Seçimlere dair tartışmaların, ağırlaşan ekonomik krizin, savaşın, artan baskıların damgasını vurduğu, bu unsurlar üzerinden faşist rejimin sıkışıklığının arttığı bir yılı geride bıraktık. Bilhassa ekonomik krizin yıkıcı etkileri emekçi kitleleri vurdukça, iktidar gerçekleri gözlerden saklamak için bir yandan yeni suni kutuplaştırma gündemleri oluşturuyor, bir yandan da milliyetçiliği körüklemek için yeni adımlar atıyor. Sıkışmış durumdaki iktidar, seçimlerde aldığı yenilgiden sonra yaydığı ve düzen muhalefeti tarafından da köpürtülen “yumuşama beklentisi”nin aksine, devlet terörünü ve militarizmi daha da arttırmaktan başka bir yol bulamamaktadır.
Kuşkusuz devlet terörü ve militarizmin başlıca hedefi Kürt hareketidir. Kürdistan kentlerinde tüm baskılara rağmen yüzde 60’ları aşan oylarla seçilen Kürt belediye başkanları, daha aradan birkaç ay bile geçmeden görevlerinden uzaklaştırılıp yerlerine kayyumlar atanmakta, bu da yetmezmiş gibi başkanlar, belediye meclis üyeleri ve Kürt siyasetçiler gözaltına alınıp tutuklanmaktadırlar. Sopa Kürtlerin sırtına indiğinden olsa gerek, düzen muhalefetinden, sürecin başında ağızlarında eveleyip geveledikleri kısmi itirazlar bir yana bırakılırsa, gerçekte pek ses de çıkmamaktadır. Bu muhalefetin Rojava topraklarına yönelik son işgal harekâtına verdiği desteği de unutmamak gerekiyor. İşgal edilen bölgelerde Kürt halkına uygulanan zulme de, bölgenin kaynaklarının yağmalanıp Türkiye’ye aktarılmasına da, bu bölgelere devletin kaymakam atayıp çeşitli devlet kurumlarının şubelerini açmasına da bu kesimlerden ciddi bir karşıt ses duymak mümkün değildir.
Düzen muhalefetinin bel bağladığı odaklardan TÜSİAD’da cisimleşen geleneksel büyük burjuvazi de, kimi sözcüleri aracılığıyla rahatsızlıklarını dile getirse bile, mevcut koşullarda Erdoğan rejimini cepheden karşısına almaktan kaçınmaktadır. Bunlar Erdoğan’ın keyfi otokrat rejiminin yandaş sermayeyi kayırıcı tutumlarından ve dış politikada Batı yörüngesinden uzaklaşma eğiliminden hazzetmemelerine rağmen, bir sonraki seçimlere kadar onun yıpranmasını bekleyip muhalefet seçeneklerini güçlendirmek şeklinde bir tutum benimsemişlerdir. Krizin faturası emekçi kitlelerin sırtına bindirildiği, hak gasplarına dönük saldırılara devam edildiği, grevler yasaklandığı, sendikaların eli kolu bağlandığı, finansal piyasaları adam akıllı sarsacak adımlar atılmadığı, döviz kurları ani zıplamalar göstermediği ve kendisine karşı ekonomik operasyonlara girişilmediği sürece, büyük burjuvazinin acelesi yoktur.
