Faşist rejim, Reis’in keyfi buyrukları doğrultusunda, her gün yeni bir “icraatla” kurumsallaşma yolunda ilerliyor. Kitleleri pasifize etmek için türlü yollara başvuran tek adam rejimi, “geniş kitlelerce kabul gören ve gündelik yaşamın içinde olağan kabul edilen temalar eşliğinde toplumun dokularına nüfuz ettiriliyor”[1]. İdeolojik aygıtlar harıl harıl çalıştırılarak, bu toplumun sıradan insanının duygu ve düşünce dünyasında önemli bir yer tutan milliyetçi ve dini hassasiyetler, farklı bir potada kaynaştırılıyor, daha da önemlisi başkalaştırılıyor. Yakın zamana kadar insanların kendi dünyalarında yaşadıkları, saldırgan olmayan bu duygu ve düşünceler, militanlaştırılmaya, seferber edilmeye ve ciddi bir çatışma/kutuplaştırma konusu haline getirilmeye çalışılıyor. Bu yolda epey mesafe kat edildiği ise bir gerçek.
Kitlelerin bilincinin dumura uğratılmasında izlenen iki yöntem daha var ki, günümüzde işleyen sürecin doğasını kavramak bakımından her ikisinin de iyi anlaşılması önem taşıyor. Bunlar toplumun tümüne dönük olsa da, esasen AKP karşıtı kitleler için geliştirilen pasifikasyon araçları.
Kitle pasifikasyonu için kullanılan yöntemlerden biri, ortaya atılan ipe sapa gelmez konularla boş tartışmalar yaratmak ya da ciddi konuları içinden çıkılmaz bir hale getirmek, böylelikle de beyinleri felç etmektir. Faşist rejim, bunun için elinin altındaki yandaş medya aracılığıyla siyasal ve toplumsal gündem üzerinde kurduğu tekele sıkı sıkıya sarılıyor. Olağan burjuva rejimlerde de, normal dönemlerde, gündemi burjuva siyasetçilerin, hepsinden önce de hükümet cenahının belirlediğini biliriz. Ancak olağanüstü rejimlerde, gündem, yalnız ve yalnızca iktidar tekelini elinde tutan burjuva güçlerce belirlenir ve bunun dışında, diğer burjuva odaklara bile böyle bir şans verilmez. Bunun için tüm muhalefet odakları baskı altına alınır, yalıtılır, sesi boğulur ve nihayetinde de yok edilir. Bugün de faşist rejim gündemi kendi belirliyor ve diğer odakların gündem yaratma çabalarını boşa çıkarmak için canhıraş çalışıyor. Öyle ki, insana “nereden çıktı şimdi bu” dedirten tartışmalar, günlerce ve haftalarca Saray medyası aracılığıyla toplum gündeminde başköşeye oturtuluyor.
Bu konuların tümünün önemsiz olduğunu söylemiyoruz elbette. Ama mesele, gündemin Erdoğan tarafından sinsice sürekli değiştirilerek tartışmaların hep onun istediği kıvamda tutulması, inisiyatifin hep onun elinde olmasıdır. Zira bu sayede rejim, gerek kapıyı giderek daha güçlü çalan krize karşı işçi sınıfını daha derinden sömürmek için, gerekse de demokratik muhalefeti daha da nefessiz bırakmak için adımlar atmaktan geri durmuyor. Sözkonusu gündemlere saplanıp kalan türlü muhalefet odakları da Erdoğan’ın istediği ve sınırlarını belirlediği bir alanda güya seslerini duyurmaya çalışıyorlar. Onun istediği konuları onun belirlediği çerçevede tartışmak, onun nadiren de olsa izin verdiği gösteri hakkını yine onun belirlediği alanlarda, şekillerde ve zamanlarda (dolayısıyla gerekli hazırlıklar yapılmaksızın, etkili bir katılım ve coşkulu bir ruh yaratılmaksızın) kullanmak Erdoğan’ı zayıflatmıyor, tersine “demokrasi var işte” havasını yaratarak gerek kendi tabanını uyutmaya devam edebilmesi, gerekse de uluslararası kamuoyuna aynı yönlü bir mesaj verebilmesi için elini rahatlatıyor.
