyaç duyduğu ekonomi politikalarını hayata geçirmek için, yine uluslararası finans kapitalin desteğini de alarak faşist cuntayı işbaşına çağırdığını biliyoruz. 24 Ocak kararlarının uygulanmasının önündeki engel örgütlü işçi sınıfıydı. Ve bu engelden demokratik yollarla kurtulmak mümkün değildi. İşçi sınıfının örgütleri ve mücadelesi tanklarla ezilmeliydi.
“24 Ocak kararları hiçbir dirençle karşılaşmaksızın kolayca uygulanabilecek kararlar değildi kuşkusuz. En başta da işçi sınıfı ve onun sendikal örgütlerinin bu kararların uygulanmasına şiddetli bir direnç gösterecekleri belli bir şeydi. Daha ilk günden itibaren işçi eylemleri ve grevler yaygınlaşmaya başladı. Durumun vahametini kavrayan egemen sınıf mensupları, vakit geçirmeksizin düğmeye basıp olağanüstü bir yönetimi işbaşına getirmek için kolları sıvadılar. TÜSİAD gibi işveren örgütleri gazetelere çarşaf çarşaf ilanlar vererek, «ülkenin selameti ve devletin bekası» için orduyu göreve çağırıyorlardı. Bu davete icabet eden generaller, 12 Eylül 1980’de askeri-faşist bir darbeyle olağan burjuva rejimin işleyişine son verdiler ve parlamentoyu, partileri, sendikaları, kitle örgütlerini kapattılar. İktidara el koyan beş generalin aldığı ilk kararlardan birisi, darbeden önce ekonominin başında bulunan finans-kapitalin has adamı ve 24 Ocak kararlarının mimarı Turgut Özal’ı yeniden ekonominin dümenine geçirmek oldu.” (Mehmet Sinan, Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP, marksist.com)
Faşizm sancılı da olsa ulusal ve küresel sermayenin ihtiyaç duyduğu yapısal değişimlerin hayata geçirilebileceği ortamı yaratabilmişti. Nitekim ekonomik göstergeler sermayenin lehine değişmeye başlıyordu.1978-1988 arasındaki 10 yıllık dönem bu bakımdan çarpıcı veriler sunuyor. İşçi sınıfının grevlerinden dolayı tam kapasite kullanılmayan fabrikaların harıl harıl çalışması ve 24 Ocak kararlarının engelsiz uygulanabilmesiyle bu 10 yılda üretim %45 oranında arttı. Uluslararası kapitalizmle entegrasyon adımlarıyla birlikte hem ithalatta hem de ihracatta önemli bir artış yaşandı. İhracatın 5 katına çıkması faşizmin sermayeye faydası hakkında yeterince ipucu vermektedir. Sermaye lehine bu gelişmeler yaşanırken, politik ve sendikal örgütleri dağıtılan işçi sınıfı cephesinde ise ekonomik ibreler aşağıya doğru gitti. Aynı 10 yıllık dönem içerisinde ücretler tüketici fiyatlarına göre %32 oranında geriledi. (Rakamlar Korkut Boratav’ın “Türkiye İktisat Tarihi 1908-2002” kitabından alınmıştır)
Aradan yıllar geçti, bugün Türkiye işçi sınıfı 12 Eylül askeri faşizminin hesabını soramadan sivil faşizm tehdidiyle karşı karşıya kaldı. Sermayenin önceliklerinde bugün de bir değişiklik yoktur. Sermaye her zaman maksimum ve sürdürülebilir kârlılık hesabına göre planlarını yapar ve ona göre adımlarını atar. Demokrasi, hukuk, insan hakları gibi kavramlar sermayenin bu hesabını ne yönde ve ne derece etkilediğine göre bir önem taşır. Bu, sadece, bugün faşist iktidarın arkasında yer alan ve bu sayede palazlanan burjuva kesimler için geçerli değildir. Siyasi söylemleri ve iktidar karşısındaki pozisyonları farklı görünse de, bu bakımdan burjuvazinin farklı kesimleri arasında özünde hiçbir fark yoktur. Örneğin, iki yıl önce başkanlık tartışmalarının yapıldığı zamanlarda Eczacıbaşı, yatırımcının güven duyduğu ve parasını güvenle getirdiği, yerli ve yabancı sermayenin önünü gördüğü bir ortam sunmanın en önemli konu olduğunu ifade etmişti. Her ne kadar demokrasi vurgusuyla bu ifadeler süslense de, bunun anlamı demokrasi ve hukukun sermayeye güven verdiği ölçüde sermaye açısından önemli olduğudur. Bugünlerde ise Türkiye’de finans kapitalin pek de hoşlanmadığı Erdoğan’ın iktidarını mutlaklaştırabilmesinin sebebi uluslararası kriz ve kızışan rekabettir. İşsizlik, düşük ücretler, çalışma ve yaşam koşullarının mayaladığı hoşnutsuzluk koşullarında, TÜSİAD için de esas olan demokrasi değil, burjuvazinin maliyetlerini düşürecek, kâr oranlarını arttıracak ve bununla birlikte ortaya çıkacak tepkileri bastıracak politikalardır. Yontulmamış sermaye kesimlerinin sözcüsü olan Erdoğan, TÜSİAD’ın ciğerini bildiği için lafı dolandırmamakta, burjuva terbiyesi almış kesimlere kaba gelse de, OHAL’den şikâyet eden burjuvalara “Grevdi, boykottur, ıvır, zıvır bir şey var mı? Yok.” diyebilmektedir. TÜSİAD burjuvazisinin şu anda OHAL’in kaldırılmasını istemesinin sebebi de demokratlıkları değil, siyasi ve ekonomik hesaplarıdır. Kesesini kurtarmak için Bonaparte ve Hitler’e sarılan burjuvaziyle aynı sınıfa mensup olan TÜSİAD burjuvazisinin de sıkıştığında aynı şeyi yapması şaşırtıcı olmayacaktır.
