Dış Politikadan Ekonomiye: Rejimin Açmazları Büyüyor

Erdoğan ve liderliğini yaptığı faşist rejim girmiş olduğu yolda ilerlemeye devam ediyor. Kayyum darbesi gibi gelişmeler rejimin niteliğini ve gidişatını doğru kavrayanlar açısından şaşırtıcı değil. Yerel seçimler ve özellikle de tekrarlanan İstanbul seçimi akabinde kimi çevrelerde ortamın yumuşayacağına dair beklentiler artmış idiyse de, öngördüğümüz gibi, gidişat bunun tersini gösteriyor. Başta kayyum darbesi olmak üzere son haftaların gelişmeleri bunu daha güçlü biçimde doğruluyor. Sıkışıklıktan kurtulamayan rejim, gücü yettiği ölçüde her cephede baskıyı arttırarak yol almaya çalışmaktadır. Faşist rejim bir bisiklet üzerindedir ve düşmemek için sürekli olarak pedal çevirmek durumundadır. Rejimin davranışı bakımından değişmeyen bir başka şey de, büyüyen sorunları gizlemek, oyalamak, çelişkileri daha da derinleştirme pahasına çöküş ve patlamaları geçici tedbirlerle mümkün olduğunca ertelemektir.

31 Mart yerel seçim sürecinden bu yana sermaye fraksiyonları arasındaki çelişkiler daha fazla su yüzüne çıkmış, büyük sermayenin önemli kesimleri daha net görülür biçimde Erdoğan rejimi karşısında tutum almaya başlamışlardır. Hemen belirtmek gerekir ki bunun nedeni söz konusu sermaye kesimlerinin faşist baskı rejimiyle ilkesel olarak uyuşmamaları ya da onların yüce demokratik değerlere bağlılığı değildir. Bu kesimler Erdoğan liderliğinde ülkenin bir felâkete sürüklendiğini ve mevcut rejimin kendi çıkarları açısından büyük zararlar getirmekte olduğunu düşünüyorlar. Unutmayalım ki İtalya’da da Almanya’da da sermaye Mussolini’nin ve Hitler’in destekçisi olmuş olsa da, sürecin ilerleyen aşamalarında onlardan kurtulma girişimleri eksik olmamıştır.

Faşist iktidar koalisyonunun seçimlerde aldığı hasarın ardından muhalefet genel olarak moral üstünlüğe sahip bir konum kazandı. Erdoğan’a karşı yeni lider adayları ortaya çıkmış, AKP’den kopmalar ve yeni partileşme süreçleri hızlanmış, kitlelerdeki hoşnutsuzluk daha da artmıştır. Özetle Erdoğan ve AKP baş etmekte giderek daha fazla zorlandığı yeni sorunlarla karşı karşıyadır. İşçi sınıfının aktif ve örgütlü bir mücadelesinin eksik olduğu koşullarda rejimin sıkışması ne yazık ki asıl olarak içte ve dışta burjuva güçler arasındaki çatışmalarla belirlenmektedir.

Erdoğan’ın seçimlerde aldığı yenilginin iki ayağı bulunuyordu. Birincisi en başta İstanbul olmak üzere ülkenin batısındaki daha gelişmiş büyük kentlerin neredeyse tamamında yenilgi alınmış olması, ikincisi ise Kürt illerinde alınan yenilgi. Tüm şeytanlaştırma ve düşmanlaştırmaya, üzerine uygulanan olağanüstü baskıya, seçimde en çok hile ve manipülasyonun hedefi olmasına rağmen, Kürt hareketi Erdoğan’a bölgede acı bir yenilgi tattırmıştır. Dahası İstanbul’da rejimin aldığı büyük hasarda da kritik rol oynamıştır. Böylece Kürt halkı Erdoğan’ın tırmandırdığı savaşın ve bunun önemli bir hamlesi olan birinci kayyum darbesinin yanıtını vermiştir. Bu şamarı hazmedemeyen Erdoğan seçim günlerinden beri hazırlığı yapılan ikinci kayyum darbesini ise geçtiğimiz günlerde gerçekleştirmiştir. Bu hamle, bir kez daha, ama seçimler sonrası yumuşama beklentileri düşünüldüğünde çok çarpıcı biçimde, faşist rejimin keyfiliğinin nasıl sınır tanımadığını, burjuva hukukunu paspasa çevirdiğini göstermiştir.

