“Güvenli Bölge” ve Rejimin Kürt Açmazı

Ortadoğu’daki emperyalist paylaşımdan nemalanma arayışındaki Erdoğan liderliği, “Arap Baharı”nı takiben Suriye’de gelişen çatışmalı durumu, “yeni politika”ları açısından bir fırsat olarak değerlendirip, savaşın ortasına balıklama atlamıştı. Bugün kabullenmemek için çırpınsalar da bu politika çoktan iflas etmiştir. Erdoğan Esad rejimini devirmeyi başaramamış, eğitip donattığı ve desteklediği silahlı İslamcı çeteler askeri olarak yenildikleri gibi, Suriye iç savaşı Suriyeli Kürtlerin siyasi bir varlık haline gelmesine, kendi bölgelerinde siyasal ve askeri yönetimi ellerine geçirmelerine ve Kürt hareketinin uluslararası kamuoyunda ciddi bir sempati ve prestij kazanmasına yol açmıştır. Yani hedefledikleri emperyal sonuçlardan hiçbirine ulaşamadıkları gibi hiç arzu etmedikleri bir durumla karşı karşıya kalarak, evdeki bulguru koruma telaşına düşmüşlerdir. Bu dönemeç noktasından itibaren Erdoğan ve ortaklarının esas derdi Kürt hareketinin önünü kesmek olmuştur.

Ortadoğu’da sürüp giden savaşın ilk raundunda aldıkları yenilginin ardından dümeni kırdıkları Rusya’nın icazetiyle ve onun çizdiği sınırlar dâhilinde bölgede halen askeri bir varlık gösterebilmek ve buna dayanarak paylaşım masasında tekrar yer bulma ümidini canlı tutabilmek, Erdoğan rejiminin tek tesellisidir. Ama ABD ve Rusya’nın icazetiyle ve onlar arasındaki çatışmanın yarattığı çatlaklardan yararlanarak Suriye’nin bazı bölgelerinde kendi askeri varlığını bulundurması, yenilgi aldıkları gerçeğini değiştirmiyor. Bu askeri varlığın ömrünü Türkiye değil, büyük güçler belirlemektedir. Tüm afra tafralarına, işgal tehdit ve şantajlarına rağmen Erdoğan ve şürekâsının gerçekte tüm çabası, bu süreci uzatmaya dönüktür. Günü kurtarabilirlerse yarına Allah kerimdir!

Dış politika ve burjuvazi içi yarılma

Erdoğan burjuva devletin statükocu Kemalist paradigmalarını yıkarak, emperyalist niyetlerini İslamcı bir söylemle hayata geçirebileceğini ve böylelikle aynı zamanda hem geleneksel büyük burjuvazinin güvenini kazanabileceğini hem de temsilcisi ve lideri olduğu İslamcı sermayeye çağ atlatabileceğini hayal ediyordu. TÜSİAD burjuvazisi de, AKP’nin ilk iktidar dönemi boyunca, hem AB hem de ABD’yle işbirliği içerisinde, başta Ortadoğu olmak üzere yakın coğrafyada güç ve etkilerini arttırarak emperyalist hiyerarşide daha üst basamaklara tırmanma hayalleri kuruyordu. AKP’nin aslında ABD’nin ön açmasıyla bu doğrultuda belli bir mesafe kaydetmesi bunun imkânsız bir hayal olmadığı hususunda büyük burjuvaziyi yüreklendiriyordu.