Kitlelerin beyninin dumura uğratılıp yaşanan gerçekliği algılamasının önüne geçmekte bu “demokrasi var işte” havasının önemli bir rol oynadığını söylemek mümkün. Bu algı bozukluğunu sürdürmenin bir başka yolu da, baskının dozajının sinsice zaman zaman azaltılması ve bir ferahlama hissinin, daha doğrusu umudunun yaratılması ve canlı tutulmasıdır. Bunu genellikle daha ağır baskı, yasak ve sınırlamalar takip etse de, genelde oluşan kanı, “yok canım o kadar da değil” şeklindedir. Örneğin, çeşitli gazeteciler, insan hakları savunucuları, muhalifler vb. türlü gerekçelerle tutuklanıyor, haklarında atılmadık iftira, yapılmadık komplo teorileri, uydurulmadık sözde kanıt bırakılmıyor. Günlerce yandaş medya bu temaları işliyor, ardından tutuklananlardan bazıları serbest bırakılıyor. Bu yolla, kitleler nezdinde “suçluyla suçsuzu ayırıyoruz” mesajı inandırıcı kılınmaya, “tepki göstermeye gerek yok, adalet yerini bulur” düşüncesi canlı tutulmaya çalışılıyor. Sonra serbest bırakılanlardan çok daha fazlası gözaltına alınıyor, operasyonlar yaygınlaştırılıyor, baskılar katmerleniyor. Erdoğan her yumuşama görüntüsünün ardından attığı daha baskıcı adımlarla şu tespitleri doğrulamaktadır:
“Genel olarak faşist rejimler, olağan burjuva işleyişte rahatça yüzdürülen gemileri öylesine yakarak bilinmezliklere yol açarlar ki, onlar için tekrar olağan koşullara dönüş şansı yoktur. Hadi diyelim, askeri faşist rejim ‘vadem doldu, orduyu daha fazla yıpratmayalım’ hesabıyla yerini kontrollü bir parlamenter işleyişe bırakarak çözülebilir. Ne var ki sivil faşist rejim, tüm kaderini ‘başkan’ın kaderiyle özdeşleştirmekte ve böylece daha ılımlı görünen politikalara manevra olanaklarını ortadan kaldırmaktadır. O nedenle de dış güçlerle arasındaki çelişkileri keskinleştirmekte ve ömrünün sona ermesinde, emperyalist güçler arası rekabetin bindirdiği basınç, savaş yenilgisi gibi dış faktörler önemli bir rol oynamaktadır. Dış tehditlerle yüz yüze geldiğinde, ömrünü uzatma çabası içinde ve gücü yettiği sürece başvuracağı yegâne çare ise, içte baskı ve şiddeti arttırmak olmaktadır. Türkiye’de bundan sonra ne gelişmeler olur, neler yaşanır, falcı değiliz bilemeyiz. Ama son derece açık olan bir gerçeklik var. Bu olağanüstü burjuva rejim devam ettiği sürece, işçi-emekçi kitleler bu rejimin bindirdiği ekstra baskı, şiddet ve demokratik-sendikal hak kayıplarından asla kurtulamayacaklar.”[2]
Faşist rejim bağıra çağıra, adı konarak inşa edilmiyor, zaten bugünün koşullarında öyle olmasını da beklemeyelim. İnsanları pörsüte pörsüte, yavaş yavaş alıştırıp kanıksatarak, olağandışı uygulamalar olağan hale getiriliyor.
Bu gerçeklik hem AKP yanlısı hem de karşıtı kitleler için eş derecede geçerli. Erdoğan faşist rejimin kurumsallaşmasını işçi-emekçi kitlelere çaktırmayacak ve onların muhalefet duygularını köreltecek bir pörsütme süreci içinde, rejimin “anormalliğini normalmiş gibi benimseterek” gerçekleştiriyor. Benzer şekilde AKP karşıtlarına dönük tutumlar da aynı pörsütücü yöntemin damgasını taşıyor. Ama bir farkla: muhalif kitlelerin değişim umudu, bir yandan yaratılan baskı ve bezginlik atmosferinin içinde boğulmaya, diğer yandan da seçimleri bekleyin denilerek ertelenmeye çalışılıyor. Erdoğan dizginleri bir gevşetir görünüp, bir sıkarak bu bezginliği körüklüyor. Örneğin, ortaya bu kesimlerin asla kabul edemeyeceği bir konu atıyor, günlerce tartıştırıyor ve bir süre sonra bu konu ya da öneri geri çekiliyor. Sonra tekrar gündeme getirilip yeniden geriye çekiliyor. Böylece kitleler ya duyarlılıklarının hesaba katıldığı izlenimine kapılıyor ve rahatlıyorlar ya da “ne olacaksa olsun” ruh haline sürükleniyor ve bıkkınlığa kapılıyorlar. Ardından uygun zamanda Erdoğan’ın istekleri ya parça parça ya da bir çırpıda hayata geçiriliveriyor.