Uluslararası sermaye açısından da durum farklı değildir. Türkiye’ye yapılan uluslararası doğrudan yatırımlara baktığımızda son yıllarda şöyle bir tablo görüyoruz: 2014 yılında 12,8 milyar civarında olan doğrudan yatırım, 2015 yılında 17,5 milyara çıkmış, 2016 yılında ise 12,3 milyara gerilemiş. 2016 yılındaki siyasi tablo ve belirsizlikler sermaye açısından risk faktörünü arttırdığı için önemli bir düşüş yaşanmış. Hukuk normlarının ve demokrasinin ayaklar altına alınmasına rağmen, 2017 ilk çeyreğinde ise tekrar bir artış yaşanmaya başlamış. Elbette Türkiye ekonomisinin kırılganlığı ve uluslararası konjonktür hesaba katıldığında bu ilk çeyrekteki değişimin ne kadar süreceği belirsizdir ve her an tersine dönmesi de muhtemeldir. Ancak 2017 ilk çeyreğini hesaba katmasak bile, 2016 yılında düşüşe rağmen gerçekleşmiş olan 12,3 milyarlık uluslararası yatırım da “demokrasi yoksa yatırım da yok” lafının tek yönlü ve yanlış bir tespit olduğu gerçeğini ortaya koyuyor.
Sermayenin hukukun işlemediği ülkelerde yatırım yapmasının bazı risklerinin olmasına karşın büyük avantajları da var. Birincisi bu ülkelerde aynı zamanda işgücü maliyetleri daha düşük olduğu için burjuvazi daha büyük bir artı-değer kitlesine el koyar. Emperyalist ülkelerin üretimlerini Afrika, Asya ve Latin Amerika ülkelerine kaydırmalarının sebebi de budur. İkincisi, burjuva demokrasisinin ve hukukunun gelişmişliğinin işçi sınıfının geçmişte verdiği mücadelelerle olan bağını göz önünde bulundurduğumuzda, bu ülkelerin aynı zamanda güçlü bir işçi sınıfı mücadelesi geleneğine sahip olmadığını da görürüz. Sendikal örgütlülüğün çok zayıf veya tamamıyla devlettin güdümü altında olduğu bu ülkelerde, yoğun sömürü koşullarının sürdürülebilirliği de daha kolaydır. Üçüncüsü ise, yargı mekanizmasının hukuka göre değil de, liderlerin veya iktidardaki partilerin talimatlarına göre işlediği ülkelerde sermaye aleyhine açılan davaları kolaylıkla kazanabilir. Tehdit, şantaj veya rüşvet ile her kapı açılabilir burjuvazi için. Türkiye örneğinde görüldüğü üzere, grevler bir kararname ile yasaklanabiliyor veya sendikacılar üye sayısını arttırarak sendikaya gelir sağladıkları gerekçesiyle, yani sendikacılık yaptıkları için hapse atılabiliyorlar. Burjuvazi ile yargı arasındaki ilişkiye dair bir başka örneği Hindistan’dan verebiliriz. Maruti Suzuki işçilerinin yıllardır süren mücadelesi polis ve yargı eliyle bastırılmaya çalışılıyor. Mart 2017’de aralarında sendika yöneticilerinin de bulunduğu 13 kişiye ömür boyu hapis, diğer işçilere de uzun süreli hapis cezası verildi.