Ne var ki, Ortadoğu’da yürüyen savaşta yaşanan gelişmeler, Kürdistan meselesinin uluslararası bir boyut kazanması, Türkiye egemen sınıfı içinde yaşanan çatışmaların birinin bitip bir diğerinin başlaması ve kuşkusuz derinliği inkâr edilemez boyutlar kazanmış dünya ekonomik krizi bu emperyalist hedeflere ulaşma hayallerini suya düşürmüştü. Yeni-Osmanlıcı hedefleri fos çıkan Erdoğan, kaybettikçe İslamcı söylemi ve şoven milliyetçiliği kışkırtmaya, kendi kişisel iktidarının da bekası için keyfileşip otoriterleşmeye, burjuva düzenin genel çıkarlarını gözeteceği yerde, temsilcisi olduğu sermaye kesimlerinin çıkarlarını abartılı bir şekilde kayırmaya başlamış, yeni ittifaklar kurarak rejimi faşist temelde yeniden yapılandırmaya girişmişti. TC yürüyen savaşta daha da sıkıştıkça iktidarın yeni maceralara girme eğilimi de güçlenmektedir. Tüm bunlara, ekonominin yönetim tarzının büyük burjuvaziye “bu nasıl bir kapitalist işleyiş” dedirtecek kadar keyfileşmiş olmasını da ekleyelim.

Geleneksel büyük burjuvazi bu sürecin başlarında bir parça mırın kırın ettiyse de gerek bir alternatif üretememelerinden gerek TC’nin bekasına dönük tehdidin somutluğundan, gerekse de ağırlaşan ekonomik kriz karşısında otoriter bir rejimin kapitalist düzeni korumakta işlevsel olabileceği düşüncesinden ötürü faşist rejimi kabullenmek ya da en azından öyle görünmek zorunda kaldı. Süreç daha da ilerleyip, TC’nin dümenindekilerle AB ve ABD arasındaki gerilim iyice ayyuka çıktığında ve TC’nin hangi emperyalist kampta yer alacağına dair farklı arayışlar daha somut hale geldikçe durum değişmeye başladı. Burjuvazi içerisinde tüm bu sorunlar yumağından nasıl çıkılabileceğine dair ayrışma giderek güçlenmektedir.

Ekonomik, siyasal ve kültürel ilişkilerini Batı’yla kurmuş büyük burjuvazinin geleneksel kesimleri bu gidişattan, “yeni eksen arayışlarından”, onun doğurduğu maceracılıktan hoşnut olmadıklarını artık gizlemez oldular; kuşkusuz bunda Erdoğan ve partisinin kitle desteğinin azalmaya başlaması ve ona karşı kurulan burjuva muhalefet cephesinin siyasal-toplumsal desteğinin artması önemli bir rol oynamaktadır. Sınıf hareketinin verili geri durumu değişmediği sürece, Erdoğan’ın faşist rejiminin ömrünün hem yürüyen savaşta yaşanacak gelişmeler hem de burjuva kamp içindeki bu yarılmanın gelişimi tarafından belirleneceğini söyleyebiliriz.

Durum bu olunca gerek rejimin akıbeti gerekse de sınıf mücadelesinin geleceği açısından Ortadoğu savaşı bağlamında yaşanan güncel gelişmeleri kuşkusuz dikkatle takip etmek gerekiyor. Ama günübirlik gelişmelere saplanıp kalarak, tablonun bütününü gözden kaçırmak ciddi bir hata olacaktır. Tablonun bütününde akıldan çıkartılmaması gereken noktalardan biri, emperyalist savaşın devam ettiği ve yayılıp genişleme eğiliminde olduğudur. Trump’ın değişken günlük açıklamaları, Washington’daki günlük değişiklikler vb. bu gerçeği değiştirmiyor. Diğer bir nokta, faşist basının pompaladığı pembe tablonun aksine, rejimin hem bu savaş tarafından hem değişen iç siyasal dengeler tarafından, hem de ekonomik kriz tarafından ciddi bir şekilde sıkıştırıldığı gerçeğidir.