Bu koşullarda Erdoğan açısından şimdilik iç politikada önem teşkil edebilecek iki tehdit sözkonusudur. Birincisi, MHP ve Ergenekon’la kurulan faşist ittifakın bir şekilde bozulması; ikincisi de kendi partisinde yaşanan kopmalardır. AKP’den koparak kurulan (ya da kurulacak olan) iki yeni partinin kimi kirli çamaşırların ortalığa saçılmasında oynayabilecekleri rol, imaj bozucu ve merkezkaç eğilimi güçlendirici etkileri Erdoğan’ı tedirgin ediyor. Gerek dış politika alanında gerekse de içerideki Kürt hareketinin tekrar şiddet yoluyla bastırılmaya girişilmesi konusunda Erdoğan’ın suç ortağı konumundaki Davutoğlu, bugün sütten çıkmış ak kaşık gibi kendisini bir alternatif olarak parlatmaya çalışıyor. Diğer taraftan, Abdullah Gül ve Babacan ekibi, Batılı emperyalist güçlerle çok daha gelişkin bağlantılara sahipler ve uluslararası finans kapitalin programını tekrar hayata geçirmeye adaylar. Bu partilerin emekçilere verebilecek hiçbir şeyleri bulunmuyor. Ancak ister Davutoğlu gibi esasen kuyruk acısıyla şahsi bir meselenin peşinden koşuyor olsun, ister diğerleri gibi liberal-muhafazakâr bir çizgiyi temsil ediyor olsunlar, her iki oluşumun da Erdoğan’ın tabanından parçalar kopartacağı ve faşist rejimin altını bir parça daha oyacağı açıktır. Gerek bu siyasi faktörler, gerekse de tüm yalan, çarpıtma, manipülasyon ve baskılama operasyonlarına rağmen ekonomik durumda istediği ölçüde bir toparlanmanın sağlanamaması nedeniyle faşist rejimin tedirginliği giderek artmaktadır. Bu durumun farkında olan Erdoğan’ın mevcut düzen muhalefetine ve bu yeni oluşumlara önümüzdeki dönemde daha açıktan ve daha fazla saldıracağını söylemek yanlış olmaz.
Erdoğan’ın tabanındaki tedrici erime hususunda gözden kaçırılmaması gereken uzun vadeli bir eğilime de işaret etmekte fayda var. Türkiye’de kapitalizmin gelişimi, 80’li yılların sonundan itibaren artan bir hızla taşrayı büyük şehirlere yığdı. Bu kitleler gerek kültürel arka planlarıyla gerekse de karşı karşıya kaldıkları yoksullaşmanın etkisiyle İslamcı söylemli partilerin oy deposu oldular. Özellikle AKP döneminde bu olgu çok daha belirgin bir hal aldı. Ne var ki, kapitalizmin gelişmesine paralel olarak cemaat ve tarikatlar giderek holdingleşirken bu kitle içindeki sınıfsal farklılaşma artık dini söylemle gizlenemez hale geldi. Bu kitlenin çoğunluğunu oluşturan emekçiler büyük kentlerde kendilerini çok daha maddi bir dünyanın ve ilişkilerin içerisinde bulup, ağır aksak da olsa ona adapte olmaya başladılar. Son dönemlerde AKP’li ideologların tabandaki bu dönüşümden ne denli rahatsız oldukları ve bu kitle üzerindeki kültürel hegemonyalarının erimesinden ne denli tedirgin oldukları iyi biliniyor. KONDA’nın son yaptığı anket de bu sosyo-kültürel değişim eğilimini açık bir şekilde ortaya koyuyor: “Gençlerde oruç tutanlar yüzde 74’ten 58’e düşmüş. Düzenli olarak namaz kılarım diyenler yüzde 27’den 24’e gerilemiş. Daha geç evleniyorlar. Yalnız yaşayanlar çoğalıyor. İnanç seviyelerinde ‘dindarım’ diyenler azalıyor. Ateistim diyenler 10 yılda yüzde 1’den yüzde 4’e çıkmış. Başını örtenler azalıyor, yüzde 57-58’den 50’ye düşmüş.” Erdoğan’ın dindar ve kindar nesiller yetiştirme hedefiyle giriştiği sosyal-kültürel baskının sonucu işte bu!
Faşist rejim yaşadığı sıkıntıları, milliyetçiliği ve şoven histeriyi daha da körükleyerek ve yeni yapay kutuplaşma konuları icat ederek hafifletme gayretindedir. Son günlerde ısıtılan Kanal İstanbul meselesi bu kutuplaştırma ve gündem çarpıtma operasyonlarından biridir. Kuşkusuz işin bu kısmı zamanlamaya ilişkindir ve söz konusu projede esas belirleyici olan inşaattaki krizden dolayı maması azalan yandaş sermaye kesimlerine yağlı bir rant alanı yaratma arzusudur.
