Cihatçı örgütlerin toplandığı Türkiye’nin Hatay sınırındaki İdlib, Suriye’deki savaşın en karmaşık halkalarından birisini oluşturuyor. Suriye’nin diğer bölge ve kentlerini cihatçılardan temizleyen rejim, Rusya ve İran üçlüsünün hedefinde şimdi İdlib var. Ancak Türkiye, ABD, İngiltere, Fransa gibi güçler, farklı niyetlerle de olsa Rusya ve rejim üzerinde baskı kurarak İdlib operasyonunu önlemeye, durdurmaya çalışıyorlar. Daha önce rejimin kimyasal silah kullandığını iddia ederek Suriye’yi bombalayan ABD, İngiltere ve Fransa, bir kez daha aynı iddiayı gündeme getirerek, böyle bir durumda Esad güçlerini vuracaklarını açıkladılar. Gerek Batılı güçler gerekse Türkiye İdlib’de büyük bir katliam gerçekleşeceğini söyleyerek, operasyona karşı duruşlarını “sivillerin can güvenliği” bahanesi üzerine oturtsalar da, asıl derdin siviller ve insan hakları olmadığını dünya âlem biliyor.
İdlib operasyonunu durdurmaya, geciktirmeye, en azından minimalize etmeye çalışan Türkiye, 7 Eylülde gerçekleştirilen Tahran zirvesine bel bağlamıştı. Astana süreci kapsamında Rusya, İran ve Türkiye arasında düzenlenen liderler zirvesinde, Erdoğan, İdlib’de tüm cihatçıların dâhil olacağı bir ateşkes önerisinde bulundu. Fakat canlı yayın eşliğinde gerçekleştirilen toplantıda Putin ve Ruhani Erdoğan’ın önerisini reddettiler, ateşkes talebini zirvenin sonuç bildirisine yansıtmadılar. Böylece, Batılı güçlerin tehditlerine ve Türkiye’nin engelleme girişimlerine rağmen, zaten Tahran zirvesi öncesinde düşük yoğunluklu olarak başlayan İdlib operasyonunun daha önceki planlar doğrultusunda devam edeceği görüldü.
İdlib operasyonunun Türkiye’nin Ortadoğu’daki sıkışmışlığını ve açmazlarını daha da büyüteceği açıktır. Bunun yanı sıra, İdlib’in Esad rejiminin eline geçmesiyle, Kürt güçlerinin kontrol ettiği Fırat’ın doğusunun pozisyonunun nasıl belirleneceği esastan gündeme gelmiş olacak, bu durum askeri varlığıyla bu bölgeye yerleşen ve pek çok askeri üs kuran ABD’nin hamlelerini de belirleyecek.
İdlib operasyonuna nasıl gelindi?
Kısaca hatırlatmak gerekirse, yedi yıldır süren Suriye savaşı birçok aşamadan geçti. Esad yönetiminin birçok kenti ve bölgeyi kaybettiği, deniz kıyısındaki kentlere sıkıştığı, ülkenin üçe bölünme planlarının yapıldığı günlerde, Eylül 2015’te Rusya doğrudan savaşa müdahil oldu. Üstün askeri gücüyle Rusya’nın devreye girmesiyle birlikte, Suriye savaşının dengesi ve seyri de değişmeye başladı. Rusya, İran ve rejim güçleri karşısında gerileyen cihatçılar, zamanla çeşitli bölge ve kentlerde kuşatıldılar. Kuşatılan Halep’ten çıkartılan cihatçıların aileleriyle birlikte İdlib’e geçmesine izin verildi. Ülkenin ikinci büyük kenti konumundaki Halep’in rejimin kontrolüne geçmesi, aslında savaşın Esad rejimi lehine döndüğünün en net ifadesiydi.
