Sandığın Beslediği Yanılsamalar

Ülke “seçime” doğru giderken faşist iktidar toplumu yapay temellerde kutuplaştırıcı ve düşmanlaştırıcı söylemi alabildiğine körüklüyor. Erdoğan, televizyonlardan gazetelere, ilan panolarından sokaklara kurulan dev ekranlara kadar her yerde topluma nefret saçıp, korku pompalıyor! Baskıları arttırmaktan geri durmayacağını göstererek hem yürüyen saldırıları daha da derinleştiriyor, hem de yeni saldırılar tezgâhlıyor. Tutarlı demokratların, sosyalistlerin, Kürt siyasetçilerin ensesinde boza pişiriliyor. On binlerce kişi siyasi görüş ve faaliyetlerinden ötürü zindanlarda. Sokakta en küçük bir hareketliliğe bile müsamaha gösterilmiyor. Yargı ve sokak cephesinde yaşanan son iki örnek bunu doğruluyor. 2013 yılındaki Gezi protestolarını bir darbe girişimi olarak sunan savcılık iddianamesinin mahkeme tarafından kabul edilmesi; bu iddianamede aralarında sanatçıların ve akademisyenlerin de bulunduğu 16 kişi için ağırlaştırılmış müebbet hapis cezasının istenmesi, iktidarın korkularını da niyetlerini de yeterince sergilemektedir. 8 Mart akşamı İstanbul’da kadınlara reva görülen zorbalık da rejimin tabiatını çıplak bir şekilde göstermektedir. Her fırsatta, “benim başörtülü bacılarıma şöyle zulüm yaptılar” yalanını bıkmadan tekrarlayan Erdoğan, İstiklal Caddesinde toplanan binlerce kadının “susmuyoruz, korkmuyoruz, itaat etmiyoruz” sloganlarına devlet terörünü azgınca sergileyerek yanıt vermiştir. Kadınların toplumsal cinsiyet eşitliği mücadelesi bir kez daha biber gazıyla, plastik mermilerle ve polis copuyla karşı karşıya kalmıştır. Bu da yetmezmiş gibi kadınların azgın polis saldırısını ıslık ve sloganlarla protesto etmesini dahi çarpıtarak, yalanlarına “bunlar ezanı ıslıklıyorlar” demagojisini eklemekten geri de durmamıştır.

Sayısız örnek, içinden geçilen dönemin normal ve olağan değil, olağanüstü bir dönem olduğunu kanıtlıyor. Hüküm süren rejim, olağanüstü burjuva yönetim biçimlerinden biri olan faşizmdir. Erdoğan toplumsal ve siyasal desteği azaldıkça baskıları daha da arttıracak, faşist rejimin yüzündeki maske daha çok düşecektir. AKP’nin geçmişte sahip olduğu oy oranına tek başına ulaşması mümkün görünmemektedir. Abdulkadir Selvi, AKP seçmeninin üçte birinin kararsız olduğunu, sandığa gitmeyeceğini belirtenlerin çoğunun da yeni seçmenler değil, “partisiyle gönül bağını koparmış tepkili seçmenlerden oluştuğunu” itiraf ediyor. Erdoğan’ın MHP’yle ittifak yapmasının nedenlerinden biri de budur. Devletin en tepesindeki ismin, yerel seçimler için ilçe ilçe miting yapmak zorunda kalışı, buna rağmen istediği kalabalıkları toplayamaması da bu gerilemeye işaret ediyor. Medya alanından gelen veriler de bu tespiti doğruluyor. Erdoğan burjuva medyanın birkaç istisnasıyla tümünü mutlak kontrolü altına almıştır; ama faşizmin borazanı olan basılı medyanın tirajı her geçen gün düşmektedir. Medyanın amiral gemisi olarak gösterilen ve havuzun en taze parçası haline gelen Hürriyet gazetesinin tirajı 300 binlerden 60 bine düşmüş ve bu bilgiyi dışa vurdu diye Posta gazetesinin bir yazarı kapı önüne konmuştur. Benzer bir tablo televizyonlar için de geçerlidir. Her gün birkaç havuz kanalı ortak yayın yaparak Erdoğan’ı ağırlıyor, ama bu programlar asla eskisi kadar rağbet görmüyor; Erdoğan’ın televizyon programlarının reytingleri giderek düşerek 50. sıralara kadar inmiştir.[*]

Peki, tüm bunlardan nasıl bir sonuç çıkartılması gerekiyor? Meselenin bam teli burasıdır.