Tüm bunların sonucunda, “faşist iktidarın artık kurumlaştığı bir dönemeç noktasına dek, toplumun genelinde olağanüstü bir rejimin (faşizmin) iktidara yerleşmekte olduğu algısı zayıf kalmaktadır. Bu algı güçlenmeye başladığında ise, birilerinin dediği gibi ‘atı alan Üsküdar’ı geçmiş’ olmaktadır.”[3] Böylelikle, Erdoğan kendi “sivil” siyasetini sanki normal burjuva rejim işliyormuş süsü vererek sürdürebiliyor ve toplumda siyasi yaşam devam ediyormuş gibi bir kabullenme hali egemen olabiliyor: “zamana yayılmış biçimde ve dozu alıştıra alıştıra arttırılan faşist uygulamalar, faşizmin iktidara yerleşmesini engelleyecek geniş ve birleşik bir mücadelenin örülmesi sürecini pörsütmektedir.”[4]
Sözkonusu pörsütme yönteminin bir sonucu olarak yalnızca sıradan insanlar değil siyasi parti ve çevreler de gidişatı tüm açıklığıyla görmekten, ona göre taktikler benimsemekten, bu doğrultuda hazırlıklar yapmaktan ve gerekli adımları atmaktan geri duruyorlar. CHP, HDP ve sosyalist çevrelerin büyük bölümü, bir yandan kitle ajitasyonu amacıyla “faşist rejimden”, onun tescil edilmesinden, tek adam diktatörlüğünden vb. bahsederken, diğer taraftan bu saptamanın gerektirdiği adımları atmıyor ya da atamıyorlar. Söylediklerinin ve saptamalarının gereğini yerine getirmeyerek, sanki her şey eskisi gibi gidiyormuş ve gidecekmiş gibi bir havada muhalefet yapmaya devam ediyorlar. Dolayısıyla ya yaptıkları tespite iç dünyalarında gerçekten inanmıyorlar ya da ona karşı tutarlı ve kararlı bir mücadele için gerekli enerji ve inanca sahip değiller.
Meclis gerçekte var mı, yok mu?
Rejimin doğasını kavramaya ve ona karşı mücadele etmeye dair tutarsız tutumlar en belirgin olarak CHP’de somutlanıyor ki, bu hiç şaşırtıcı değil. Enis Berberoğlu’nun tutuklanmasıyla faşizmin tescil edildiği hususunda bağırıp çağıran CHP yönetimi birkaç hafta sonra, bayram ziyareti için gittikleri AKP merkezinde faşist rejime kendilerinin sözlerine de kulak vermesi için adeta yalvarıp işlerin normale dönmesi beklentilerini ifade ettiler. Ziyaret heyetinin sözcüsü Levent Gök şöyle demişti: “Meclisimizin bu KHK’ları görüşmesinin yolunun açılmasını bekliyoruz. Sizlerden talebimiz, iktidar partisi olarak diğer KHK’ların Meclis gündemine gelerek görüşülmesi ve bizim de bunları Anayasa Mahkemesi önünde denetim yolunun açılmasının sağlanması konusuna çaba sergilememize fırsat verilmesidir. Öncelikle açılacak Meclisimizin OHAL’den olağan hale geçip ve normal Meclisin çalışmalarının artırılması başlıca beklentimizdir.” Faşist rejimden, rejimin temel araçları olan KHK’ları tartışma gündemine getirmesi, bunların denetimi ve iptali için gerekli yolları açması ve kendisini feshetmesi bekleniyor. Şaka değil! Bu açıklamaların birkaç gün öncesinde Meclisin öldüğünü ilan eden CHP, gidip lütfen ölüyü diriltin diye cellâtlara laf anlatmaya çabalıyordu. Üstelik bu tür açıklamalar istisnai de değildir. Neredeyse her grup toplantısında CHP liderinin ağzından benzer beklentiler dillendirilmektedir.