Savaşı kazanmak üzere uzun soluklu bir strateji kuran Rusya, Esad’ı devirmeye girişen ama başarısız olan, sıkışan ve Suriye’de etkisini yitirmeye başlayan Türkiye’nin bu durumundan faydalandı. Kasım 2015’te Rus uçağını düşüren Türkiye, Rusya’nın hışmına uğramış, ciddi yaptırımlarla karşı karşıya kalmış ve Suriye hava sahasında uçak bile uçuramaz duruma düşmüştü. Suriye Kürtlerinin kazanımlarını beka sorunu olarak gören Türkiye’nin, Kürtleri destekleyen ABD ile siyasal ilişkileri giderek gerilmişti. Böylece Türkiye bir anda yapayalnız kalmıştı. Türkiye, bu sıkışmışlığı aşmak, esas olarak da Afrin ve Fırat’ın doğusundaki Kürtlerin coğrafi birleşmesinin önüne geçmek amacıyla, kimi tavizler karşılığında Rusya’nın oyun planını kabullenmek zorunda kaldı. Türkiye, Suriye savaşının seyrinde dönüm noktası işlevi gören Halep’in cihatçılardan temizlenmesinde Rusya’nın talepleri doğrultusunda hareket ederken, Rusya da Türkiye’nin Cerablus ve el Bab’ı almasına ve böylece Kürtlerin coğrafi birleşmesinin önüne geçmesine göz yumdu. Sonuçta Rusya’nın verdiği bu tavizler, aynı zamanda ABD’nin Suriye planlarının bir kısmını da boşa çıkartmış oluyordu.
Ortaya çıkan bu tablo, Türkiye’nin Esad rejimini devirme siyasetinin kesin başarısızlığının tescillenmesinin ve Kürt fobisinin onu sürüklediği noktanın ifadesiydi. Türkiye’nin Suriye’de kendisine alan açmasına göz yuman Rusya, onu bir taraftan cihatçıların tasfiyesi planları doğrultusunda kullanırken, öte taraftan da Batı ekseninden uzaklaştırmaya, bu eksendeki çelişkileri arttırmaya çalışıyor. Kuşkusuz hiçbir şey tek yönlü değildir. Oyuna bir şekilde yeniden dâhil olan ve kendisine açılan alanı kullanan Türkiye, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden yararlanarak planlarını hayata geçirmeyi deniyor. Fakat İdlib’de operasyonu engelleme başarısızlığında şahit olduğumuz üzere, uluslararası siyasette etkili olmayı sağlayan şey arzular ve sıkça sarf edilen hamasi söylem değil, özellikle askeri ve ekonomik güçtür. Bu gücün üzerinde yükselen diplomasi ve stratejidir. Meselâ Rusya’nın, İran ve Türkiye’yi de yanına alarak başlattığı Astana toplantıları böyle bir stratejinin tezahürüdür.
Rusya, sanki Suriye savaşının tarafları bir araya geliyor ve soruna çözüm buluyormuş algısı yaratmak için Astana toplantılarını kullanmıştır. Söz konusu üç ülkenin ve birçok cihatçı örgüt temsilcisinin defalarca bir araya geldiği toplantılardan bir sonuç çıkmazken, Rusya, cihatçıları parçalayacak ve tasfiye edecek planını Astana kararı haline getirmiştir. 3-4 Mayıs 2017’de Astana’da bir araya gelen Rusya, İran ve Türkiye, Suriye’de “gerilimi azaltma bölgeleri” oluşturma kararı almışlardı. Bu karar sonucunda, IŞİD hariç diğer cihatçıların olduğu dört bölge (İdlib dâhil) “gerilimi azaltma bölgesi” kapsamına alındı. Elbette Rusya’nın amacı çatışmaları durdurarak rejimin IŞİD’in elindeki alanlara saldırıya geçmek üzere güç toplamasını sağlamaktı. Rusya, kuşkusuz aynı zamanda savaş alanında ele geçirdiği üstünlüğü kullanarak cihatçı grupları izole etmeyi, tabiri caizse savaştan uzak tutarak onları çürütmeyi ve bölmeyi amaçlıyordu. Rusya’nın bu taktik adımı, savaşı kaybeden, yalıtılan; emperyalist güçlerden, Körfez ülkelerinden ve Türkiye’den artık eskisi gibi destek göremeyen, üstelik kendi aralarında çatışan cihatçıların zayıflatılmasında etkili oldu. Neticede Suriye’nin Irak ve Ürdün sınırına kadar olan kısmını kontrol eden IŞİD’in sökülüp atılmasından sonra, sıra, tek tek “gerilimi azaltma bölgeleri” olarak ilan edilen alanlardaki cihatçıların temizlenmesine geldi. Dört bölgenin üçünde kuşatılan cihatçılar, Türkiye’nin de rol almasıyla İdlib’e aktarıldılar. Böylece İdlib, bir anda pek çok cihatçı örgütün ve on binlerce cihatçının toplandığı bir barut fıçısına dönüştü adeta.
Türkiye ne yapmaya çalışıyor?