Sandığın beslediği yanılsamalar

CHP ve İYİP, her kritik sorunda takındıkları tutumlarla “majestelerinin muhalefeti” olduklarını, göstermelik bir muhalefet olduklarını sergiledikleri gibi, rejimin faşist niteliğinin üstünün örtülmesinde de rol üstlenmiş oluyorlar. Diğer taraftan rejimin faşist niteliği, maalesef gerçek muhalefetin geniş kesimleri tarafından da hakiki anlamda bilince çıkartılamamıştır. En başta çeşitli vesilelerle halkın önüne sandık konulması olmak üzere, Meclisin, çeşitli partilerin, sendikaların, derneklerin vb. şeklen varlıklarını sürdürmesi gibi olgular, mevcut rejimin faşist niteliğinin kavranmasını güçleştiriyor. Faşizm, bunların tamamen tasfiye edildiği bir durum olarak şablonlaştırıldığından, bunların bazılarının tümüyle, bir kısmınınsa büyük oranda işlevsizleştiği ve mevcut rejimin faşist niteliğini örten incir yaprağına dönüştüğü gerçeği görülemiyor. Bir de benzer olguları kanıt göstererek, işine gelmediği için mevcut rejimin faşist niteliğini reddeden AB çevreleri mevcuttur. Önde gelen bir Alman gazetesinin şu yorumundaki bönlük, maalesef Türkiye’deki muhalefetin bir kesimince de paylaşılıyor: “Türkiye'de henüz dikta rejimi yok. Erdoğan'ın iktidardan olma kaygısı ve seçimde yenilme korkusu bunu gösteriyor”.

Birçok muhalif yorumcu, Erdoğan’ın desteğinin azalmasından hareketle, onun “seçimde yenilgi alıp iktidardan düşme kaygısı”na, “seçimi kaybetme paniği”ne vb. dair kalem oynatıp yürek ferahlatmayı tercih ediyor. Her diktatör gibi Erdoğan da kuşkusuz iktidarını kaybetmekten korkmaktadır; ne var ki onun bugünkü koşullarda, “seçimi” kaybetmekten, hele de kaybettiği için iktidardan düşeceğinden korktuğunu söylemek, yürüyen süreci hiç anlamamak olur. Böylesi bir yorum her şeyden önce önümüzde gerçekten de demokratik bir seçim sürecinin olduğunu varsayar ki tamamen yanlıştır. Bu yanlıştan hareket edenler, muhalefetin İstanbul ve Ankara başta olmak üzere büyükşehirlerde “kazanması durumunda” (!) siyasal gidişatın değişeceği, AKP içindeki muhaliflerin yeni bir parti kurması (!) ve AKP’den “elli milletvekili” koparması (!) durumunda ise bir erken seçimin “kaçınılmaz” olacağı şeklindeki hayalleri pompalıyorlar. Sorun şu ki, mevcut koşulları hiç dikkate almayan bütün bu “fikir jimnastikleri”, insanlara rejimin gerçekliğinin kavratılmasına değil, tersine onun üzerinin örtülmesine hizmet ediyor. Bütün bunlar gerçekten de mümkün olsaydı, faşist bir rejimden değil, şöyle ya da böyle bir burjuva demokrasisinden bahsediyor olurduk!

Faşist rejim altında Erdoğan halkın önüne ilk kez sandık koymuyor. Doğabilecek risklerin farkında olduğundan önlemlerini almış durumdadır. İktidarın bugüne kadar sandıkta nice dolaplar çevirdiğini ve önümüzdeki “seçim”de bunların yine eksik olmayacağını biliyoruz. Muhalefete dönük baskılar ve karalama kampanyaları sonuç vermezse bu hilelerin hepsinin hayata geçirilmek üzere hazırda bekletildiği açıktır. Yeterli oyu alamadığı belli merkezlerdeki seçim sonuçlarının bir bahaneyle geçersiz ilan edilmesinden belediyelere kayyum atamaya, bütçe vermemeye kadar her türlü yöntemi kullanmak isteyeceği şüphe götürmez.