Erdoğan bu hamleyle rakip güçleri de kapana kıstırmaya çalışmaktadır. Burjuva muhalefetin Kürtlerle utangaçça da olsa seçim ittifakları yapması ve genel anlamda bir blok oluşturması Erdoğan’ın fena halde canını sıkmaktadır. Seçim yenilgisinin kilit taşının bu unsur olduğunu zaten söylemiş bulunuyoruz. O nedenle, bu bloku dağıtmak Erdoğan’ın seçim öncesi süreçten itibaren temel bir uğraşı oldu. CHP’nin bu noktada daha önceleri olduğu gibi hemen kapana başını uzatmayıp belli ölçüde direnmeye çalışması, hem görece olumludur hem de geçen seçimlerle birlikte değişen atmosferle ilgilidir kuşkusuz. Dahası büyük sermayenin ağırlıklı kesimlerinin aldığı tutumun da bunu beslediğini eklemek gerekir. TÜSİAD’ın tüm bu kayyum darbesine ve rejimin salyalı propaganda savaşına rağmen bugünlerde HDP heyetinin ziyaretini kabul etmesi hiç kuşkusuz bir tesadüf olmayıp, bir tutum göstergesidir.

Burjuva muhalefetin fazlaca geri adım atmaması Erdoğan’ı fena halde kızdırmıştır. Erdoğan, Diyarbakır’ı ziyaret eden İmamoğlu’na yüklenerek CHP’nin elindeki belediyeler için de teröre destek bahanesiyle benzer adımların atılabileceğini söylemekten çekinmedi. Benzer tehditleri İçişleri Bakanı da salyalarını döke döke savurdu. Rejimin İstanbul ve diğer muhalefet belediyeleri için birtakım hazırlıklar yaptığına kuşku yok. Uygun fırsatı bulduklarında çeşitli yollarla buralara saldıracaklarını görmek zor değildir. Hele de önceki AKP’li belediyelerin yaptıkları talan ve hırsızlığın boyutları yavaş yavaş teşhir edilmeye başladıkça. Yapılan hazırlıklar arasında büyükşehir belediyelerinin elindeki bazı yetkilerin ilçe belediyelerine aktarılması gibi kanun tasarılarının da olduğu basına sızdırılmış durumda. Diğer taraftan rejimin hem HDP’ye hem de CHP’ye saldırmanın yeni ve tehlikeli bir yolunu kurmaya çalıştığını da gözden kaçırmamak gerekiyor. Sanki devlet ve rejimin baskısı yokmuş, ama halkın, işçilerin, sade vatandaşın HDP’ye ve CHP’li İstanbul belediyesine tepkisi varmış kılığında hareketler örgütlenmeye çalışılıyor. Diyarbakır’da HDP parti binasının önünde sözde oğlu dağa kaçırılan bir anne etrafında bir “sivil tepki” tiyatrosu oynanırken, İstanbul’da da seçimin tekrarlanması sürecinde apar topar yandaş adam doldurma taktiğiyle işe sokulan yüzlerce kişinin işten çıkarılması nedeniyle sözde bir işçi direnişi büyütülmeye çalışılıyor. İşçi düşmanı Hak-İş bürokratları işçi mücadelesi veriyormuş gibi pozlar kesiyor. Bu sözde eylemlerin sivil direnişle, işçi direnişiyle bir ilgisi olmadığı, tümüyle düzmece faşist iktidar tiyatrosu olduğu konusunda en küçük bir şüphe olmamalıdır.

Belediyelere ilişkin kanun değişikliği egzersizleri gibi, benzer hazırlıkların cumhurbaşkanlığı seçiminin esasları için de yapıldığına dair sızıntılar var. Yani Erdoğan yüzde 50+1 zorunluluğundan kendisini kurtaracak, böylece muhalefetin yükselişini boşa çıkaracak yeni seçim sistemleri için çalışmalar yaptırmakta. Bunlar biliniyor. Üstelik, gündeme gelmesi halinde, tüm bunların önümüzdeki dönemde “cumhurbaşkanlığı hükümet sistemindeki aksaklıkların giderilmesi, sistemin eksik yanlarının tamamlanması” kisvesi altında pazarlanacağına da kesin gözüyle bakmak gerekiyor. Böylece “bu yeni sistem pek olmadı” sızlanmalarına da görünüşte “bakın kaskatı kesilmiyoruz, talepleri dikkate alıp esnek değişiklikler yapıyoruz” denmiş olacak. Goebbels usulü bir taşla çok kuş vurma yöntemleri!