Öte yandan toplumsal ve siyasal imajı bozulmakta olan Erdoğan, kendi prestijini parlatmak için kendi kadrolarını ve AKP’yi de zor duruma düşürmekten geri kalmıyor. Geçmişte olduğu gibi bugün de gerektiğinde AKP sözcüleri ve parlamento grubunu ters köşe yaparak kendi imajını parlatmaya çabalamaktan geri durmuyor. Gerek kömür santrallerine filtre takılması meselesinde, gerek “Simit Sarayı”nın kamu bankaları aracılığıyla kurtarılması meselesinde, toplumun vicdanı pozlarına bürünerek, kendini “kurtarıcı Başkan Baba” olarak pazarlamaktadır. Geçen yıl olduğu gibi bu yıl da, asgari ücretteki artışın güya “emekçileri enflasyona ezdirmeyen” bir düzeyde olmasını sağlayan kişi olarak kendisini göstermek istemiştir. Ancak giderek eriyen sempatisini bu tür “jest”lerle idame ettirmesi ilânihaye mümkün değildir.
İktidarın ve beslediği çevrelerin alabildiğine çürümesi, kitlelerin nesnel koşullarının ve onu algılayışlarının değişimi gibi faktörler, kriz ve onun daha da azdırdığı işsizlik ve yoksullukla birleşerek, toplumun derinliklerinde hoşnutsuzluğu büyütüyor. Krizin faturasını ağır biçimde sırtında hisseden geniş emekçi kitleler gerçekliği geçmişe nazaran giderek daha net görmeye başlıyorlar. Örgütsüzlük koşullarında, faşist rejimin baskı ve sindirme operasyonları hâlâ iş görebiliyor olsa da, yeni-Osmanlıcılık söylemiyle emperyalist paylaşımdan pay kapma hayallerinin karın doyurmadığını, milliyetçi histeriyi pompalama ve dini duygularını sömürerek kitleleri zapturapt altına alma gayretlerinin sonuç vermesinin de sınırları olduğunu unutmayalım.
İç politika alanında baskı ve devlet terörünü arttırarak kendini ayakta tutmaya çalışan rejim, dış politika alanında giderek daha fazla köşeye sıkışmakta ve bu durum onu daha büyük ölçüde maceracı adımlara sürüklemektedir.
Büyük güçlerle artan gerilimler
Erdoğan rejiminin dış politika alanında en büyük sorunu ABD’yle yaşanan gerginliklerdir. Ortadoğu Savaşının gelişimi içerisinde yaşanan değişimler, TC ile ABD’yi karşı karşıya getirmeye devam ediyor. Kürt meselesini demokratik, barışçıl ve adil bir şekilde çözmeye yanaşmayan TC egemenleri, kendi sınırları dışındaki Kürt halkının da ezilen bir ulus olarak haklarına kavuşmasının önündeki en büyük engel konumundadır. AKP şefinin MHP ve Ergenekoncularla kurduğu faşist ittifakın harcını da Kürt sorununa karşı TC devletinin geleneksel refleksleri oluşturmaktadır. Rojava’daki Kürt güçlerine ABD’nin sunduğu askeri desteği içine sindiremeyen, bunun önüne de geçemeyen Erdoğan rejiminin attığı adımlar, ABD’yle zaten bu temelde gelişen gerginliği arttırdığı gibi, yeni gerginlik başlıklarının da ortaya çıkmasına yol açmıştır. Kuşku yok ki, bunların başında, S-400 füze sisteminin satın alınmasında en bariz biçimde somutlanan Rusya’yla yakınlaşma politikası yatmaktadır. Nicedir, ABD egemen sınıfı, bir tarafta Kongrenin gösterdiği sopayla diğer tarafta da Trump’ın uzattığı havuçlarla bu hususta TC’ye geri adım attırmaya çabalasa da sonuç alabilmiş değildir. S-400’lerin alınmasından dolayı Kongreye gelen ve kabul edilen yaptırım kararları, yakın zamana dek Trump ve ekibi tarafından bloke ediliyordu. Bu konuda yaşanan gelişmeler, ABD egemen sınıfı içerisindeki ihtilafların da dışa vurduğu başlıklardan birini oluşturuyordu. Gelinen son noktada, Trump’a kaçacak yer bırakmak istemeyen Kongre, bu yaptırım ve TC’nin F-35 projesinden çıkarılması kararlarını 2020 bütçesinin içerisine koymuş ve Trump da bu bütçeyle birlikte bu kararları da onaylamak durumunda kalmıştır. Böylelikle Trump yönetimi, 6 ay içerisinde CAATSA olarak bilinen yaptırım yasasındaki 12 maddeden en az 5’ini uygulamak zorunda bırakılmıştır. Şimdi Erdoğan’ın tek umudu, “sevgili dostu” Trump’ın uygulanabilecek yaptırımlar paketinden en yumuşak olanları seçmesidir.