Vurgulamakta fayda var; faşist rejimler kitlelerin sandıktan çıkan gönüllü rızasına değil, esasen devletin baskı aygıtlarına dayanırlar. İktidarlarını sürdürmek için toplumun çoğunluğunun desteğine ihtiyaçları yoktur. Politik olarak aktif bir azınlık, örgütlenip seferber edilebildiği sürece, faşist iktidar ihtiyaç duyduğu asgari kitle desteğine sahip demektir. Alabildiğine güçlendirdikleri ideolojik propaganda araçlarıyla kitlelerin beyni yıkanırken, muhalefet psikolojik yıkıma uğratılıp sindirilir. Sinmeyenler devletin baskı aygıtlarının dizginsiz zorbalığıyla ezilmeye çalışılır.

“Zillet İttifakı” söyleminin açığa vurdukları

Erdoğan, muhalefeti tümüyle kriminalize etmeye dayalı bir söylem benimsemiş durumda. Ülkenin “bekası” için AKP-MHP ortaklığının kazanmasının şart olduğunu, aksi takdirde ülkenin yıkılmakla karşı karşıya kalacağını iddia ediyor. Faşist söylem tüm muhalefeti aynı çuvala dolduruyor ve üzerine de “zillet ittifakı” damgasını basıyor. Zillet “hor görülme, aşağılanma” demek. Erdoğan-Bahçeli ikilisi bu tabiri, faşist iktidara karşı çıkan herkesin “aşağılık, alçak, vatan haini” olduğu algısını yaratmak için kullanmaktadır. Bu söyleme göre HDP’ye oy veren herkes teröristtir, zira “HDP terörist PKK’nin uzantısıdır”. HDP bazı kentlerde aday çıkarmadığına göre CHP’yle ittifak yapıyor demektir, demek ki CHP de teröristtir. İYİP ve Saadet Partisi de belli yerlerde CHP’yle işbirliği yaptığına göre onlar da teröristtir. Üstelik CHP’yle birlikte bu sonuncular Gülen cemaatiyle de ilişkilidirler ki zaten o da PKK’yle ortak hareket etmektedir! Akla zarar mantık bu şekilde kurulmuştur ve propaganda büyük bir utanmazlıkla bu zırvalar üzerinden yürütülmektedir.

Erdoğan tüm toplumu çok kalın bir çizgiyle bölmüş durumdadır; bir tarafta kendisini destekleyenler, diğer tarafta teröristler! Üstelik bu suçlamalar ima yoluyla değil, açıkça yapılıyor. İktidarın “beka” söylemine sarılmasını, sadece oy devşirme amaçlı olarak değerlendirmek doğru değildir. Zira bu söylemle, aynı zamanda, seçimleri kazanamayacağı yerlerde “seçim” sonuçlarını tanımayıp kayyum atamayı meşrulaştırmak istemektedir. “Mevzubahis ülkenin bekasıysa seçimler teferruattır!” diyemeyeceklerini kim söyleyebilir? Muhalefete dönük baskılar şu an HDP üzerinde odaklaşsa bile, CHP ve İYİP de topun ağzındadır. Akşener’in, seçim mitinglerinde “merhaba terörist kardeşlerim” diyerek söze başlayıp beka ve terörizm söylemini deşifre etmesi Erdoğan’ı hiddetlendirmiş görünüyor. Demirtaş’ı hatırlatan Erdoğan, Akşener’i açıkça hapisle tehdit ediyor: “Hanımefendi milletvekili de değil, onunla hemen hesaplaşacağız, ağır olacak. Bak birileri cezaevlerinde süre dolduruyor, aynı yere sen de düşebilirsin.” AKP sözcülerinden Mahir Ünal’ın, CHP’nin belediye meclis üyeleri listesinde HDP’lilere yer verdiğini söyleyerek “CHP son iki yılda aldığı pozisyonla milli güvenlik sorunu haline dönüştü” sözünü de yabana atmamak gerekir. Kılıçdaroğlu hakkında hazırlanan yeni fezlekeleri, Ankara adayı Mansur Yavaş hakkında başlatılan “sahtecilik” soruşturmasını da bunların üzerine eklediğimizde, iktidarın sadece hakiki muhalefete değil, düzen içi muhalefete yönelik olarak da baskılarını arttıracağını öngörebiliriz.