Türkiye sınırındaki İdlib, Akdeniz’e yaslanan bir konumda yer alması, Halep ve Şam’ın bağlantı yolu üzerinde bulunması ve aynı zamanda Suriye’nin en büyük kentlerinden biri olması nedeniyle son derece önemli… Bu kente sevk edilen cihatçıların buradan temizlenmesi eninde sonunda gündeme gelecekti. Nitekim İsrail sınırındaki cihatçılar da temizlendikten ve rejim Fırat’ın doğusu hariç ülkenin büyük kısmında hâkimiyet kurduktan sonra, sıra İdlib’e geldi. ABD ve Batılı emperyalist güçlerle birlikte İdlib operasyonuna en ateşli şekilde karşı çıkan, buradaki dengenin korunması gerektiğini savunan Türkiye, bu karşı çıkışının altını; İdlib’de katliam yapılacağı ve sivillerin zarar göreceği, milyonlarca göçmenin sınırına dayanacağı, yeni bir göç dalgasının oluşacağı argümanlarıyla doldurmaya çalışıyor. Olası göç dalgasını dramatize etmek amacıyla İdlib nüfusunu abarttıkça abartıyor. Yine, İdlib’i terk edecek cihatçıları Avrupa’nın üzerinde bir sopa gibi sallayarak destek bulmaya çalışıyor. Şu sözler Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu’na ait: “Peki, bu teröristler nereye gidecek? Yabancı terörist savaşçılar başka transit ülkelere de gidebilirler. Avrupa’ya gidebilir, ötesine de gidebilir.” İşin aslı şu ki Türkiye, hangi koşul altında olursa olsun İdlib’in rejimin kontrolüne geçmesini istemiyor. Zira bu durumda Türkiye’nin Suriye’deki etkisi önemli ölçüde kırılacak; Afrin, el Bab ve Cerablus’ta tutunmasının koşulları da daha fazla ortadan kalkacaktır.
Şu anda İdlib’de birçok cihatçı örgüt var ve bunların en güçlüsü, el Nusra’nın isim değiştirmiş hali olan Heyet Tahrir el Şam’dır. HTŞ, İdlib’in yaklaşık yüzde 60’ını kontrol ediyor. Astana toplantılarını ve orada varılan “gerilimi azaltma bölgeleri” oluşturulması kararını tanımayan HTŞ, Rusya tarafından terörist olarak adlandırılıyor, ateşkes kapsamı dışında tutuluyor. Sayısız cihatçı örgütün yanı sıra, Ulusal Kurtuluş Cephesi içinde toplanan Ahrar-üş Şam ve Nureddin Zengi gibi sözde ılımlı cihatçı örgütler de İdlib’de önemli bir pozisyondalar. Türkiye’nin, Müslüman Kardeşler ile bağlantılı grupların da içinde yer aldığı Ulusal Kurtuluş Cephesi’ni desteklediği ifade ediliyor. Bilindiği gibi İdlib, Astana’da “gerilimi azaltma bölgesi” olarak ilan edilmiş ve Türkiye’ye özel görev verilmişti. Birincisi; Türkiye, İdlib’e askeri gözlem noktaları kurarak buralardan rejim tarafına saldırı olmasını engelleyecek ve ikincisi; desteklediği “ılımlı” grupların güçlenmesini ve HTŞ’nin kontrol ettiği bölgeleri almasını sağlayarak onu zayıflatıp tasfiyesinin koşullarını yaratacaktı. Böylece İdlib’de egemen hale gelen “ılımlı” örgütler, Suriye’deki siyasal sürecin bir tarafı haline geleceklerdi.
Ancak Türkiye Astana’da kabul ettiği planı, Rusya ve diğerlerinin arzuladığı temelde hayata geçirmemiştir. HTŞ’nin temizlenmesinin koşullarını yaratacakken, tam tersine, onunla savaşmaktan kaçınmış ve anlaşma yoluna gitmeyi tercih etmiştir. Nitekim askeri gözlem noktalarının kurulması için İdlib’in içinden geçen TSK birliklerine HTŞ eşlik etmiştir. İlk gözlem noktasının İdlib-Afrin sınırında kurulması da tesadüf değildi. O zaman henüz Türkiye’nin denetiminde olmayan Afrin, bu şekilde kuşatılmış oluyordu. Neticede Türkiye, tüm İdlib’i çepeçevre saran, rejim ve cihatçıların arasında yer alan 12 adet gözlem noktası oluşturmuş, buralara silah ve asker yığmıştır. Ne var ki bu yığınağın amacı cihatçıları tasfiye etmek değil, İdlib’de fiili bir durum yaratmaktı. Cumhurbaşkanlığı sekreteri İbrahim Kalın’ın, “Türk askerlerinin varlığı, muhtemel bir saldırıyı önlemenin tek garantisi. Zira Rus savaş uçakları ve rejim kara kuvvetleri Türk askerleri oradayken bir saldırı gerçekleştirmeyi göze alamaz” demesi, söz konusu fiili durumun ne tür hesaplara dayandığını gösteriyor. Lakin Tahran zirvesinin ardından ve bu açıklama sırasında Rus savaş uçaklarının İdlib’i bombalaması, söz konusu hesapların pek de dikkate alınmadığını ortaya koyuyor.