Gerek Kürtlere ilişkin tutumu, gerek Kıbrıs işgali, gerekse de Ermeni soykırımı gibi tarihsel suçları kabullenmemesi TC egemenlerinin başını ağrıtmaya, ayaklarında bir pranga olmaya devam edecektir. Yıllardır Ermeni soykırımı meselesi ABD Kongresine TC’ye karşı bir şantaj konusu olarak gelir, koparılan yeni tavizler ya da ABD’ye sadakat hususunda iman tazelenmesinin ardından konu rafa kaldırılırdı. Bu kez öyle olmadı. Diğer sorunlar ayyuka çıktığından bu kez Kongrede soykırım gerçeği kabul edildi. Soykırım gerçeğini resmi düzeyde kabul eden 30’dan fazla ülke olmasına rağmen bunlar arasına resmen ABD’nin de katılmış olması TC açısından en can yakıcı olanıdır. Gerek Ermeni soykırımının kabul edilmesi kararı gerekse de bütçedeki yaptırımlar, Erdoğan’ı zora sokmaktadır. Bu gelişmelerin ardından Erdoğan, İncirlik ve Kürecik üslerini kapatmaktan dem vurarak sözümona ABD’ye meydan okuyor. Bugüne dek ABD karşıtlığı temelindeki sözde bir anti-emperyalizmle bu üslerin kapatılmasını öne çıkaran ve AKP hükümetlerini güya bu temelde teşhir eden ulusalcı solcular “yapamaz ki” temposu tutsalar bile, ABD’yle yaşanan gerilimin nereye varabileceği hususunun ucu açıktır. Kıbrıs işgalinin ardından yaşanan gerilim ve uygulanan silah ambargosu nedeniyle üstelik de Demirel hükümeti döneminde İncirlik üssünün ABD uçaklarının kullanımına kapatıldığını ama bunun hiç de emperyalist dünyadan bir kopuş anlamına gelmediğini unutmamak gerekir.
ABD Kongresinin bütçeye tıkıştırdığı ve TC’yi ilgilendiren bir başka husus da, Rus doğalgazını Avrupa’ya taşıyan boru hatlarına (Kuzey Akım-2 ve Türk Akım boru hatları) yönelik yaptırımlardır. Bunlardan ilki Rusya’yı zor durumda bırakıp başta Almanya olmak üzere AB ülkelerine had bildirmek anlamına gelirken, Türk Akım’a dönük yaptırımlar, TC egemenlerinin ağzını sulandıran bir projenin daha zora girmesi anlamına geliyor. Diğer hususlardan farklı olarak ABD’nin bu adımı, hem Rusya hem de Almanya cephesinde ciddi bir tepkiyle karşılandı. Kendini dünyanın efendisi ve Avrupa’nın da hamisi gibi gördüğünü dışa vuran bu adımla ABD emperyalizmi, bu boru hatlarıyla AB’nin Rus doğalgazına bağlı hale geleceğini iddia ederken, başta Almanya olmak üzere AB ülkeleri, “bunun tasası sana mı düştü” minvalinde açıklamalar yapıyorlar. Besbelli ki, önümüzdeki dönemde, Çin’le giriştiği ticaret savaşı sürerken, Trump’ın AB’ye dönük ekonomik sıkıştırma hamleleri artarak devam edecektir. Amerikan büyük burjuvazisi birçok sorunda farklı taktikler temelinde ayrımlar yaşarken, Çin, Rusya ve AB’ye (ve özel durumu nedeniyle Türkiye’ye) karşı ekonomik sıkıştırma hamleleri konusunda domuz topu gibi birleşmiş durumdadır ve bu durum, içinden geçtiğimiz emperyalist hegemonya savaşı döneminin karakteristiğini açığa çıkartmaktadır.