Son gelişmeler bu gerçeği bir kez daha doğrulamıştır. Doğu Akdeniz’den Fırat’ın doğusuna ve oradan İdlib’e kadar hem uluslararası alanda hem de ekonomik bakımdan sıkışmış olan rejim bu sıkışıklığını aşamıyor. Üstelik bu arada, AKP’yi bölmeye dönük yeni parti kurma çalışmaları sürüyor. Davutoğlu ile Erdoğan arasındaki gerilim, birbirlerini tehdit etme boyutuna yükselmiştir. İşte bu koşullarda faşist rejim, HDP’ye dönük operasyonuyla hem sıkışıklığının üzerini kapatmak, bu arada Kürt hareketini ezmek, hem de muhalefeti Kürt düşmanlığı ve milliyetçilik tuzağına çekerek boğmayı hedeflemektedir. Rejim, bir taraftan HDP’li belediyelere kayyum atayarak ve HDP binaları önünde “annelerin evlatlarına sahip çıkma” eylemleri örgütleyerek HDP’yi kriminalize edip kapatmanın zeminini döşemek istemekte, bir taraftan da Güney Kürdistan’da PKK’ye karşı savaşı tırmandırmaktadır.

ABD’yle ilişkiler düzeliyor mu?

Faşist rejim, yaşadığı sıkışmışlıktan bir çıkış bulma umuduyla, Ortadoğu savaşında, ABD’yle ilişkilerini Rusya’ya karşı, Rusya’yla geliştirdiği ilişkileri de ABD’ye karşı bir blöf ve şantaj aracı olarak kullanmaya çalışıyor. Bu iki büyük gücün Ortadoğu’daki çatışmasının doğurduğu boşluklardan yararlanarak, zaman kazanmayı, Suriye Kürtlerinin kazanımlarını yok etmeyi ve doğabilecek fırsatlardan istifade ederek kendi etki alanını genişletmeyi umuyor. İki büyük gücün nihai bir hesaplaşmaya girişmeyip, savaşı farklı biçimler altında, dolaylı yöntemlerle sürdürmesi, TC’nin bu tür manevralarına azalarak da olsa hâlâ imkân sağlıyor. Ne var ki, Suriye’deki savaş nihai sonucuna doğru ilerledikçe bu imkân kaçınılmaz olarak daralmaktadır. Burada altını çizmeliyiz ki, iki büyük gücün çatışmasından yararlanmaya çalışan Türkiye, aslında tam da bu taktikler nedeniyle, ABD ile Rusya arasındaki çekişmenin alanlarından biri haline de gelmiştir.

ABD’yle yaşanan gerilimin temelinde Kürt sorununun yattığını, ancak buradan kaynaklı gerilimin giderek boyutlandığını ve buna yeni başlıkların da eklendiğini nicedir söylüyoruz. Rusya’yla yakınlaşmanın S-400 sisteminin alınmasına kadar ilerlemesi, Doğu Akdeniz hidrokarbonlarının paylaşımı ve Kıbrıs meselesi bunun örnekleridir.

ABD emperyalizminin tüm uyarılarına rağmen S-400 füze sisteminin alınması, Türkiye ile ABD arasındaki gerilimin lafzi değil somut bir durum olduğunu gösteriyor. ABD Kongresinin açıklama ve kararlarının aksine Trump S-400 de dâhil olmak üzere bir dizi konuda Türkiye’ye yaptırım uygulanmasını erteleyen bir görüntü çiziyor. Erdoğan ve ekibi de umudunu Trump’ın bu sahte görüntüsüne bağlıyor. ABD’den gelen “S-400’ü aldınız bari aktive etmeyin” şeklindeki açıklamaların aslında bir pazarlık argümanı olduğu kısa sürede açığa çıkmıştır. Bu füze sisteminin alınmasını ABD’nin sineye çekeceğini düşünmek doğru olmaz; Türkiye’nin milyarlarca dolar harcayarak ortak olduğu F-35 projesinin dışına itilmesi ve parasını ödediği halde sipariş verdiği uçakların teslim edilmeyişi zaten güçlü askeri yaptırımlardır. Suriye’deki Kürt hareketi ve diğer başlıklar üzerinden yürütülen pazarlıklar ABD’nin istediği doğrultuda ilerlemezse yeni yaptırımların er geç gündeme sokulacağı kesindir.