CHP’nin tutarsız tutumlarının başında Meclis konusu geliyor. Bir yandan faşizm tespiti yapılırken diğer yandan CHP, sanki Meclis hâlâ bir anlam ifade ediyormuşçasına ondan beklentilere sahip bir söylem ve çizgiye sahip. Açıkça ortaya koymak gerek, bugün Meclis faşist rejimin varlığının üstünü örten bir asma yaprağından başka bir şey değildir. Rejim çıkardığı KHK’lar, OHAL yasası, polis ve ordu güçleri aracılığıyla hüküm sürmektedir bugün. Buna tümüyle denetim altına aldığı yargı kurumlarını da eklemek gerekiyor. CHP’nin “sonuna kadar mücadele edeceğiz” söylemini, KHK’ların, çeşitli yasa ve uygulamaların yargıya taşınacağı açıklamaları takip ediyor. Faşist rejimden bahsediyorsak, onun oluşturduğu Anayasa Mahkemesinden adalet beklemek mümkün müdür?
Toplumun önemli bir çoğunluğu faşist bir rejimin işbaşında olduğunu hâlâ algılamış değildir. Bunda en büyük pay Meclisin halen var gözükmesi ve güya çalışıyor izlenimi yaratılmasıdır. Bu izlenimin kırılması, Mecliste oynanan komedinin halka teşhir edilmesiyle mümkündür. Erdoğan CHP’nin Mecliste olmasını istiyor. CHP’siz bir Meclisin halk kitleleri tarafından meşru kabul edilmesi pek mümkün değildir. Ama buna rağmen CHP halen Meclise atıfta bulunmaya ve orada boy göstermeye devam ediyor. Pekâlâ Meclis koltuklarını terk edip “sine-i millete” dönebilecekken, CHP bunu yapmayarak, faşist rejimin görünürlüğünün üstünü örtüyor, isteksizce de olsa ona meşruluk sağlamış oluyor. “20 Temmuzda OHAL darbesi olmuştur, Meclis fiilen lağvedilmiştir, iktidar Saray’da tek adamın elindedir” dedikten sonra o Mecliste “majestelerinin muhalefeti” olarak kalmanın anlamını açıklamak mümkün değildir. CHP’nin tutarsızlığı, HDP’yi de bir rehine olarak Meclise mahkûm ediyor. Aslında Erdoğan’ın şimdilik istediği tam da budur: Parlamenter demokrasinin kurumları göstermelik olarak devam etsin ama hiçbiri işlevini yerine getiremesin, böylelikle de kitlelerden faşizmin inşa edildiği gerçeği gizlenebilsin. Bu parlamenter budalalık devam ettiği sürece, Erdoğan’ın kurduğu oyunu bozmak mümkün olmayacaktır.
HDP de, bir ölçüde CHP’nin bu tavrı nedeniyle Meclisten çekilmeyi göze alamıyor. Zira Kürt sorunu ve yürüyen savaşla ilgili her kritik sorunda AKP’nin yardımına koşan CHP orada dururken, Meclisten çekilmek HDP’liler tarafından savunmasız kalmak olarak yorumlanıyor. Ama işin aslına bakarsak, HDP de rejimin faşistleşmesi sürecinde atılması gereken adımlar açısından ciddi zaaflara sahip olduğunu göstermiştir.
Ortadoğu’da yürüyen savaş ve Kürt sorununun bu savaşla iç içe geçmesinin doğurduğu gelişmeler sonucunda AKP’yle yürüyen “diyalog sürecinin” sona ermesinden bu yana, HDP siyaset sahnesinde giderek etkisizleşmiştir. 7 Haziran 2015 seçimlerinde elde ettiği önemli başarıya rağmen HDP, bu başarıya sahip çıkma becerisini gösteremedi. O seçimi boşa çıkarmak için Erdoğan’ın yaptığı darbeyi durdurmak üzere gerekli adımları atmadığı gibi, Erdoğan’ın giriştiği seçimleri yenileme ve seçim hükümeti oyununa göz yumdu. Geçici seçim hükümetine CHP ve MHP bile bakan vermezken HDP’nin o hükümete bakan vermesi büyük bir yanlışlıktı. Üstelik bunlardan birinin görevi reddetmesi üzerine, HDP tarafından “cezalandırılarak”, darbe ürünü olan 1 Kasım seçimlerinde aday bile gösterilmemesi kolay izah edilecek bir yanlış değildi. Bu yanlışlar silsilesi, eş başkanların tutuklanmasının ardından Meclisten çekilmeme kararının alınmasıyla da devam etti. Görüldüğü gibi, doğru tutumlar alınamamasının izleri faşist tırmanış sürecinin yaşandığı döneme dek uzanmakta ve yanlış o zamandan bu yana sürdürülmektedir.