Bu kapsama giren bir konu da bu aralar “yargı paketi” adı altında anılan düzenlemeler. Yine “sistemi geliştirip güncelliyoruz” kisvesi altında ve bununla “demokratik hak ve özgürlükleri ilerletiyoruz” denerek bir yargı paketinin hazırlandığı görülüyor. Tam içeriği bilinmese de sunumun nasıl yapılacağı belli. Demokratikleşmeyle zerrece ilgisi olmayan, aksine rejimin baskıcı niteliğini pekiştiren düzenlemelerin yanı sıra, en iyi halde lastikli ifadelerle, biri diğerini geçersizleştiren hinliklerle dolu kimi diğer değişiklikler söz konusu olabilir. Bunların düzelme, rejimde yumuşama vb. olarak pazarlanacağına şüphe yok. Diğer taraftan hem bu paketle ilgili olarak hem de genelde burjuvazi içi saflaşmanın yargı camiası içindeki yansımaları bağlamında TBB başkanı Metin Feyzioğlu’nun ön plana çıktığı görülüyor. Rejimin ortadan kaldırdığı kuvvetler ayrılığı ilkesini savunarak yeni yargı yılının açılış töreninin Saray’da yapılmasını protesto ve boykot eden baroların ezici çoğunluğuna karşı tutum alan TBB başkanı, zaten uzun süredir açık ettiği rejim yanlısı pozisyonunu bir kez daha sergiledi. Rejim karşıtı muhalefetin yerel seçimler sonrası güç kazanmasının bir yankısı olarak İstanbul, Ankara, İzmir, Antalya gibi en büyük baroların yanı sıra on binlerce avukatı temsil eden 50’den fazla baronun açıkça faşist rejime karşı tutum aldığı bir durumda, Feyzioğlu faşist rejimin sahiplerinin nasıl da Erdoğan ve AKP’deki Erdoğancı güçlerden ibaret olmadığını teyit etmiş oldu. Üstelik tutumunu savunurken tam da faşist söylemin alâmeti farikası ifadeleri kullanarak “söz konusu vatansa gerisi teferruattır” dedi. Baro camiasının ses getiren çıkışına sinirlenen Erdoğan ise önümüzdeki dönemde barolara el atacağının sinyallerini verdi. Baro yönetimlerinin seçim usullerinin değiştirilmesi gerektiğini söyleyen Erdoğan eğer bunu yaparsa burada da bir taşla birkaç kuş vurmuş olacak. Zira baro yönetimlerinin seçim usulleri genel olarak meslek kuruluşları seçim usulleri kapsamında düzenleniyor. Bu demektir ki hemen hepsi rejime muhalif olan tüm meslek odalarının seçim usulleri değiştirilecektir. Buyurun size bir “yumuşama” daha! TBB ve TMMOB gibi kuruluşların genel sol muhalefetin bir parçası olarak uzun zamandan beridir Erdoğan’ın ve rejimin tepkisini çektiği bir sır değil.

AKP saflarını sıklaştırma gayreti

Son yerel seçimlerde alınan açık yenilgi (özellikle İstanbul’da alınan duble yenilgi) geniş emekçi kitlelerde hoşnutsuzluğun artmakta olduğunu ve Erdoğan’ın kitle desteğindeki aşınmayı tescil etti. Bu beklenen durum AKP içinde biriken sıkıntıların da su yüzüne vurması için bir katalizör vazifesi gördü. Bir süredir hazırlıklar yapan parti içi muhalif kesimler seçim sonuçlarından güç alarak seslerini yükseltmeye ve hazırlıklarını daha aleni hale getirmeye başladılar. Seçim süreçleri söz konusu olduğunda yüzde 50’yi geçme zorunluluğu ve mevcut şartlarda hile yapma marjının sınırlı olduğunun da anlaşılması nedeniyle yüzde 1’lerin 2’lerin önem kazandığı bir durumda bunlar Erdoğan için ciddi bir sıkıntı kaynağına dönüşmeye başladı. AKP ve Erdoğan’dan hoşnutsuzluğu artmaya başlayan ama CHP gibi muhalefet partilerine de uzak duran AKP seçmenlerinin bir bölümü için yeni adresler olabilecek bu tür odakların bertaraf edilmesi faşist iktidar için hızla önemli bir öncelik halini aldı. Bu işin başındaki isimlere dönük karalama kampanyalarına derhal start verildi, hazırlanmış dosyaların ucu gösterilmeye başladı. Önümüzdeki dönemde bu kampanyaların çok daha zehirli bir hal alacağı şüphe götürmüyor. Nitekim iş şimdiden “fitne”, “hain” gibi kelimelerin uçuştuğu bir düzeye ulaşmış durumda.