Osaka’daki G20 toplantısında Trump’ın Erdoğan’la yaptırımlar konusunda gizli bir mutabakata varmış olması kuvvetle muhtemeldir. Türkiye’nin önüne S-400 nedeniyle yaptırıma maruz kalmak ya da ABD’nin planına razı olmak seçeneklerinin konulduğu görülüyor. Son günlerde Erdoğan’ın bir kez daha ABD planına karşı veryansın etmesi ve Rojava’yı işgal niyetini tekrarlaması karşısında ABD Hazine Bakanlığından derhal “S-400 yaptırımlarını inceliyoruz” şeklinde açıklama yapılması, bu konuların ne kadar iç içe geçtiğini göstermektedir.

Bu detayların içerisinde egemen güçler tarafından atılan taktik adımları anlamaya çalışırken, asıl ve stratejik olanı, meselenin gerçek özünü gözden kaçırmamak gerekir. Ortadoğu savaşı ve onun bir parçası haline gelen Kürdistan meselesi bağlamında, ABD ile Türkiye’nin planları ve hedefleri farklıdır ve çatışma halindedir. Türkiye, uzun bir süredir Suriye toprakları içinde bir “güvenli bölge” oluşturulmasını talep ediyor. Amacı, kendisinin denetleyeceği bu “güvenli bölge” ile aslında Suriye topraklarını işgal etmek, Kürtlerin Rojava’da elde ettiği kazanımları söküp atmak ve buraların demografik yapısını değiştirmektir. Yani rejim bir yandan Kürtleri ezerken bir yandan da kendi yayılma emellerini canlı tutmaya çalışıyor. ABD emperyalizmiyle ters düşmenin temelinde de bu yatmaktadır.

ABD ise, hem yaşanan gerilim nedeniyle Türkiye’nin Rusya’yla daha fazla yakınlaşmasının önüne geçmeye hem de Suriye’deki varlığını korumaya ve bu bağlamda ihtiyaç duyduğu Kürtlerin ezilmesini engellemeye çalışıyor. Bu nedenle de TC’nin istediği tarzda bir “güvenli bölgeyi” kabullenmesi hiç kolay değildir. Zira böyle bir adım Kürtlerle işbirliğinin sona ermesi, onların Rusya ve Esad çizgisine kayması anlamına gelir ki, ABD Kürtlere hem Suriye’nin geleceğinin belirlenmesi hem de İran’ın kuşatılması için ihtiyaç duyduğundan bunu göze alamaz. Kaldı ki Kürtlerin ezilmesi temelinde Ortadoğu’da güçlenen bir Türkiye’nin kontrolü ABD açısından daha da zorlaşır. Bu durum ABD’yi hem Kürtlere hem de TC’ye çeşitli tavizler verip her ikisini de idare edebileceği çelişik yollar aramak zorunda bırakıyor.

ABD emperyalizmi, sittin senelik müttefiki ve bölgede önemli bir belirleyen olan Türkiye’yi kaybetmek istememekte ama kendi planlarını da ilerletmeyi amaçlamaktadır. Bu çelişkili durumun yarattığı gerginlik TC egemenlerini farklı arayışlara iterken ABD de zaman kazanmak amacıyla onu oyalamaktadır. Ne var ki ABD emperyalizmi kendi planlarını değiştirmediği sürece bu oyalama taktiğinin eninde sonunda tıkanacağı bir nokta gelecektir. Yıllardır TC tarafından farklı şekillerde dillendirilen ve resmen reddedilen güvenli bölge hususunun ABD tarafından “peki kuralım o zaman” şeklinde yeni bir yaklaşımla karşılanması, bu kadarıyla, kuşkusuz TC’nin basınçlarına karşı verilmiş bir tavizdir. Amaç, Türkiye’yi yatıştırmak, Rusya kampına kaptırmamak ve İran konusunda en azından nötr hale getirmektir. Ama bu kadar! Zira taviz verilip kabul edilmiş görünen güvenli bölgenin nasıl olacağı halen belirsizliğini korumaktadır. Açık olan şey, ABD’nin bu adımla bir kez daha TC egemenlerinin önünü kestiğidir.