İdlib’in cihatçılardan temizlenmesiyle birlikte, Esad rejimi, Batılı emperyalist güçlerin, Türkiye’nin ve Suudi Arabistan/Körfez ülkelerinin silahlandırıp desteklediği cihatçı örgütleri yenmiş ve aslında bu bağlamda savaşı kazanmış olacak. Kuşkusuz Fırat’ın doğusunu kontrol eden Kürtlerin pozisyonunun ne olacağı belli olmadan, bu doğrultuda emperyalist güçler bir uzlaşmaya varmadan Suriye’de savaşın bitmesi düşünülemez. Ne var ki savaşın başlatılmasında dahli olmayan Kürtlerin Esad rejimini yıkma gibi bir planı da olmadı. Bu hedef doğrultusunda cihatçıları destekleyip iç savaşı körükleyen, söz konusu güçlerdi. Türkiye’nin de, Esad rejimini yıkarak Müslüman Kardeşler’i iktidar yapma ve Ortadoğu’da büyük güç olma planları vardı. Fakat bu amacına ulaşamadı. Türkiye sınırındaki cihatçılar aracılığıyla Kürtleri durdurma hedefi de başarısızlıkla sonuçlandı. Özellikle Kobanê’de IŞİD’in püskürtülmesinden sonra, Kürtlerin ABD’nin desteğini alarak Fırat’ın doğusunu kontrol etmesi üzerine, Türkiye, Esad’ı devirme planını utangaçça bir kenara koymak zorunda kaldı. Gelgelelim Türkiye, hâlâ ikircikli bir politika izliyor. Kürt sorunundaki tarihsel açmazı ve aynı zamanda Ortadoğu’nun paylaşımına dönük emperyal hırsı, bu temelde emperyalist güçler arasında salınması onun pozisyonunu değişken ve kırılgan hale getiriyor. Meselâ Cerablus, el Bab ve Afrin’deki pozisyonunu meşrulaştırmak için kendisini tehdit eden “terörü” bertaraf ettiğini ve kimsenin toprağında gözü olmadığını ileri sürüyor. Bir taraftan Kürtlerin herhangi bir konum elde etmesinin önüne geçmek amacıyla, uluslararası arenada Suriye’nin toprak bütünlüğünden söz etmekten geri durmazken, diğer taraftan şu anda kontrol ettiği bölgelerde sanki kalıcı olacakmış gibi hareket ediyor ve rejimi “İdlib’i ele geçirmek istemekle” suçlayacak kadar anlamsız argümanlar ileri sürebiliyor.
Bu siyasetin anlamı şudur: Rusya ve Amerika arasındaki çelişkilerden yararlan, doğan fırsatları kullanarak Suriye topraklarını kontrol et ve fiili durum yarat; Kürtlerin kazanımlarının önüne geçerken Ortadoğu’nun paylaşımı için mevzi tut! Türkiye egemenleri, “Esad rejimini deviremedik bari şu an kontrol ettiğimiz topraklarda fiili durumlar yaratarak kalıcı olalım” düşüncesinden hareketle hesaplar yapıyorlar. Cerablus, el Bab ve Afrin hattındaki fiili durumun sürdürülerek bir gün buraların ilhak edilmesi düşüncesi bir sır değildir. Söz konusu kent ve bölgeler sanki Türkiye’nin bir parçasıymış gibi kaymakam atanması, kamu hizmeti götürülmesi, cihatçıların maaşa bağlanması boşuna değildir. İşte İdlib Türkiye açısından tam da bu hesaplar nedeniyle çok önemli, çok kritik hale geliyor. İdlib’in düşmesiyle bu hayallerin paramparça olacağı açıktır. Bu nedenle Türkiye, ne yapıp edip İdlib’e operasyonu durdurmaya çalışıyor. Bu süreçte devlet sözcülerinin yaptığı açıklamalar gerçekten de dikkat çekicidir. Meselâ Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, İdlib’e dönük bombalamaları hatırlatarak “Ama bu saldırıların amacı İdlib’i ele geçirmektir” diyebiliyor. İdlib sanki Suriye toprağı değilmiş, rejim sanki başka bir ülkenin toprağını ele geçirmek istiyormuş algısı yaratılmak isteniyor. Bu durum, “başkasının toprağında gözümüz yok” açıklamalarının pratikte bir anlam ifade etmediğini de gözler önüne seriyor.