TC’nin ABD’yle yaşadığı gerilimlere son dönemde eklenen bir diğer bağımsız başlığı da Doğu Akdeniz’deki hidrokarbon yataklarının paylaşımı konusu oluşturuyor. Bu paylaşım ihtilafı kaçınılmaz olarak Kıbrıs sorununu da yeniden alevlendiriyor. Erdoğan’ın bu sıkışmışlıklardan kurtulmak adına attığı adımlar ise giriştiği maceralarda eli daha da büyütmekten ve yeni askeri çatışmalara zemin hazırlamaktan başka bir anlama gelmiyor. Libya’yla imzalanan mutabakatlara bu çerçeveden bakmak gerekiyor.
Doğu Akdeniz ve Libya
Vaktiyle Libya meselesi patlak verdiğinde önce “NATO’nun Libya’da ne işi var” diyen, ardından treni kaçırmış olmanın verdiği panikle Libya’ya müdahale edecek NATO güçlerine ev sahipliği ve öncülük yapmaya soyunan, o da yetmeyince Suriye’ye karşı ABD öncülüğünde ilan edilen savaşın şampiyonu kesilen Erdoğan, savaşın gidişatı içerisinde bugün tekrar Libya alanına yoğunlaşmaya başlamıştır.
Libya ikiye bölünmüş durumda. Bir tarafta, İslamcı-İhvancı Sarrac liderliğindeki Trablus merkezli Ulusal Mutabakat Hükümeti, diğer tarafta da Hafter ordusunun ayakta tuttuğu Tobruk merkezli Temsilciler Meclisi hükümeti. Kaddafi’nin emperyalist bir müdahaleyle devrilişinin ardından, Trablus’ta kurulan hükümet, Birleşmiş Milletler nezdinde Libya’nın meşru hükümeti olarak tanımlanmış olsa da patlak veren iç savaşın ilerleyişi içerisinde bu hükümet büyük güçler nezdindeki meşruluğunu çok büyük ölçüde yitirmiş durumdadır. Büyük emperyalist güçler ve bölge güçleri bu bölünmüşlükte genel olarak Hafter’i desteklerken, aralarında İtalya ve Türkiye’nin de olduğu bazı güçler de Sarrac’ı destekliyorlar. Aslında en genel anlamda dünya çapında yürüyen paylaşım kavgasında karşı karşıya olan ABD-İngiltere, Avrupa Birliği ve Rusya-Çin kutuplarının, Libya’daki paylaşım savaşında şu ya da bu ölçüde aynı tarafta yer alıp Hafter’i destekliyor oluşu ilginç bir durum yaratıyor. Bunda kuşku yok ki, İslamcı Trablus yönetiminden duydukları rahatsızlık başrolü oynuyor. Ama yine de Hafter’e verilen desteğin mahiyeti ve sınırları her bir büyük güç açısından farklıdır. Bu noktada ABD ve AB’nin, Rusya’nın bölgede artan etkisinden rahatsız olduğunu ve onu dengeleyecek güçler arayışında bulunduğunu belirtmek gerekir. Görünen manzara, İhvancı yönetimin savaşı kaybetmekte olduğu yönündedir ama bunun Libya’ya barış ve huzur getireceğini söylemek mümkün değildir. Tersine, İhvancı yönetim yıkılıp Hafter liderliğindeki hükümet egemenliğini ilan ettiği andan itibaren gerçekte birbirinin rakibi durumundaki büyük güçler arasında yeni bir kapışma kaçınılmaz olarak ufukta beklemektedir.
Sarrac hükümeti sona doğru yaklaşırken, aradığı can simidini, izlediği politikalar nedeniyle başı tüm büyük güçlerle şu ya da bu ölçüde belada olan Erdoğan’da buldu. Diğer taraftan Erdoğan da Sarrac hükümetine ihtiyaç duyuyor; bunun nedenlerini üç başlıkta sıralamak mümkün. Birincisi Libya petrollerinin paylaşımında onun üzerinden hak iddia edebilmek, ikincisi Doğu Akdeniz hidrokarbonları üzerinde hak iddia edebilmek için onunla yapılacak sözümona resmi bir anlaşmaya duyduğu ihtiyaç ve üçüncüsü Rusya’nın bastırmasıyla Suriye’den uzaklaştırmak zorunda kalacağı cihatçı çetelere bir sığınak bulmak. İşte Erdoğan rejimi ile Sarrac hükümeti arasında, biri deniz sınırlarıyla diğeri de askeri işbirliğiyle ilgili iki “mutabakat muhtırası” bu koşullarda imzalandı.
