Aralık ayının son haftasında, Trump’ın, ABD’nin askerlerini Suriye’den çekeceğini açıklaması uluslararası siyasette büyük bir yankı uyandırdı. “Çekileceğiz” açıklaması, Erdoğan ile Trump’ın telefon görüşmesinin ardından geldiği için, sanki ABD Türkiye’nin taleplerini kabul etmiş gibi kamuoyuna yansıtıldı. Özellikle Erdoğan rejimi, sahne arkasındaki gerçekliği bilmesine rağmen, “sözü dinlenen ülke ve lider” böbürlenmesini sürdürmek için böyle yansıtmayı tercih etti. Söz konusu açıklama üzerine sayısız makale yazıldı, değerlendirme yapıldı. Burjuva gazeteciler ve stratejistler Trump’ın açıklaması üzerinden yürüyerek ABD’nin nasıl çekileceği, sonrasında neler olabileceği ve hangi olasılıkların devreye girebileceği üzerine konuşup durdular. Oysa Trump, Suriye savaşındaki tıkanmayı ABD lehine aşmak amacıyla sarsıcı bir taktik hamle yapmıştı ve bu son derece açıktı. Nitekim aradan bir hafta geçmeden, ABD yönetimi “çekileceğiz” açıklamasını orasından burasından çekiştirmeye ve pratikte çekilmeyi imkânsız kılacak koşullar ileri sürmeye başladı. Erdoğan’ın baskısı altında kalarak Suriye’den çekilme kararı aldığı söylenen Trump, yalnızca iki hafta sonra, bir tweet atarak “eğer Türkiye Kürtleri vurursa, Türkiye’yi ekonomik yönden mahvederiz” dedi ve Türkiye’yi dünya âlemin gözü önünde tehdit etti. Ertesi gün ise Türkiye’yle ekonomik ilişkilerini geliştirmeyi çok istediğini söyledi. Tüm bunlar 20 gün içinde oldu.
Ortadoğu ve Suriye savaşı ekseninde gelişen olayların akışının baş döndürücü olduğu su götürmez. Savaş sahasındaki tüm güçler, birbirlerinin oyunlarını bozmak amacıyla sürekli yeni adımlar atıyorlar. Bu nedenle, yapılan bir açıklamanın daha mürekkebi kurumadan, onun tam aksini ifade eden bir başka hamlenin duyurusu gündeme düşebiliyor. Eğer salt uluslararası siyaset ekranına anlık olarak yansıtılan görüntülere bakılarak çıkarsama yapılırsa, sonuç tam bir hüsran olur. Zira burjuva medyada eksik olmayan yorumcular açısından manzaraya hâkim olan tam bir karmaşa ve belirsizlik zinciridir. Bir hafta önce ABD’nin Türkiye ile anlaşma temelinde Suriye’den çekileceğinin derin analizini yapan stratejist, bir hafta sonra Trump’ın “ekonominizi mahvederiz” tehdidi karşısında afallayıp kalır. Gerçekliği bütünlüklü ve derinden kavramanın en temel yolu, öncelikle sahnede sunulan haliyle oyunu veri almamaktan geçiyor. Ne var ki bunu yapabilmek için olguların maddi temellerine inerek değerlendiren bir bakış açısına sahip olmak gerekir. Marksizmin tam karşıtı bir bakış ve düşünce yapısına sahip burjuva düşünürleri, olguların maddi temellerine inmez ve onları diyalektik bütünlük içinde değerlendirmezler. Olgulardan doğan görünümleri “nihai gerçeklik” olarak kavrarlar. Böylece parçalı, bütünlüğü vermeyen, olgunun nesnel varlığını aydınlatmayan bir sonuç çıkar ortaya. Kuşkusuz bu aynı zamanda ideolojiktir. Burjuva ideologu, çalışma nesnesini bilimsel bilgi temelinde değil, egemen sınıfın çıkarlarını esas alarak inceler.
Savaş ve diplomasi alanı, aynı zamanda ardışık taktik hamleler alanıdır. Dolayısıyla uluslararası siyasetin karmaşık bir ilişkiler bütünü doğurması kaçınılmazdır. Bu durum, özellikle içinden geçtiğimiz kapitalizmin tarihsel krizi ve ona eşlik eden üçüncü dünya savaşı döneminde daha belirgin hale gelmiştir. Şu hususu daima akılda tutmak lazım: Taktik hamleler strateji değildir, stratejiyi hayata geçirmek üzere izlenen uzun ve dolambaçlı yolun bir parçasıdır. Karmaşanın üstüne çıkılmadığı ve diyalektik bir bakış açısıyla olguların maddi temeline inilmediği sürece, taktik hamlelerin neye işaret ettiği de kavranamaz. Trump’ın “çekileceğiz” hamlesinin ardından bu konuda kalem oynatanların çoğunun, aynı körlerin yaptığı gibi filin yalnızca bir parçasını tarif etmesi bu yüzdendir.