Türkiye, tüm cihatçıların aynı kefeye konmamasını, radikaller ile sözümona ılımlı olanların ayrıştırılmasını, kendisinin bunu yapabileceğini söyleyerek zaman kazanmaya çalışıyor. Bu doğrultuda Erdoğan, Tahran zirvesinde ateşkesi gündeme getirirken, diplomatik bir dille, istedikleri olmazsa Astana’nın gözden düşeceği mesajını vermiştir: “Meseleyi Astana ruhuna uygun şekilde çözmeyi hedeflemeliyiz. Zira Astana’nın itibar ve güvenliğinin sınanacağı son fırsattır.” Ancak ne Rusya ne de İran bu üstü kapalı tehdidi umursamıştır. Putin, canlı yayında, dünyanın gözü önünde Erdoğan’ın ateşkes talebini reddetmekle kalmamış, “Burada, görüşme masasında silahlı muhaliflerin temsilcileri ya da Nusra Cephesi ile IŞİD’in temsilcileri yok. Biz onların adına konuşamayız” diyerek, terör örgütleri adına konuşmayın demeye getirmiştir. Neticede Erdoğan’ın ateşkes önerisi zirvenin 12 maddelik sonuç bildirisinde yer almazken, üçüncü maddesinde İdlib operasyonunun kapsamı ortaya konmuştur: Astana ülkeleri, “BM Güvenlik Konseyi tarafından terörist olarak tanımlanan IŞİD, Nusra Cephesi ile El Kaide veya IŞİD’le bağlantılı tüm diğer bireyler, gruplar, teşebbüsler ve oluşumların tamamen ortadan kaldırılması amacıyla aralarındaki işbirliğini sürdürme kararlılıklarını teyit etmişlerdir.”
Çok açık ki Tahran zirvesi, Ortadoğu’da büyük bir oyun kurucu güçmüş pozları kesen Türkiye açısından tam bir başarısızlıktır. Bir zamanlar dışişleri bürokrasisinde üst düzey görevler almış önemli bürokratlar da bu gerçeğin altını kalınca çiziyorlar. Yandaş medya ise, Türkiye’nin Tahran zirvesinde naklen ortaya serilen etkisizliğinin ve güçsüzlüğünün üzerini kapatmak amacıyla yoğun bir körleştirme operasyonu yürütüyor. Bir taraftan tüm dünyanın Erdoğan’a kilitlendiği söylenerek “posta koyan lider” propagandası yapılırken, öte taraftan da sanki ateşkes talebi kabul ettirilmiş gibi yansıtılıyor. Yine kimi yandaş kalemşorlar, Türkiye’nin hassas olduğu noktaların sonuç bildirisine yansıtıldığını söyleyerek başarı hikâyesi yazmaya çalışıyorlar. Başarı diye sundukları bildirinin ikinci maddesinin son kısmı aynen şöyledir: Astana ülkeleri, “Terörle mücadele kisvesi altında sahada yeni gerçeklikler yaratılmasına dair her türlü girişimi reddetmiş, Suriye’nin egemenliği ve toprak bütünlüğü ile komşu ülkelerin ulusal güvenliğini zayıflatmayı amaçlayan ayrılıkçı gündemlere karşı durma kararlılıklarını ifade etmişlerdir.” IŞİD bahanesiyle Suriye’de bulunan, onu yenilgiye uğratmak amacıyla Kürt güçlerini destekleyen ve kendisine nüfuz alanı yaratan ABD’nin bu açıklamada hedef alındığı açıktır. Ancak Türkiye de benzeri gerekçelerle Suriye’de bulunuyor. Zaten rejim, Rusya ve İran, “meşru olmayan güçler Suriye’den çıkmalıdır” derken, yalnızca ABD’yi değil ama onunla birlikte Türkiye’yi de işaret etmiş oluyorlar.