Bir yılan hikâyesi: Güvenli Bölge

TC’nin yıllardır farklı adlar altında gündeme getirdiği “güvenli bölge” önerisini ABD defalarca reddetmişti. Bugünse Trump yönetimi bu öneriyi “kabul etmiş” görünüyor; ama onu bambaşka bir şeye çevirerek! ABD’den gelen “tamam” açıklamalarının ardından faşist medya tarafından atılan zafer çığlıkları, kısa süre sonra yerini soru işaretlerine bırakmış, ardından da “Çekiç Güç gibi olmasın”, “hem oyalanıyoruz hem de başımıza yeni çoraplar örülüyor” minvalindeki açıklamalar yaygınlaşmaya başlamıştır. Şu ana dek ortada helikopterlerle ya da zırhlı araçlarla yapılan gezinti niteliğindeki sembolik adımlardan başka bir şey olmaması bu algıyı güçlendiriyor. Faşist blok içindeki Ergenekon/Avrasyacılar da bu mutabakatı hoş karşılamıyorlar. Bu vesileyle bir kez daha ABD’yle tüm ilişkilerin koparılmasını, Rusya’yla tam işbirliğini ve Esad’la kucaklaşmayı talep ediyorlar. Faşist blok içindeki başka kesimlerse, bağımsız görünen adımlar atarak ABD’nin eninde sonunda istenilen çizgiye getirilebileceği umudunu taşıyorlar; gerek bu kesimin gerekse de Erdoğan’ın çizgisi şantaj ve blöf yöntemlerine dayanıyor. Erdoğan, diğer şeylerin yanı sıra kendi şahsi iktidarını da koruma kaygısıyla, bir anlamda bu kesimler arasında dengeleyici bir unsur olarak da sivriliyor. Görülüyor ki, faşist blok içindeki dengeler ve hatta onun kaderi de, bölgede yaşanacak gelişmelerle çok yakından ilişkilidir.

Siyasi iktidar diplomasi hanesine yazılan kimi küçük kazanımlar[1] elde etse de, ABD’nin kendisini oyalamakta olduğunun farkındadır. Ama buna rağmen ABD tarafından şekillendirilen “güvenli bölge” planını kabul etmiş gözükmektedir. Kuşkusuz işgal blöfüyle bu mutabakatı kendi çıkarları doğrultusunda revize etmeye çalışmaya devam edecektir; ancak “ben bunu toptan reddediyorum” deme lüksü yoktur. Zira bu planı tümüyle reddetmesi durumunda, ya ABD’yle açıkça karşı karşıya gelecek bir askeri maceraya girişmek ya da pazarlıklardan eli tamamen boş dönmek seçenekleriyle yüz yüzedir. ABD nasıl zaman kazanmaya çalışıyorsa, Erdoğan da zaman kazanıp koparabildiği kadarını koparmak amacındadır.

Açık olan bir şey var: Güvenli bölge kurmayı kabul etmiş görünen ABD, böylelikle TC’nin “operasyon tehditleri”ni boşa çıkartmaktadır. Bu gerçeği, son dönemin “gözde” uzmanlarından Kürt düşmanı Abdullah Ağar da istemeye istemeye itiraf etmektedir: “Açıkçası ABD, Müşterek Harekât Merkezi üzerinden; Türkiye’yi elinde tutmuş, Türkiye’nin bir harekât yapmasını engellemiş, en azından geciktirmiş, Türkiye’nin Rusya ve İran ile ilişkilerini germiş, Astana sürecini riske sokmuş ve gelişen güven skalasını aşağıya çekmiş; konsantrasyonu, sorunsalı ve tehdidi Fırat’ın doğusundan İdlib’e çevirmeye çalışmış, Suriye’de kendi varlığı, etkisi ve meşruiyetiyle ilgili kaygan zemini sağlamlaştırmak istemiştir.[2] Bu minvalde önemli bir hususu daha vurgulayalım: ABD’nin güvenli bölge kurmayı kabul etmesi bir yandan Kürtleri ve TC’yi yatıştırıp kendi yanında tutma çabasını ifade ederken, diğer yandan da, aslında Rojava’daki Kürt yönetiminin TC tarafından da bir şekilde kabul edilmesini sağlama amacı gütmektedir.