Tabii bu muhalif AKP’lilere dönük karalamalar işin bir boyutunu oluşturuyor. Diğer boyut ise bunların parti içinden anlamlı büyüklükte parçalar koparmasını önlemek üzere partinin ablukaya alınıp, içeride adeta sıkıyönetim ilan edilmesidir. Erdoğan’ın şu sıralar yaptığı ülke çapındaki parti teşkilâtı gezileri mesaisinin önemli bir bölümünü oluşturuyor, Erdoğan anlaşılır bir telaş içinde. Disiplin soruşturmaları, ihraçlar ve istifalar başlamış durumda. Davutoğlu da parti içi cadı avı karşısında kendi elinde bazı kozlar olduğunu söylemeye başladı. Her ne kadar sonrasında tornistan ettiyse de mesajın adrese ulaştığına şüphe yok. Şimdi parti içinde safları sıklaştırmak için itaatkârların da en itaatkârları seçilip öne çıkarılacak, şüphe edilenler bir elekten daha geçirilecektir. Bu tasfiyenin adı da sözümona değişim olarak sunulacaktır. Hatta bunun cilası olarak ilgisiz ve etkisiz kimi tanınmış eski simaların vitrinde bazı yerlere konması da söz konusu olabilir.

Medyada yeni baskılar

Erdoğan’ın ipleri mümkün olduğunca her alanda daha fazla sıkmasının önemli bir örneğini de medya alanında son dönemde yaşananlar oluşturuyor. Rejim her ne kadar basılı ve görsel medyanın yüzde 90’ını elde tutuyor olsa da kitle manipülasyonunda, son yerel seçimlerde ortaya çıktığı üzere, yeterli verimi alamamaktadır. Artık kendi başına bir mecra halini almış olan sosyal medyada, internet haberciliği ve yayıncılığında muhalif aydınların ve gazetecilerin etkisi artmaktadır. En çok izlenen haber bültenleri de, en çok itibar edilen habercilik kanalları da iktidarın kontrolündekiler değil. Dökülen onca paraya rağmen karşı karşıya kalınan bu durum Saray’ın tepelerinde bir “verimsizlik” olarak değerlendiriliyor kuşkusuz. Bu nedenle artık kimi “fazlalık” gazeteler, personel vs. tasfiyeye uğruyor, en önemli olan gazete ve televizyonların yönetimleri değiştiriliyor, muhalif basının da yararlandığı kamu kaynakları (ilan gelirleri vb.) yeni düzenlemelerle kısılıyor, basın kartı verme yetkisi Cumhurbaşkanlığı İletişim Başkanlığına geçiriliyor vb.

Bu sürecin önemli bir boyutu, faşist iktidarın teori, strateji ve propaganda alanlarındaki derin mutfak çalışmalarını yapan SETA ve Pelikan örgütlenmesi gibi yapıların medya üzerinde çok daha doğrudan etkin hale getirilmesidir. Bu yapılanmaların bir özelliği, kadrolarının eski kuşak AKP’liler olmayıp, doğrudan Erdoğan komutası altında şekillenmiş yeni döneme ait nispeten genç kadrolar olmasıdır. Hemen her alanda olduğu gibi, Erdoğan eski yol arkadaşlarını bu alanlarda da ayıklayıp kendisine tabi genç kadroları öne çıkartıyor. Diğer taraftan rejim güdümündeki medyada, eski dönemden gelen, ama AKP’li olmayan ve şu ya da bu nedenle Erdoğan/AKP ile ittifak yapmış, ona çalışan birçok isim mevcut. İşte şimdi bunlar da yavaş yavaş ayıklanmakta.