ABD ve Batı ekseninin alternatifsiz olmadığını söyleyerek Rusya’ya doğru kaykılan Türkiye’nin bu emperyalist güce olan bağımlılığı artmıştır. Kürt fobisinden dolayı Suriye’ye dalan Türkiye’nin buradaki konumunu sürdürmesi Rusya’nın onayına bağlıdır. Bu arada Rusya Türkiye’ye S-400 hava savunma sistemlerini satmış, nükleer santral inşası Rusya’ya verilmiş, doğalgaz boru hatları onun arzusu temelinde şekillenmiştir. Kuşkusuz Rusya, hem kendi planlarını hayata geçiriyor hem Türkiye’yi sarsmadan, tabiri caizse kırıp dökmeden Batı ekseninden uzaklaştırma siyasetini usulca sürdürüyor. Tam da bu yüzdendir ki Astana toplantıları devam ettiriliyor ve Türkiye’nin Suriye’de rol almasına izin veriliyor.
Kuşkusuz Rusya, İdlib’de esas olarak HTŞ ve türevlerini hedef alarak ve operasyonu sürece yayarak Türkiye’nin tepkilerini yumuşatmayı da ihmal etmiyor. Ne var ki Türkiye’nin ateşkes önerisini gündemden düşürerek, oyalama sürecinin bittiğini de net bir şekilde ortaya koymuştur. Operasyonunun ilk hedefinde Astana sürecini ve kararlarını tanımayan el Kaide bağlantılı HTŞ’nin olması ve bu cihatçı örgütün ABD ve BM tarafından da terörist olarak kabul edilmesi Rusya’nın elini güçlendiriyor. Nitekim Türkiye, Tahran zirvesi öncesinde, besbelli ki operasyonun kaçınılmaz olduğunu görüp HTŞ’yi terörist örgüt ilan etmek zorunda kalmıştır. Nihayetinde Türkiye’nin can havliyle operasyonu durdurmaya çalışması ve girişimleri, oyun kurucu olan Rusya’nın eline yeni kozlar veriyor. Rus sözcüler, şimdilerde, “gerilimi azaltma bölgesi” kapsamındaki İdlib’de radikal cihatçıları ılımlı olanlardan ayırma görevinin Türkiye’nin sorumluluğunda olduğunu hatırlatıyor. Böylece Rusya, bir taraftan operasyonu şimdilik hafif tempoyla sürdürürken, öte taraftan da Türkiye’nin üzerine bindirdiği basıncı arttırmış oluyor. Bu noktada, ABD ve Fransa’nın rejimin kimyasal silah kullanacağı iddiası üzerinden tehditler savurması ve operasyonu engellemeye çalışmaları da pek işe yaramayacak gibi gözüküyor. Rusya, geçmiş örneklerden farklı olarak, bu sefer kimyasal silah provokasyonunu günler öncesinden gündeme getirerek teşhir etti. Daha da önemlisi, tehditlere boyun eğmeyeceğini, Akdeniz’e savaş gemileri ve asker yığarak ortaya koymuş oldu.
Pek çok kez dikkat çektiğimiz gibi, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden yararlanmaya dönük bir siyaseti sürdürmenin olanakları sınırsız değildir. Türkiye’nin Kürt fobisi, emperyalist güçler arasında salınmasına yol açan ikircikli pozisyonu onu her geçen gün çıkmaza itiyor. Nitekim Tahran’da Rusya’dan yüz bulamayan Türkiye, bu kez de Batı’dan medet umar hale gelmiştir. Bir taraftan anti-Amerikancılık eşliğinde, Batı’nın Ortadoğu’yu ve İslam dünyasını cehenneme çevirdiğini söyleyenler, öte taraftan aynı Batı’yı yardıma çağırıyorlar. ABD emperyalizminin sembol gazetelerinden biri olan Wall Street Journal’a bir makale gönderen Erdoğan şöyle diyor: “Eğer Avrupa ve ABD şimdi harekete geçmede başarısız olursa, sadece masum Suriyeliler değil, tüm dünya bedel ödemeye katlanacaktır.” Bir taraftan “dostum Putin” söylemi, öte taraftan “dostum Putin”i durdurmak amacıyla Batı’ya savaş çağrısı! Türkiye egemenleri, her nasılsa Şark kurnazlığına dayalı bu siyaseti sonsuza dek sürdürebileceklerine inanıyorlar. Oysa Türkiye her hamlesinde denizin sonuna biraz daha yaklaşıyor.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, İdlib Operasyonu ve Tahran Zirvesinin Anlattıkları, 13 Eylül 2018, https://enternasyonalizm.org/node/221
Türk ordusu kime, neden kalkan?
Faşizme geçit yok