Erdoğan “tüm gelişmeler bizim istediğimiz güvenli bölge ile muhataplarımızın kafasındaki güvenli bölge arasında çok ciddi farklar olduğunu gösteriyor” derken bunu itiraf etmiş oluyor.[3] Erdoğan’ın güvenli bölge kurma maksadının ardında esasen Rojava’daki Kürt hareketinin ve Kürtlerin kazanımlarının tasfiyesi olduğunu söyledik! Buna birbiriyle bağlantılı iki hususu daha eklemek gerekiyor. Birincisi, Türkiye’ye göç eden Suriyelilerin Rojava’da iskânının sağlanması, yani Rojava’nın Kürt kimliğinin büyük nüfus hareketleriyle yok edilmesi, demografik değişim! Erdoğan’ın “hedefimiz yaklaşık 1 milyon Suriyeli kardeşimizi güvenli bölgede iskân etmektir” şeklindeki sözleri bunu yeterince açık ve pervasızca ortaya koyuyor. Faşist iktidar güçleri her fırsatta başkalarını demografik değişim girişimleriyle suçlarken, Rojava’da bunu hedeflediklerini hiç çekinmeden açıklıyorlar. İkincisi, bu bölgeye yerleştirilecek Suriyeliler için bir inşaat seferberliği başlatmak! Bir başka deyişle Türkiye’nin can çekişen inşaat sektörüne, finans sektörüne ve genel olarak ekonomisine bu yolla can suyu vermek. Dahası, Erdoğan bir kez daha, “kapıları açarım ha” şantajıyla AB ülkelerinden hem bu güvenli bölge planına destek olmalarını hem de ona finansman sağlamalarını talep ediyor. Bu çirkeflik sonuç verecek mi göreceğiz!

Erdoğan ve rejim sözcülerinin operasyon tehditleri, ABD’yle yürütülen pazarlıklarda ellerini güçlendirmeyi, karşı taraf üzerinde basınç oluşturmayı ve daha fazla taviz koparmayı hedefliyor. Savaş tamtamları çalarak iç kamuoyunu faşist rejimin arkasına yığacak bir atmosfer oluşturmayı, muhalefeti baskılayıp gündemi belirlemeyi ve meselâ AKP’den koparak yeni parti kurmak isteyenlerin kendilerine alan açmasının önüne geçmeyi de bu hedeflere eklemek lazım. Savaş söylemini gündemde tutmak faşist rejimin işine gelmektedir.

ABD’nin “güvenli bölge” kozuyla TC’yi yatıştırma adımına, onun Erdoğan iktidarından kurtulma arzusu açısından da bakmak aydınlatıcı olabilir. Zira son süreçte Türkiye’de yaşanan siyasal gelişmeler, gerek geleneksel büyük burjuvazinin gerekse de Batılı emperyalist güçlerin, nihayet Erdoğan’a bir alternatif çıkabilir algısını güçlendirmiştir. Ne var ki, İmamoğlu şahsında somutlaşan (ve siyasi planda CHP-İYİP ittifakıyla desteklenen) bu alternatifin güçlendirilmesi için zamana ihtiyaç duydukları da açıktır. Gerek TÜSİAD’dan gerekse de CHP-İYİP cephesinden gelen “erken seçim istemiyoruz” açıklamaları bu ihtiyaca binaen yapılmıştır; buna ekonomik krizin doğurduğu yıkımın Erdoğan’a fatura edileceğini hesaplamalarını da eklemek gerekir. Erdoğan iktidarının gözünü karartıp Rojava’ya bir operasyona girişmesi, diğer şeylerin yanı sıra uluslararası burjuvazinin bu planlarını da tehlikeye sokacaktır. Zira TC’nin operasyon yaptığı, savaşın tırmandığı, içeride Kürt düşmanlığı üzerinden milliyetçiliğin yükseldiği koşullarda, Erdoğan rejiminin daha fazla güçlenmesi mümkün olacak ve basınç altındaki düzen muhalefetinin bu dalgaya karşı durması zorlaşacaktır. Erdoğan ve faşist bloku güçlendirecek savaş söyleminin boşa çıkartılması uluslararası burjuvazi açısından bu bakımdan da önem taşımaktadır. Sözkonusu mutabakat görüşmelerinin, faşist blok içerisindeki gerilimleri arttırması da onların işine gelmektedir.