Kapitalizm tarihsel bir krize girmiştir. Bunun anlamını derinden kavramaya çalışırsak, sistemin erken dönemlerinde sahip olduğu canlandırıcı, pazarı devindirip genişletici potansiyellerini büyük ölçüde tükettiğini görürüz. Bir zamanlar sistemin atılım yapmasını sağlayan ve önünü açan özellikleri, onun en büyük engeline dönüşmüştür. Ticaret savaşı örneğinde gördüğümüz üzere, kızışan emperyalist rekabet ve bu temelde atılan adımlar, sistemin yarattığı küresel pazara ağır darbeler indirecek niteliktedir. Özetle sistem bir çıkmaza saplanmıştır. Emperyalist sistemi bir hegemonya krizine sürükleyen de kapitalizmin krizidir. İki olgu arasında diyalektik bir ilişki olduğunu asla akıldan çıkarmamak gerekiyor. Son tahlilde hegemonya krizi, kapitalizmin içine yuvarlandığı krizin aldığı görünümden başka bir şey değildir. Keza kapitalizmin tarihsel krizi ile ABD’nin başlattığı emperyalist savaşın milenyum dönemecine denk gelerek örtüşmesi de bir rastlantı değildir. Kaldı ki rastlantılar zorunlulukların ifadesidir.
Krizin doğası kaçınılmaz olarak tüm toplumsal gelişmelere ve bu arada savaşa kendi rengini verip belirliyor. Geçmişte, meselâ birinci ve ikinci dünya savaşının tarafları açık ve netti; ittifaklar ve cepheler belliydi. Daha da önemlisi, emperyalist güçlerin toprakları savaşın doğrudan alanıydı. Bugün ise üçüncü dünya savaşı, emperyalist güçlerin kendi topraklarından uzaklarda, nüfuz alanlarında gerçekleşiyor. Dünyanın çeşitli coğrafyalarını ateşe veren emperyalist güçler, buralarda kendi nüfuzlarını kurarak birbirlerine üstünlük sağlamaya çalışıyorlar. Bu savaşın birinci ve ikinci dünya savaşına benzememesi, kendine özgü tuhaf ve karmaşık görünümler alması kafaları karıştırabiliyor.
Meselâ bugün onlarca insanın canını alan bombalı eylemler ve benzeri saldırılar dünya burjuva literatüründe terörizm olarak kabul görüyor. Özellikle Batı’daki saldırılar “uluslararası terörizm” biçiminde tanımlanıyor. Oysa hedefsiz, sırf yakıp yıkmaya odaklanan bir kendinde şey değildir terör. Marksizm, bugün terörizm olarak nitelendirilen şiddet eylemlerinin emperyalist savaşın bir parçası, onun bir görünümü olduğunu ifade eder.[1] Yani savaşın biçimi değişse de özü aynıdır. Bu gerçeklik, içinden geçtiğimiz tarihsel kesitte, üçüncü dünya savaşının geçmişten farklı görünümler aldığını da ortaya koyar.
Bugün Ortadoğu’da yoğunlaşan ama tüm uluslararası siyasal ilişkilere damgasını basan, üçüncü dünya savaşıdır. Latin Amerika’dan Ortadoğu’ya, Afrika’dan Güney Asya’ya kadar geniş bir coğrafya, günümüzdeki emperyalist savaşın alanı konumundadır. Halkalar halinde birbirine eklemlenerek genişleyen bir emperyalist savaştan söz ediyoruz. Suriye cephesinde tıkanma yaşandığında Ukrayna’ya el atılıyor, İran cephesi için hazırlık yürütülürken Venezuela’da cephe açmak üzere harekât başlatılıyor. Tam anlamıyla küresel karakterli bir savaş!