Erdoğan uzun bir süredir kitlelerde olumlu beklentiler yaratarak oy toplamayı başaramıyor. Bir yandan Ortadoğu savaşında gidişatın hiç de istediği gibi olmadığı gerçeği, öbür yandan ekonomik kriz, geleceğe dönük parlak vaazlarının inandırıcılığını oldukça aşındırmış durumda. Zaten iyi kötü demokratik seçimlerin sonuncusu olarak görülebilecek 2015 Haziran seçimlerinde aldığı yenilgiden bu yana, kitleleri “ben gidersem kaos olur”, “ben olmazsam ülke yıkılır” korkusuyla arkasında tutmaya çalışıyordu. Bugün de aynı yoldan ilerliyor. Kitle desteği azalmasına rağmen, gerek ekonomik krizi bir dış saldırı olarak yutturmayı bir ölçüde başarabilmesinden ötürü, gerekse de ABD emperyalizminin Ortadoğu’daki planlarının TC egemenleri açısından yarattığı tehditlerin gerçekliği nedeniyle, “beka” sorunu üzerinden korkutma stratejisinin işe yaradığını saptamak gerekiyor.

Azalan kitle desteği nedeniyle Erdoğan’ın alabildiğine sıkıştığı ve gidici olduğu şeklindeki yorumların doğru olmadığını bir kez daha vurgulamalıyız. Ortada bir sıkışmanın, özellikle de dış politika ve savaş alanında yaşanan gelişmelerden kaynaklı bir sıkışmanın olduğu bir gerçektir. Ne var ki iç politika alanında, çapsız ve göstermelik muhalefetin onu sıkıştırdığını ileri sürmek gerçeklerle bağdaşmaz. Ekonomik krizin onu zora sokabilecek bir potansiyel taşıdığı doğru olsa da, çaresizlikle kıvranan bilinçsiz yığınların, Erdoğan’ın “dış saldırı” propagandasına kanarak onun arkasında durmaya devam etmesi de ihtimal dâhilindedir. Büyük ekonomik yıkımların kendisini alternatifsiz gören yığınlarda faşist arayışları beslediğine tarihte defalarca şahitlik ettiğimiz gibi, bugün dünyanın birçok coğrafyasında da bu durum yaşanıyor. Dolayısıyla, şu noktayı unutmamamız gerekiyor, kapitalist düzen kendini rahat hissettiği zaman faşizme başvurmaz, sıkıştığı zaman olağanüstü rejime başvurur.

“FETÖ operasyonları” ne anlama geliyor?

Erdoğan ve Ergenekoncuların karşı-darbesiyle karakterize olan 15 Temmuz’dan bu yana “FETÖ” operasyonları hız kesmeden devam ediyor. Gerek askeri gerekse de sivil bürokrasi içerisinde gözaltı ve tutuklamalar dalga dalga sürüyor. Bir yandan da Gülenci sermaye kesimleri mülksüzleştirilip, iktidar yandaşlarına sermaye transferi yapılıyor. Bu arada on binlerce sıradan insan da işinden edilip, hayatları bir karabasana dönüştürüldü.