Sermayenin asıl önceliğinin kârlılık, başka bir deyişle sermayenin büyümesi olduğu gerçeği kapitalizmin doğasındandır. Küresel ve ulusal konjonktür nedeniyle Türkiye’nin durumu özgünleşse de ve olumsuz anlamda daha fazla dikkat çeker hale gelse de, dünya genelinde de sermayenin öncelikleri bakımından durum farklı değildir. Örneğin, Avrupa Yeniden Yapılanma ve Gelişim Bankasının faaliyetleri bu konuda çarpıcı örnekler sunmaktadır. Doğu Bloku ülkelerindeki rejim değişikliğiyle birlikte açılan yeni pazarları ele geçirmeye yönelik olarak kurulan bu banka, daha sonra faaliyet alanını daha da genişleterek dünyanın dört bir yanında faaliyet gösteren uluslararası bir finans kuruluşu haline geldi.
Bankanın amacı, ekonomik gelişme ve yeniden yapılanmaya katkıda bulunmak için, serbest piyasa yönelimli ekonomiye geçiş sürecini teşvik etmek ve çok partili demokrasi, çoğulculuk ve piyasa ekonomisi ilkelerine bağlı Doğu ve Orta Avrupa ülkelerinde özel ve girişimci inisiyatifleri teşvik etmek şeklinde tanımlanmış. Bankanın faaliyet yürüttüğü ülkelerden ve ortaklarından da anlaşılıyor ki bankanın kuruluş sözleşmesinde vurgulanan çok partili demokrasi ve çoğulculuk kâğıt üstünde kalan kriterler olmaktan ibaret. Meselâ yatırım yapılan Azerbaycan ve Türkiye, özellikle Avrupa burjuvazisinin her fırsatta vurguladığı Avrupa değerlerinin temel taşlarından olan demokrasi ve çoğulculuğun paspas edildiği ülkeler. Ama buna rağmen 2016’da Türkiye’ye yapılan yatırım 1,9 milyar avro ile bu bankanın yatırımlarının önemli bir kısmını oluşturuyor. Bu tutar şimdilerde 1,5 milyar dolaylarında seyrediyor olsa da bu azalma, bankanın Türkiye’ye demokrasi konusunda yaptığı bir yaptırımın sonucu değil. Sermayenin kâr zarar hesabından başka bir şey değil bu düşüş. Zaten kuruluşun resmi açıklamalarında da Türkiye halen önemli bir ortak ve yatırım alanı olarak tarif ediliyor. Önemli bir finans kapital kuruluşu olan bu bankanın ortakları arasında Çin’in yer alması da sermayenin önceliklerinin ne olduğu konusunda bir kanıt daha sunuyor.
Bir başka örnekse ABD-Suudi Arabistan ilişkisi ve Trump’ın Suudi Arabistan ziyaretidir. ABD, politik ve ekonomik çıkarları gereği, Suudi Arabistan’daki gerici rejim ile işbirliği yapıyor. Trump, Müslüman karşıtı ideolojik arka planına ve bu konudaki politikalarına karşın, ilk yurtdışı seyahatini Suudi Arabistan’a gerçekleştirdi ve burada büyük çaplı silah satışı anlaşmalarına imza attı. Vahabi Suudi Arabistan ile “demokrasi ve özgürlük havarisi” ABD’nin bu yakın ilişkisi büyük bir tezat gibi görünüyor. Geçtiğimiz günlerde bir basın toplantısında dışişleri diplomatı “İran’ın demokrasisini eleştiriyorsunuz, peki Suudi Arabistan’ın demokrasiye bağlılığını nasıl değerlendiriyorsunuz?” sorusuyla karşılaştı. Bu soru karşısında adeta donup kalan diplomat, nerdeyse yarım dakika düşündü fakat Mehmet Şimşek kadar açık sözlü olmadığı için ne cevap vereceğini bilemedi. Ama aslında Erdoğan gibi açık sözlü olan Trump bu sorunun cevabını çoktan vermişti: İş, iş, iş!
Sonuç olarak, Trump ve Erdoğan gibi liderler ve onların yönetimleri burjuvazi için esas olanın demokrasi ve hukuk değil, siyasi ve ekonomik çıkarlar olduğunu her gün yeniden ve yeniden kanıtlıyorlar. Sözde demokrat liderlerin maskelerini kazıdığımızda da altından aynı şeyin çıktığını görürüz.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Sermaye, Demokrasi, Faşizm, 2 Temmuz 2017, https://enternasyonalizm.org/node/185
Erdoğan’dan Havuç-Sopa Taktikleri
Faşizme Adıyla Seslenmemek