Erdoğan nicedir Sarrac hükümetini hem siyasal hem finansal hem de askeri olarak zaten desteklemekteydi. Kendisine yıllardır gemilerle silah gönderilmekte, MİT elemanları ve sivil giyimli ordu subayları Trablus’ta cirit atmakta, Suriye’deki kimi cihatçı çeteler Libya’ya transfer edilmektedir. Sarrac’ın İhvancı kimliği kuşkusuz verilen bu destekte önemli bir yer tutuyor. Ne var ki, bunun bir ideolojik birlik, bir “dava kardeşliği” olmadığını, İslamcı söylemin, Erdoğan ekibinin emperyalist hayallerinin bir aracı olarak kullanıldığını gözden kaçırmamak gerekiyor. “Arap Baharı”nın başlangıcında, İhvan’la kurulacak işbirliği sayesinde bölgenin lideri olma hevesleri kabaran Erdoğan-Davutoğlu ikilisi, bu doğrultuda, Libya’dan başlayıp, Mısır ve Filistin üzerinden Suriye’ye kadar uzanan ve daha güneyde Sudan’ı da içeren geniş bir bölgede at koşturma ve buraları kendi nüfuz alanına çevirme hayalleri kuruyorlardı. Erdoğan-Davutoğlu ikilisinin hayallerine bakılırsa Türkiye, ABD’nin himayesinde, onun geliştirdiği “ılımlı İslam” projesinin örnek ülkesi olarak sivriltilecek, Büyük Ortadoğu Projesinin eş başkanı olarak emperyalist bir sıçrama gerçekleştirecek, ABD’nin bastırmasıyla Suudiler geriletilip yedeğe alınacak ve BOP’un Sünni İslam ülkeleri İhvan-AKP çizgisinde Şii İran’ın üzerine yürüyecekti. Ne var ki, İsrail ve Suudi Arabistan’ın ağırlıklarını arttırması ve bir ölçüde bununla bağlantılı olarak Amerikan emperyalizminin siyasal İslamcı hareketlere ilişkin tutumunu değiştirerek “ılımlı İslam” projesini rafa kaldırması sonucunda AKP şeflerinin hayalleri suya düşmüştü. Bu projeye denebilirse elindeki sermayenin tümünü yatıran AKP’nin ABD gibi kolayca çark etmesi mümkün değildi. Bu yüzden o günden bu yana hayalini kurduğu İhvan-AKP kuşağındaki İslamcı güçleri her şekilde destekleme çalışmalarına devam etti. Suriye, Mısır, Sudan, Libya ve Tunus’ta, bu doğrultuda ABD’nin gerek stratejik planlarına çomak sokmak gerekse de taktik adımlarını bozmak amacıyla manevralar yaptı. Ne var ki gelişmeler, TC egemenlerinin karşısına bambaşka bir tablo çıkardı: İlk başlarda emperyalist paylaşımdan büyük bir lokma kopartarak emperyalist sıçrama yapma hayalindeki AKP şefleri ve büyük burjuvazi, Kürt sorununun da önemli bir unsurunu oluşturduğu bu tabloda, bir süre sonra kendisini, paylaşan değil paylaşılacak olan noktasına doğru yokuş aşağı yuvarlanır hissetmeye başladı. Egemen sınıf bloku içerisinde yeni çatışma, ayrışma ve saflaşmaları da beraberinde getiren, hem içeride hem de dışarıda düne kadar dost görülenlerle yeni dönemde düşman, düşman görünenlerle de dost olunmasının, bu yeni ittifaklar temelinde faşist nitelikte bir rejim kurulmasının zemini de budur.