Geçtiğimiz günlerde yayınlanan bilgilere göre, bu süreçte savcılıklar 100 binin üzerinde soruşturma yürütmüşler. Açılan 289 davanın 248’i karara bağlanmış durumda. 3 bin 82 sanık hüküm giyerken, bunların 1949’u ömür boyu hapis cezasına çarptırılmış. Bunların arasında 55 general ile 748 daha alt rütbeli subay ve astsubay da bulunuyor. Süren davaların tamamlanması ve yenilerinin açılmasıyla bu sayılar önümüzdeki süreçte daha da artacaktır. Bu “FETÖ” operasyonlarında derdest edilenlerin hepsinin Gülen cemaatine bağlı olduğunu düşünmek için insanın saf olması gerekiyor. “FETÖ” öcüsü Erdoğan faşizminin sopası olarak kullanılmaktadır. Faşist rejimin amacı, bu başlık altında tüm muhaliflerini devlet aygıtından ve toplumdaki kilit mevkilerden temizlemektedir. Ordu ve devletin güvenlik bürokrasisi içindeki temizliklerde, yalnızca Gülenciler değil, NATO’cu olarak bilinenler, Kürtler, liberaller, demokratlar vb. de tasfiye edilmektedir. “FETÖcülük” suçlaması mevcut muhalefetin yanı sıra, son günlerde hayli spekülasyon konusu yapılan AKP içindeki muhalif oluşumların tepesinde de Demokles’in kılıcı gibi sallanmaktadır.

Erdoğan, ordudan “FETÖ’cüleri” ayıklayarak, faşist koalisyon kurduğu ordunun Ergenekoncu-Avrasyacı kesimlerinin yüreğine su serpmektedir. Bilindiği üzere, arkasına ABD’yi alan Gülen cemaatiyle Avrasyacılar arasındaki ordu içi iktidar kavgası önce Gülencilerin zaferiyle sonuçlansa da, kısa süre sonra taraf değiştiren Erdoğan Ergenekoncularla işbirliğine giderek faşist bir rejim inşa etmişti. Bugün devam eden bu işbirliğinin temel harcını Kürt düşmanlığı oluşturuyor. CHP’den İYİP’e kadar düzen içi muhalefet partilerinin TC’nin Kürt politikasına angaje olmasının temelinde de aynı anlayış yatmaktadır. İYİP’in batı illerinde Erdoğan’la yarışırken, Kürt illerinde AKP adayları lehine seçimlerden çekildiğini açıklaması, isminin HDP’yle birlikte anılmaması için CHP’nin kırk takla atması bunun son örneğini oluşturuyor.

ABD’nin Ortadoğu’da yürüttüğü savaşın Kürt hareketinin Irak ve Suriye’de güçlenmesine yol açtığı bilinen bir gerçektir. Egemenler onun bu noktada durmayacağı ve bir Kürt devletinin inşasına doğru yol alacağı düşüncesiyle alarm zillerine basmış durumdalar. Kendi içindeki Kürt sorununu demokratik, adil ve barışçıl bir çerçevede çözme becerisi gösteremeyen egemenler, meselenin artık emperyalist paylaşım masasının konularından biri haline gelmiş olmasından ötürü panik halindeler. Gidişatı durdurmak için içeride faşist bir rejim kurarak Kürt hareketini zorbalıkla ezmeyi, dışarıda da ABD’nin girişimlerini baltalamayı hedefliyorlardı. Ülke içindeki Kürt hareketini etkisizleştirmeyi şimdilik başarsalar da, ABD’nin Ortadoğu’daki planlarını engellemek onların boyunu hayli aşmaktadır. ABD’nin kendisinin üzerini çoktan çizdiğini ve fırsat kolladığını bilen Erdoğan, TC’nin çapının farkında olduğundandır ki ABD’yi Rusya’yla dengeleme taktiğine ikna olmuştur. Bu gelişmeler somutlandıkça TC ile ABD arasındaki gerilimin giderek arttığını, buna paralel olarak da Rusya ile TC’nin giderek yakınlaştığını görüyoruz. Aslında bu durum, SSCB’nin yıkılıp sözümona “komünizm tehlikesi”nin ortadan kalkışıyla birlikte TC’nin NATO ve ABD’yle ilişkisini sorgulayan ordu kanatlarının stratejik yaklaşımıyla örtüşüyor. Avrasyacılar esasen ABD’nin Kürt sorunundaki tutumu nedeniyle TC’nin stratejik tercihlerinin değiştirilmesinden ve Rusya-Çin blokuyla birlikte hareket etmesinden yanalar. Bunu sağlayabilmek için TC ordusunun 70 yıllık NATO geleneğinin etkisizleştirilmesi gerekiyor ki, süren FETÖ operasyonlarının boyutlarından birinin bu olduğu anlaşılıyor. Fakat şurası açık ki, kapitalist güçler arasındaki stratejik ilişkilerin değişmesi bugünden yarına kolaylıkla yaşanan süreçler değildir. Türkiye gibi bir ülkenin emperyalist ağabeyini değiştirmesi, işin kökenine inildiğinde, nüfuz alanlarının paylaşımındaki ciddi bir değişiklik anlamına gelir. Bunun ciddi toplumsal sarsıntılar ve hatta savaşlar olmaksızın gerçekleşmesi mümkün değildir.