Rusya’yla ilişkiler de netameli!

Bugüne dek yaşananlar, Türkiye’nin gerek ABD’yle gerekse de Rusya’yla vardığı nice mutabakatın kâğıt üzerinde kaldığını gösteriyor. Güvenli bölge mutabakatının da bu silsileye eklenmesi güçlü olasılıktır. Diğer her şeyi bir tarafa bıraksak bile, Rusya’nın, ABD ile Türkiye’nin Rojava hususunda tam bir mutabakata varmasını (zaten mümkün değildir) sessizce izlemeyeceği biliniyor.

Deneyim şunu gösteriyor: TC, ABD ile Rusya arasında gidip gelirken ne zaman taraflardan birine daha yakın konumlanıp yeni bir mutabakat zemini geliştirmeye girişse, diğer taraf bunu baltalamak için elinden geleni yapmış ve çoğunlukla da başarılı olmuştur. Bu iki büyük gücün yanı sıra, tıpkı Türkiye gibi süreci kendi çıkarları doğrultusunda manipüle etmek için çırpınan diğer bölgesel güçler de (Suudi Arabistan, İran, İsrail vb.) kurulan oyun planını bozmak için tetikte beklemektedirler.

Aslına bakılacak olursa, TC’nin Fırat’ın doğusuna asker sokup bölgenin kontrolünü ele geçirmesini normalde Rusya da ehven-i şer bulurdu; zira yenilmediği sürece oradan çıkartamayacağı bir ABD yerine, iplerini büyük ölçüde eline aldığı bir Türkiye’nin bölgede geçici hâkimiyet kurması onun da işine gelirdi. Ama elbette ki Rusya ABD’nin bölgeden çekilip denetimi TC’ye bırakmayacağını iyi biliyor. Buna rağmen bu tehditle Kürtleri korkutup onları Esad yönetimiyle uzlaşmaya doğru iten güçlü bir basınç oluşturmaktan da geri durmuyor. Rusya, korkutarak ve birtakım haklar vererek Kürtlerin Suriye içinde tutulmasını ve Suriye’nin istikrara kavuşturulmasını hedefliyor. İstikrarı sağlayabilmek içinse Türkiye’nin buna destek vermesi ve Esad’la yan yana getirilmesi gerekiyor. Bunu başarabilirse, hem ABD planları boşa çıkartılmış olacak, hem de bunun sağlanmasında üstlendiği rol nedeniyle Türkiye’nin ABD’yle gerilimi artarak devam edecektir.