Seçimlere yönelik budalaca beklentiler
Muhalif çevrelerde yaygın olan parlamenter iyimserlik (ya da budalalık) kendisini en çok da 2019’da yapılacağı söylenen seçimlerde ortaya koyuyor. En son 2016 Nisan referandumunda ortaya çıkan tablo gayet açıkken, CHP’nin (ve kısmen de HDP’nin) tutumları sanki 2019’da adil bir seçim gerçekten de yapılacak ve bu seçimler aracılığıyla faşist rejimin yıkılması mümkün olabilecekmiş havasını körüklüyor.
Oysa şurası çok açık: Faşist bir rejim, iktidarı seçimler yoluyla terk etmez. Ya o seçimler hiç yapılmaz ya da her türlü hile, her türlü baskı ve engelleme koşullarında yapılacak olan şeye seçim demek mümkün olmaz. YSK’nın referandumda çevirdiği dolaplar düşünüldüğünde, eğer yapılırsa, seçimlerden Erdoğan’ın zaferinden başka bir şeyin çıkmasını beklemek mümkün müdür? Bu koşullarda “seçim hesapları”na odaklanmak, olup biteni hiç anlamamak ve halkı boş hayallerle oyalamak anlamına geliyor ki, bunun sonucu gönülsüzce de olsa faşist rejime kurumsallaşabilmesi için zaman kazandırmaktır!
Yandaş medya, seçimlere dair bu yanılsamayı körükledikçe körüklüyor. Böylece faşist rejimin üstünü örtmüş oluyor. AKP’li belediye başkanlarının, il ve ilçe yöneticilerinin vb. görevden alınmasının hep seçim eksenli hazırlıklar olduğu söyleniyor. Oysa burada parti içi tasfiye operasyonlarının önemli bir rol oynadığı açıktır.
Erdoğan’ın kaybedeceği bir seçime rıza göstermesi beklenemez. Erdoğan ve şürekâsı iktidara mahkûmdur. Onu kaybetmek yalnızca koltuklarını kaybetmek anlamına gelmeyecektir; hesap vermek ve sahip oldukları her şeyi kaybetmekle karşı karşıya kalabilirler. Olağanüstü rejimler çocuk oyuncağı değildir. O yola girilirken yakılan gemiler seçimler yoluyla geri dönüşü imkânsız kılıyor: “Zaten diğer yolların tıkanmış olması nedeniyle iktidar olabilen faşizm, özellikle de sivil faşizm, bu iktidarından kendiliğinden feragat etmeyecektir. Bir başka deyişle, işçi-emekçi kitlelerin böyle bir iktidardan kolayına kurtulabilmeleri mümkün değildir. Son tahlilde sınıf mücadelesinin şaşmaz bir kuralı olarak denebilir ki, ‘zor’a dayanarak iktidarını sürdüren, çeşitli iç ve dış faktörlerin etkisinin büyüttüğü mücadeleyle ‘zor’ ile gider!”[5]
Mesele Erdoğan’dan ibaret değildir
Faşist rejime ilişkin bir diğer önemli yanılsama da meselenin Erdoğan’dan ibaret olduğu düşüncesidir.