Medya üzerinde SETA’cıların ve Pelikancıların etkisinin artması aynı zamanda yeni bir sansür dalgasının başladığı anlamına da geliyor. Nitekim RTÜK, 1 Ağustosta çıkarılan yeni yönetmelik çerçevesinde, geçen haftalardaki meşum SETA raporuna konu olan yabancı basın kanallarını “denetim” adı atında markaja almış bulunuyor. Söz konusu SETA raporunda hatırlanacağı gibi özellikle bu medya kanallarında çalışan çeşitli gazeteciler fişleniyor, bu kanallar ve söz konusu gazeteciler hakkında düşmanlaştırıcı değerlendirmeler yapılıyordu. Bu kanalların hedef tahtasına oturtulması medya ile ilgili yeni sansür ve baskı dalgasının tek başlığı değil. Özellikle internet gazeteciliği ve bu kapsamdaki internet televizyonculuğu da yeni bir hedef tahtası durumunda. Yeni RTÜK denetim dalgasının hedeflerinden birisi de onlar. Önümüzdeki dönemde sansür baskısının yeni boyutlar alarak artacağı net biçimde görülmekte.

Suriye’de hüsran

Erdoğan’ın Suriye’de izlediği politika da batağa saplanmış durumda. Bu politika iki büyük emperyalist güç arasındaki çelişkileri kullanarak bunlar arasında slalom yapmaya dayanıyordu esas olarak. Ancak ABD ve Rusya’nın izlediği strateji ve taktikler paralelinde Suriye sahasında yaşanan değişimlere bağlı olarak, bu siyasetin manevra alanı daralmaya başlamıştı. Bu alan daralması sürecinin çeşitli aşamalarını daha önce birçok kez analiz etmiş bulunuyoruz. Erdoğan artan sıkışmaya ve içine girdiği birçok taahhüde rağmen bir Şark kurnazlığı içinde nefes alma aralığını uzatmayı başarıyordu. Bu süreç içinde Suriye’nin kuzeyinde üç ayrı bölgeye girip buraları kontrol etmesine razı gelindi. Ancak bu süreç önce “Fırat’ın doğusu” konusunda tökezlemeye başladı. Buraya yönelik defalarca yükseltilen askeri operasyon tehditleri her seferinde sessizce yalanıp yutuldu. Her seferinde ABD tarafından hizaya çekilen Erdoğan, bu kez anlaşma sağlandı görüntüsü altında dar bir şeride “güvenli bölge” kurulmasına fit olmak zorunda kaldı. Önce bir başarı, bir zafermiş gibi sunulmaya çalışılan bu anlaşmanın, dişe dokunur hiçbir şey elde edememe anlamına gelen iç yüzü iyice su yüzüne çıktıkça, söylem “bizi oyalıyorlar”, “bizi kazıklıyorlar” şeklinde bir mızıklanmaya doğru evrildi. Şimdi kuyruğu dik tutma ve hüsranı örtbas etme adına tehditler yeniden yükseltiliyor. Daha öncekiler gibi bunun da kof olduğunu görmek zor değildir.

Fırat’ın doğusundaki çuvallamayı çok geçmeden İdlib’deki takip etti. Rusya desteğinde yürüttüğü harekâtla Türkiye’nin gözlem noktalarından en az birisinin de yer aldığı bölgenin güneyini ele geçiren Esad rejimi böylece o gözlem noktasındaki birliği de bir nevi esir almış durumda. Oraya yönelik askeri takviye girişimi de bombardımanla engellenen Türkiye, hemen Rusya’ya müracaat etti. Telefon girişimlerinden eli boş çıkan Erdoğan apar topar Moskova’ya gidip Putin’i yerinde ikna etmeye çalıştı. Her seferinde olduğu gibi yeni sözler ve muhtemel ekonomik rüşvetlerle taviz kopartabileceğini sanan Erdoğan’ın bu sefer elinin boş döndüğü çok geçmeden anlaşıldı. Sanki bir şey olmamış gibi açıklamalar yapılmış olsa da, yaşanan yenilgi bir noktada Erdoğan tarafından itiraf da edildi. Şöyle diyor Erdoğan: “Artık İdlib yavaş yavaş yok oluyor. Halep nasıl yok olduysa, yerle yeksan olduysa aynı şekilde İdlib de böyle bir durumun içerisinde.” Erdoğan aynı konuşmada Fırat’ın doğusu olarak kodladıkları alan için de benzer bir yenilgi itirafında bulundu: “Şu anda kendileri güvenli bölgeyi gündeme getiriyorlar, hadi deyince de kimseyi bulamıyoruz. Güvenli bölgenin sadece adı kaldı.”