Erdoğan Astana zirveleri kapsamında Rusya’ya İdlib hususunda verdiği sözleri tutmamasına rağmen, Rusya, S-400 satışının tamamlanabilmesi ve NATO’da yaratmak istediği çatlaktan ötürü bunu sineye çekmişti. S-400 satışının kesinleşmesi ve teslimatın başlamasını takiben ABD’nin Türkiye’yle güvenli bölge konusunda “mutabık kalması” bu durumu değiştirmiştir. Esad güçlerinin Rusya ve İranlı milislerin desteğiyle İdlib’de başlattığı operasyon, Türkiye ile Rusya arasındaki gerilimi de yükselmiştir. Bu hamlenin, “güvenli bölge mutabakatı”nın hemen ardından gelmesi bir tesadüf değildir. Esad güçlerinin İdlib’de önemli bir bölgeyi ele geçirmesi, bir TSK konvoyunu bombalayarak bu konvoydaki önemli bazı İslamcı çete liderlerini öldürmesi ve bazı gözlem noktalarını kuşatması, Türkiye’nin bu alanda zemin kaybettiğinin ifadesidir. Bugüne kadar Esad rejimini suçlayan Türkiye, bu kez doğrudan Rusya’yı sorumlu göstermek zorunda kalmıştır. İdlib’de sıkışan Erdoğan, bir kez daha Putin’e koşarak sorunu çözmeye çalışmış ama umduğunu bulamadığı gibi, eline, verilecek yeni tavizlerden oluşan bir liste tutuşturulmuştur. Bunun içinde, dışlandığı F-35 projesini ikame etmek üzere Su-35 ya da Su-57 savaş uçaklarının Rusya’dan satın alınması başlığı da bulunmaktadır. Her ne kadar, resmen bir duyurulup bir yalanlansa da, bu konunun da tıpkı S-400’ler gibi gündeme gelmesi ihtimal dâhilindedir. Rusya bir yandan kendi silahları için yeni pazarlar bulurken, bir yandan da Türkiye’yi Batı’dan uzaklaştıracak adımları atmakta oldukça mahir davranıyor.

Son olarak bir hususun daha altını çizelim. İstanbul seçimlerinden sonra liberallerce köpürtülen “iç siyasette normalleşme” hayallerinin ne denli kof olduğunu söylemiştik; yaşananlar çok gecikmeden tespitlerimizi doğruladı. Şimdi dış politika alanındaki benzer normalleşme beklentilerinin de alabildiğine hayalden ibaret olduğunu bu tespitimize ekleyelim. Faşist bloku oluşturanlar, yaşanması muhtemel bir ekonomik çöküşe karşı ortaya çıkacak tepkileri göğüslemek, Kürt sorunu ve savaşın yarattığı siyasi-askeri krizlerle baş edebilmek amacıyla inşa ettikleri faşist rejimi ayakta tutmak için gerek içeride gerekse de dışarıda artan bir gerginliğe ihtiyaç duyuyorlar. Kitle desteğindeki erime, Erdoğan’ın bu ihtiyacını daha da yakıcı hale getiriyor ve “askeri zafer” olarak yansıtılacak bir gelişme rejim açısından zorunlu görülüyor. Önümüzde militarizmin ve baskıların daha da tırmanacağı bir süreç uzanmaktadır.


[1]      ABD’den gelen “Türkiye’nin güvenlik hassasiyetlerini anlıyoruz” şeklindeki açıklamalar TC egemenlerinin işine gelmektedir. Zira bu tür açıklamalar, Rojava’dan TC topraklarına bugüne dek bir saldırı olmamasına, bu bakımdan bir askeri tehdit bulunmamasına rağmen, TC’nin aksi yöndeki demagojisini güçlendirmekte, onun işgalci niyetlerine meşruluk da kazandırmaktadır.

[3]         Rojava’daki Kürt güçlerinin açıklamaları da bu doğrultudadır. Kabul ettikleri anlaşmanın, bölgeye TC askerlerinin kalıcı bir şekilde girmesi ya da üsler kurmasını içermeyip ABD’yle birlikte iki ya da dört haftada bir devriye atmalarıyla sınırlı olduğunu, tüm sınır boyunu ve kentleri kapsamadığını, en fazla 20 kilometrelik bir derinliği kapsadığını, Türk hava kuvvetlerinin bölgede uçuşlar gerçekleştirmesini içermediğini söylüyorlar. Kuşkusuz Kürt güçlerinin hangi çerçeveyi kabul ettiği ya da edeceği hususu da onların ABD’yle yürüttükleri pazarlıkların başlıklarından birisidir ve güç dengelerindeki değişimle birlikte farklılaşabilir.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, “Güvenli Bölge” ve Rejimin Kürt Açmazı, 17 Eylül 2019, https://enternasyonalizm.org/node/276

... previous article
Üç konutluk sömürge!
next article ...
Nükleer Silah Sevdası
published on 17 September 2019