Erdoğan, kişiliği, ihtirasları, becerileri ve bireysel kaygılarıyla hiç kuşku yok ki mevcut faşist rejim açısından kilit bir faktördür. Ama unutmayalım ki, sivil faşist rejimlerin hepsinde lider faktörü son derece önemli olmasına rağmen, rejimin doğasını onun kişiliği vb. ile açıklamak doğru değildir: “Dünün Bonapartlarının veya Hitlerlerinin, bugünün Trumplarının ya da Erdoğanlarının iktidar koltuğunu ele geçirebilmelerinin asıl nedeni, onların diğer burjuva politikacıların yapamadıklarını yapmaya hazır, fütursuz kişilik özellikleriyle kendilerini öne fırlatmış olmaları değildir. Asıl neden, kapitalist sistemin içine yuvarlandığı olağanüstü koşullarda, burjuva düzenin ‘normal dışı’ işleyişler için ‘normal dışı’ kişilere duyduğu ihtiyaçtır. Derin krizler, iç veya dış savaşlar, sınıf çatışmasının sarsıcı dalgaları gibi çeşitli nedenlerle burjuvazi hegemonyasını parlamenter işleyişle sürdürmekte zorlandığında, yasama, yargı, yürütme yetkilerinin giderek bir kişide (tek adam) toplandığı olağanüstü bir rejim biçimlenir.”[6]
Erdoğan’ı bu yola sürükleyen ana faktörler (dünya krizinin yarattığı tehdit, emperyalist savaş ve Kürt sorunu) olduğu yerde kalmaya devam ediyor. Bu nedenle başta liberaller olmak üzere Erdoğan karşıtlarının meseleyi onunla sınırlı bir şeymiş gibi koymaları ve Erdoğan’dan kurtulunursa her şeyin yoluna gireceği şeklindeki yaklaşımları doğru değildir.
Çözüm işçi sınıfını sabırla aydınlatıp örgütlemekten geçiyor
Sıraladığımız kavrayışsızlıklar ve yanılsamalar faşizme karşı mücadeleyi zayıflatıyor. Sürecin ilerlemesi faşizme karşı legal mücadele araç ve olanaklarını giderek artan oranda kısıtlıyor. Bu da çeşitli muhalif çevrelerin elini kolunu bağlayan bir başka faktöre dönüşüyor. En başından bu yana faşizme karşı mücadelede tüm muhalif kesimlerin kendi bulundukları alandan ve olanakları ölçüsünde yapacağı olumlu katkıyı küçümsememek gerektiğini ortaya koyduk. Yanılsamalardan ve tutarsızlıklardan arındıkça, bu doğrultuda çok daha anlamlı işlerin yapılabileceği de açıktır. Ama mevcut durum bize boş hayallere kapılmamak gerektiğini de gösteriyor.
Bir gerçeğin tekrar ve tekrar altını çizmek gerekiyor: Faşizme karşı tutarlı ve kararlı bir mücadelenin motor gücü işçi sınıfından başkası olamaz. Maalesef bugün işçi sınıfının geniş kesimleri AKP şeflerinin etkisi altındadır. Sosyalist hareket, güçsüzlüğü nedeniyle, değil sınıfın geniş kitlesini, sendikal anlamda örgütlü kesimlerini bile etkileyebilmekten uzaktır. Sendikalar can çekişmektedir. Bu koşullarda, işçi sınıfı gerekli örgütlülük ve bilince sahip olmadığı ve harekete geçmediği için, solcu sendikacılar, aydınlar, akademisyenler, sanatçılar, demokrat siyasetçiler vb. tarafından yapılan çağrılar, basın açıklamaları, toplantılar ve gösteriler toplum nezdinde anlamlı bir yankı bulamamaktadır. Çünkü hiçbirinin işçi sınıfı içinde anlamlı bir örgütlü karşılığı yoktur. Bu nedenledir ki, “aslında işçi sınıfının en yaşamsal ekonomik-sendikal haklarını gasp eden bir iktidar, henüz pek çok işçiye hâlâ ‘bizim iktidar’ gibi görünebilmektedir. Kuşkusuz, milyonlarca işçi salt din faktörüne bakıp, çalışma koşullarının kötüleştirilmesi, sendikal ve ekonomik hakların gaspı, grevlerin yasaklanması gibi işçilere düşman uygulamaları peş peşe yürürlüğe koyan bir iktidardan hoşnut olacak kadar aptal değildir. Ne var ki, yaratılmış olan kutuplaşmadan beslenen taraftarlık psikolojisinin aşılabilmesi ve derinlerdeki hoşnutsuzluk duygusunun açık bir muhalefete dönüşebilmesi de öyle kolay değildir. Bunların başarılabilmesi, ancak sınıf devrimcilerinin sabırlı aydınlatma çabası ve pratiğin indireceği acı şamarlar sayesinde mümkün olabilecektir.”[7]
link: Enternasyonalist Komünist, Boş Hayallerden Kurtulmadan Faşizmle Mücadele Edilemez, 1 Kasım 2017, https://enternasyonalizm.org/node/192
Gericilik Yıllarında Lenin’in Mücadelesi
Fırtınalara Rağmen Yeşermesini Bilmek