Herkesin bildiği gerçek şu ki, Rusya uzun zamandır İdlib’de Türkiye’nin ipe un sermesine göz yummaktaydı. Türkiye Rusya ile yaptığı anlaşmalar gereği üstlendiği ve en geç Aralık 2018’e kadar yerine getirmesi gereken görevleri yerine getirmemekte ısrar etmekteydi. Buna göre bölgenin güneyi başta olmak üzere geniş bir dilimde İslamcı çeteleri silahsızlandırıp bölgeden çıkaracaktı, ancak bunu yapmadı. Her seferinde ikaz edilmesine rağmen Şark kurnazlığı siyaseti izleyerek kendisine nefes aralığı kazandı. Ama şimdi Rusya daha fazla göz yummayacağını Türkiye’nin anlayacağı dilden gösterdi. Rusya’nın son günlere kadar Türkiye’ye göz yummasının altında hiç kuşkusuz daha büyük stratejik amaçları yatıyordu. Bunu genel olarak Türkiye’yi ABD’den ve NATO’dan mümkün olduğunca çok uzaklaştırmak, kendi yanına çekmek, ona mümkün olduğunca çok silah satmak, ondan mümkün olduğunca çok ekonomik ve politik taviz koparmak olarak tarif etmek yanlış olmaz. Ancak Türkiye’nin ABD ile Fırat’ın doğusu için anlaşma yapması, bu konudaki esneme sınırlarının Türkiye’ye gösterilmesi için tetikleyici oldu. İdlib’de önemli bir bölgenin Esad rejiminin elini geçmesini sağlayan Rusya, sözünü ettiğimiz planları çerçevesinde, Türkiye’nin İdlib’in belirli bir kısmında kalmasına bir süre daha göz yumabilir. Ama bunun bir bedeli olduğunu da unutmamak lazım!

Özetle faşist rejimin Suriye’nin kuzeyine ilişkin olarak uzunca bir süredir hacıyatmaz misali izlediği ikili oynama politikası tıkanma noktasına gelmiş görünüyor. Her iki tarafı da idare etmeye çalışarak, ama bu arada kaçınılmaz bir sürüklenişle Rusya’ya doğru daha fazla kaykılarak sürdürülebilen bu politika esasen iflas etmiş bulunuyor. Türkiye’nin başından beri oynamaya çalıştığı oyunun tehlikeli bir oyun olduğu da şimdi daha bir açıklıkla görülüyor. Öncelikle şimdiye kadar ertelenmiş olan göç dalgası başladı ve bunu durdurmak mümkün gibi görünmüyor. Çok sayıda İslamcı çete mensubu Türkiye sınırına dayanmış durumda ve bunların bir kısmı orada Türkiye aleyhtarı bir gösteri bile yaptı. Yıllardır beslediği bu İslamcı çeteleri Libya’da kendi kirli yayılmacı politikası için kullanmak üzere oraya nakletmesi de hem Rusya hem de Batılı emperyalist güçler tarafından hoş karşılanmayan Türkiye bu noktada da bir sıkışıklık yaşıyor. Bu unsurların ciddi bir bölümünün Türkiye’ye girmesinin ne gibi sonuçlar yaratacağı kestirilemediği gibi, genel bir yeni göçmen akımının yaratacağı sonuçlar da kestirilemiyor.