Tüm bu tabloya, yine “Arap Baharı” sürecinde Doğu Akdeniz havzasında keşfedilen hidrokarbon yataklarının paylaşım mücadelesini de eklemek gerekir. TC’nin sittin senedir Yunanistan’la yaşadığı kıta sahanlığı sorunları ve kördüğüme dönüşen Kıbrıs meselesi, bu hidrokarbon yataklarının nasıl paylaşılacağı hususunda TC’nin yalıtılarak tek başına kalmasına yol açmıştır. Paylaşımdan açıkça dışlanan ve tezleri hiçbir büyük güç nezdinde kabul görmeyen TC, paylaşım masasında olduğunu göstermek adına giderek artan ölçüde tek taraflı adımlar atarak gerilimi tırmandırmakta ve meseleyi güç kullanarak (ya da kullanabileceği blöfüyle) çözmeye çabalamaktadır. Kıbrıs ve Ege adalarının kıta sahanlığı problemleri nedeniyle uluslararası deniz hukukunu oluşturan birçok anlaşmaya imza atamayan, imza atamadığı için de Doğu Akdeniz’deki diğer devletlerle bu çerçevede resmi anlaşmalar yapamayan Türkiye, dâhil olmadığı paylaşımın önünü kesmek, planlanan boru hattı projesini imkânsız hale getirmek üzere Libya’daki Sarrac hükümetiyle deniz sınırlarını belirleyen bir mutabakat ilan ediverdi. Sarrac hükümetinin Libya’yı temsilen böyle bir anlaşma imzalamaya ne denli yetkili olduğu zaten başlı başına bir sorunken, bir de bu mutabakatla Türkiye’nin Kıbrıs’ın batısındaki sularda benim borum öter demesi, gerek bölge ülkelerini gerekse de büyük emperyalist güçleri ayağa kaldırmış durumda.
İktidarın tüm iddialarına karşın, Sarrac hükümetiyle varılan deniz sınırları mutabakatının hukuki bir geçerliliği bulunmuyor ve BM tarafından onaylanması da mümkün görünmüyor. Avrupa Birliği ve ABD, bu mutabakatı tanımadı, uluslararası deniz hukukuna aykırı ilan etti, tek taraflı adımları kınadı ve sözkonusu ihtilafta Yunanistan ve Kıbrıs’ın yanında olduklarını beyan ettiler. Benzer şekilde bölgedeki tüm ülkeler de aynı şekilde bir karşılık verdi. TC’nin bel bağladığı Rusya da, daha ihtiyatlı bir dille de olsa, aynı kapıya çıkan bir tepki göstererek Türkiye’yi “tek taraflı adımlardan uzak durma ve gerginliği tırmandırmamaya” davet etti. Yaşanan gelişmelerle dış politika alanının her cephesinde iflas eden Erdoğan rejimi, çıkış yolunu, içeride olduğu gibi dışarıda da kabadayılıkta, oldubittilerde ve militarizmi körüklemekte arıyor. Bu doğrultuda, aslında işgal altında tuttuğu Kuzey Kıbrıs’ta SİHA’lar için bir hava üssü kurmuş ve bir deniz üssü inşa etmenin planlarını yapmaktadır. Benzer şekilde Libya’da resmen bir kara üssü kurma hazırlıklarının da yürütüldüğü basına yansımış durumdadır. Erdoğan’ın apar topar Tunus’a giderek Libya için destek arama çabalarından da umduğunu bulamaması üzerine yaptığı son açıklama, bugüne kadar zaten gayriresmi olarak dâhil olunan Libya iç savaşına, bir tezkere çıkartılarak resmen de dâhil olunmak istendiğini gösteriyor.
Erdoğan’ın Libya manevrası ve macerası, yalnızca AB ve ABD’yle yaşadığı gerilimi arttırmaya değil, Rusya’yla da yeni bir gerilim başlığı haline gelmeye adaydır. Keza Rusya, gayriresmi özel savaş şirketiyle (Wagner) Libya sahasında Hafter’in saflarındadır. Aslında Sarrac’ın karşısında Hafter’i destekler gözükmesine rağmen ABD bu durumdan rahatsızdır ve Rusya’nın etkisini kırmak için Erdoğan’la Putin’in arasında yeni bir ihtilafın canlanması onun da işine gelebilir. Aslında Suriye’den sonra Libya’da da görüldüğü üzere at izi it izine karışmış durumdadır ve büyük güçler doğrudan karşı karşıya gelip hesaplaşmalarını tamamlamadıkça savaş sürüp gidecektir. Erdoğan ise attığı adımlarla bölgede suları daha da ısıtıp yangına körükle gitmektedir.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, 2020’ye Girerken Artan Hoşnutsuzluk ve Rejimin Yeni Maceracı Adımları, 31 Aralık 2019, https://enternasyonalizm.org/node/284
Kılıçdaroğlu’nu kandırmışlar, o da bizi kandırmaya çalışıyor!
Kahrolsun Saray ve Onun Savaşı!