Suriye’deki savaşta ABD ile Rusya arasında sıkışıp kalan ve manevra alanı hepten daralmış TC, ABD’nin planlarını kabul edemeyeceğine göre Rusya’ya daha fazla yaklaşmaktan başka yol bulamayabilir. Öte yandan, TÜSİAD burjuvazisi, ABD’nin Ortadoğu’daki adımları somutlaştıkça, hiç hazzetmemesine rağmen bu süreci Erdoğan’la atlatmaya çalışmanın akılcı bir yol olduğuna giderek daha fazla ikna oluyor gibi görünüyor. Ancak Rusya’ya doğru daha fazla bir kayışa halen sıcak bakmadığını da not edelim. Ama şurası açık ki uluslararası koşullar ve dengeler değişmektedir. Yürüyen emperyalist paylaşım savaşının doğurduğu koşullar Erdoğan ve askeri bürokrasiyi işbirliğine zorlayarak faşizm yoluna sokmuştur. Büyük burjuvazi de hem bu koşullardaki dönüşümün hem de AB’ye bağladığı umutların boşa çıkmakta olduğunun farkındadır. İçine sinmese de şimdilik mevcut rejimi kabullenme tutumu ağır basmaktadır. Dolayısıyla bu koşullarda, Kürt sorununun demokratik çözümü noktasında engel Erdoğan ya da ordunun direnişi meselesinin ötesindedir; burjuva siyasette bu meseleyi şimdi geldiği nokta itibariyle çözme iradesi gösterebilecek ve demokratik temelde çözebilecek bir odak görünmüyor. Suriye örneğinde görüldüğü üzere Kürtler de artık kırıntıya razı değil ve TC orada güçlenen dinamiğin içeriyi de etkilemesinden ve emperyalist paylaşım masasına oturayım derken o masaya kendisinin de kurban gitmesinden fazlasıyla endişe duyuyor.

Tüm bunlar “seçimlere” boyundan büyük anlamlar atfetmemek, Erdoğan’ın azalan desteğine ya da ekonomik krizin sarsıcı etkilerine dair abartılı beklentilere kapılmamak gerektiğini gösteriyor. Faşist rejim elbette ki eninde sonunda yıkılacaktır, ama boş hayaller pompalamakla değil, kitlelerin örgütlü ve bilinçli mücadelesiyle!


[*]      “15 Şubat’ta ATV ile A Haber ortak yayınına çıktı Erdoğan. Reytingi total izleyicide 31. sırada yer aldı. “Gündem Özel” başlığıyla yapılan yayın AB grubunda ise 23. sırada kaldı. 23 Şubat’ta Kanal D-CNN Türk ortak yayınına çıktı Erdoğan. Total izleyicide 47. sıraya düştü. AB grubunda ise 54. sırada kendisine yer bulabildi. Son olarak 26 Şubat’ta Star-NTV ortak yayınına çıktı. Total izleyicilerde 51., AB grubunda ise 33. sırada kaldı.” (https://www.artigercek.com/yazarlar/celal-baslangic/orta-asya-dan-gelmis...)

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Sandığın Beslediği Yanılsamalar, 13 Mart 2019, https://enternasyonalizm.org/node/252

published on 15 March 2019