Rejimin hem Suriye’de sıkıştığı hem de Doğu Akdeniz’de boşa düştüğü ve böylece büyük bir hüsran yaşamakta olduğu, çekmeceden çıkardığı yeni kartla da anlaşılıyor. İdlib konusunda Rusya’ya karşı kendisini arkalamasını istediği, Fırat’ın doğusunda “güvenli bölge”nin kendisinin arzuladığı gibi şekillendirilmesini istediği ve Doğu Akdeniz’de de kendisine alan açılmasını talep ettiği Avrupa ve ABD’yi yeni bir göçmen akınının baraj kapaklarını açmakla tehdit ediyor. Uzun dönemdir bu konuda Almanya başta olmak üzere Avrupa’yla kirli bir anlaşma yapmış olan rejimin bu sefer ne derece başarılı olup olamayacağını göreceğiz. Bunu önce imalarla, alt düzey bürokratların demeçleriyle vb. yapan Erdoğan nihayet son konuşmalarından birinde kendine has kabadayı üslubuyla “güvenli bölge” bağlamında, “oldu, oldu, olmadı kapıları açmak zorunda kalırız” dedi. Bununla yetinmeyen Erdoğan en son olarak sürpriz bir blöfe de başvurarak nükleer füze edinme (ya da geliştirme?) imasında bulundu. Şimdi iktidar medyası var gücüyle bu gizemli blöfü pazarlamaya uğraşıyor.

Ekonomi

Rejimin temel bir sıkışıklık alanı olan ekonomide de işler zaten uzun zamandır iyi gitmiyor. Ama rejim çarpıttığı ve manipüle ettiği bazı verileri öne çıkararak “kötü günler geçti, düzlüğe çıkıyoruz” (“en kötüsü geride kaldı”) havasını pompalamaya çalışıyor. Oysa tüm temel ekonomik veriler düzelme bir yana daha da kötüye gidildiğini gösteriyor. Faşist rejim sandık süreçleri dolayısıyla seçim rüşvetleri, ulufeler dağıtarak, özellikle kendi seçmen tabanının gözünü boyamaya, bol keseden ama seçmeli olarak dağıttığı kredilerle ekonomik canlanma görüntüsü sağlamaya çalışarak durumu idare ediyordu. Birbiri ardına mucize paketleri, planlar açıklanıyor, parlak gelecek masalları anlatılıyordu. Ancak tüm bu “mucize”lerle işsizlik, yoksulluk, gelir eşitsizliği, hayat pahalılığı gibi en temel noktalarda işçi sınıfı ağır darbeler aldı, almaya devam ediyor.

Ancak faşist iktidarın tek derdi daha şiddetli bir hâl almasında açık katkısının olduğu krizin yükünü sadece işçi sınıfına yıkmak değildir. Aynı zamanda kendine yakın olan sermaye kesimlerini de krizin yol açtığı yıkımdan korumaktır. Zira her krizde olduğu gibi sermayenin bazı kesimleri de yıkıma uğrar. Bunlar çoğunlukla daha küçük olanlar, daha riskli hareket etmiş olanlar, zayıf yapılarına rağmen daha fazla borçlanmış olanlar olur. Bugün büyük sermayenin ağırlıklı kesiminin Erdoğan’ın karşısında daha net konum almasının da altında yatan temel nedenlerden biri Erdoğan’ın kriz döneminde kendine bağlı sermaye fraksiyonunun kesimsel çıkarlarını çok ölçüsüz biçimde sermayenin genel çıkarlarının üzerine çıkarmasıdır. Erdoğan bu konuda çok hırslı ve pervasız bir gayretkeşlik içinde. Kriz döneminde bu gayretkeşlik özellikle kapitalist ekonominin yerleşik dengelerinin bozulmasını, teamüllerinin yıkılmasını, bir talan ve kuralsızlık düzeninin alıp başını gitmesini getirmiştir. Sermayenin bu kesimleri öz sermaye ve rekabet güçlerinden ziyade arkalarını iktidara dayayarak elde ettikleri ganimetlerle büyümüşlerdir. Bu kesimler ölçüsüz borçlanmış halleriyle çoktan batma noktasına gelmişlerdir. Ama Erdoğan faizleri zorla düşürterek, bol ve ucuz kamu kredisi vererek, avantalı ihaleler dağıtarak, hazine üzerinden batık şirketlere ortak olma imkânını getirerek, bankaları kural ve teamül dışı yöntemlerle kredi vermeye zorlayarak, yani bankaları zarara sürükleyerek veya cezalandırarak, bunları kurtarmaya çalışmaktadır. Tüm bunlar yapılırken doğal olarak kamu kaynakları suyunu çekmekte, hazine boşaltılmakta, kırılganlık daha da arttırılmaktadır.

En son olarak büyüme rakamları açıklandı ve tüm oynanmış, güvenilmez haline rağmen yüzde 1,5 küçülme var. Utanmaz iktidar medyası küçülmenin hızının düştüğünü iddia ederek toparlanma başladı diye bunu pazarlamaya uğraşıyor. Küçülme hızı gerçekten azalmış olsa bile bunun işçi sınıfı açısından hiçbir anlamı yoktur. Tablo ortadadır. Aşırı borçlanma nedeniyle tüketimde küçük kıpırdanmalar ya da TL’nin aşırı değer kaybı nedeniyle ihracatta kimi artışlar anlamlı veriler değildir. Hem böylesi bir borçlanmanın daha fazla sürdürülmesi mümkün değildir hem de dünya ekonomisinin yeniden sallanmaya başlamasıyla birlikte ihracatın dişe dokunur anlamda büyümesi söz konusu olamaz. Dahası ticaret savaşlarının ivmelenmesi bu sorunu daha da derinleştirici yönde bir etki yapmaktadır.

Diğer taraftan büyüme rakamları konusunda asıl sorunu gizlemek tüm dalaverelere rağmen mümkün olamıyor: Yatırımlarda çok büyük düşüş! Hem de hızla artan bir düşüş. İşçi sınıfı açısından bu durum zaten işsizlikteki ciddi tırmanışla kendisini açıkça gösteriyordu. Şimdi bu son verilerle durum çok daha açık hale gelmiş oluyor. Ancak özellikle işsizlik verileriyle alabildiğine oynayan rejim, oranları olduğundan çok daha küçük gösteriyor, manipülasyon yapıyor. Tıpkı enflasyon verilerinde olduğu gibi. Düşük gösterdiği enflasyon verileri üzerinden kamu işçilerinin ve memurların toplu sözleşmelerinde ve emekli aylıklarında gerçek enflasyonun çok altında ücret zamları dayatmıştır. İşbirlikçi sendika bürokrasisi de bunları tiyatro oynayarak işçi sınıfına kabul ettirmiştir. Ama bu hileli enflasyon oranları sadece kamu ücretlerini değil tüm sözleşmeleri ve sözleşmesiz ücret artışlarını etkileyen temel bir faktördür. Rejim bir yandan zamlar yoluyla, vergi artışlarıyla işçilerin gelirlerini kuşa çevirirken, diğer yandan da enflasyon verilerinin manipülasyonu yoluyla da ücret zamlarını düşük tutmaktadır.

Aslında AKP iktidarının itibarı bakımından önemli bir veri olan büyüme rakamları ile ilgili olarak gelgeç olmayan bir noktayı vurgulamak gerekiyor. AKP’nin ilk yıllarında yaşanan görece yüksek büyüme hızları geride kalmıştır. O dönemde artan ve kente göç eden nüfus bu büyüme oranları sayesinde az çok sorunsuz massedilebiliyordu. Ama bu durum sona ermiştir. Türkiye ile karşılaştırılamayacak derecede dev adımlarla büyüyen Çin bile tökezlemeye ve bunun sorunlarıyla yüzleşmeye başlamıştır. Artık Türkiye ekonomisi yüksek nüfus ve düşük büyüme oranlarıyla, bunun en temel unsuru olan yüksek işsizlik oranlarıyla karakterize olan bir ekonomidir. Bu durum orta ve uzun vadede Türkiye’deki sınıf mücadeleleri açısından çok önemli bir değişim anlamına gelmektedir. Son 20 yılın köklü değişimleriyle birlikte Türkiye’de sınıf mücadeleleri açısından çok daha hareketli dönemlerin önümüzde uzandığına şüphe yoktur. Hem ekonomik planda hem de politik açıdan daha da artacak saldırılar karşısında işçi sınıfının AKP ve Erdoğan’dan daha fazla uzaklaşarak daha fazla mücadeleye yönelmesi için zemin olgunlaşmaktadır.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Dış Politikadan Ekonomiye: Rejimin Açmazları Büyüyor, 5 Eylül 2019, https://enternasyonalizm.org/node/274

... previous article
İdlib’de yolun sonu...
next article ...
Üç konutluk sömürge!
published on 6 September 2019