Taktiği stratejiden ayırmak
İşte ABD ya da Rusya gibi emperyalist güçler üçüncü dünya savaşının bu kendine özgü yapısı üzerinde hareket ediyor. Attıkları taktik adımlar doğal olarak manzarayı daha da karmaşık hale getiriyor. Buna bir de ABD egemen sınıfı içindeki görüş ayrılıklarını, kavgayı ve buradan doğan krizleri eklememiz gerekiyor. Amerikan egemen sınıfı içindeki krizin temel başlıklarından birini dış politikanın nasıl yürütüleceği ya da savaşta hangi taktik adımların izleneceği oluşturuyor. Pervasız bir kapitalist olan Trump, Amerika’daki müesses nizamın yerleşik kural ve yöntemlerini aşarak kendi bildiği yoldan iş kotarmak istiyor. Irkçı ve cinsiyetçi düşünce yapısıyla, faşizan eğilimiyle, halk dalkavukluğu yapmasıyla, kendine kurtarıcılık vehmetmesiyle, burjuva demokrasisinin ve uluslararası sistemin kurum ve kurallarını takmamasıyla Trump, bugüne kadarki ABD başkanlarından farklı birisidir. Trump’ın bu özellikleri, onun yönetim anlayışını ve dış politika taktiklerini de belirliyor. ABD’nin eski gücünü kaybetmesi ve emperyalist sistem üzerindeki hegemonyasının sarsılması, Amerikan egemen sınıfı içinde yeni arayışları da beraberinde getiriyor ve faşizan eğilimleri güçlendiriyor. Hiç kuşku yok ki Trump’ı en tepeye taşıyan bu nesnelliktir.
Kapitalist düzende burjuvazinin içinde farklı çıkarlar temelinde gruplaşmaların ve bölünmelerin olması, kıran kırana bir rekabetin sürmesi doğaldır. ABD’de tekelci sermaye kesimlerinin, devlet aygıtını yönlendiren üst düzey bürokratların, burjuva politikacıların iç içe geçerek oluşturduğu birden çok fraksiyon olduğu bir gerçekliktir. Birbirinden farklı çıkarlara sahip bu burjuva fraksiyonların çoğu zaman aynı partinin çatısı altında toplanmaları da kafa karıştırıcı olmamalıdır. Bu perspektiften baktığımızda şunu görürüz; elbette Trump Amerikan tekelci sermayesinin hizmetindedir ama aynı zamanda burjuva fraksiyonlardan birinin politik görüşlerinin de temsilcisidir. Bu yüzden Trump, zaman zaman iç ve dış siyaset açılımlarında kendi partisi (Cumhuriyetçiler) içindeki önemli bir kesimle bile farklı düşmektedir. ABD’nin emperyalist stratejisinin belirlenmesi ve dış politikasının tayin edilmesinde merkezi bir konuma sahip Dışişleri ile Savunma Bakanlığı da (Pentagon) Trump’ın kimi taktik açılımlarına karşı çıkıyor. Bu aygıtların hayli baskın oldukları, birçok örnekte gördüğümüz üzere Trump’ın taktik açılımlarını kendi yol ve yöntemlerince dönüştürüp şekillendirdikleri açıktır.
Kapitalist rekabet sermayenin doğasından gelir. Bir kapitalistin hem muazzam sermaye birikimine sahip olması hem de rekabetten uzak durması onun varlığıyla örtüşmez. Bu örnekte olduğu gibi, sistemin tarihsel bir krizle sarsıldığı ve emperyalist rekabetin kızıştığı koşullarda savaşa başvurmak ABD emperyalizmi için bir zorunluluktur. Aksi halde sistemin tepesindeki hegemonik rolünü koruyamaz. Dolayısıyla ABD egemen sınıfı içindeki fraksiyonlardan birisinin savaşa karşı çıkması düşünülemez. İçe kapanmacı olduğu söylenen Trump, gerçekte savaşı her türlü yolla sürdürmek isteyen politik bir çizginin temsilcisidir. Bu noktada, ABD’nin emperyalist stratejisi konusunda egemen sınıf içinde bir görüş farklılığı olmadığını da kuvvetlice vurgulamak lazım. ABD emperyalizminin 2001’den bu tarafa sonsuz savaş sloganıyla hayata geçirmeye çalıştığı stratejisi bellidir: Önleyici savaş ve müdahalelerle nüfuz alanlarını dönüştürmek; Rusya, Çin ve Almanya gibi rakiplerin güçlenmesinin ve dengeleri değiştirecek düzeye yükselmelerinin önünü kesmek, sarsılan ve aşınan hegemonyasını güçlendirmek, dünya pazarında üstünlüğü yeniden ele geçirmek! Kimilerinin iddia ettiği gibi ABD’nin bir stratejisinin olmadığı düşüncesi doğru değildir.
ABD emperyalizminin stratejisinin temel ayaklarından birini Ortadoğu’nun dönüştürülmesi oluşturuyor: Eski siyasi dengelerin yıkılması, bölgenin siyasi haritasının değiştirilmesi ve ABD’nin nüfuzu altında yeniden şekillendirilerek kapitalizme derinden entegre edilmesi! Hiç kuşku yok ki bir stratejiye sahip olmak demek, onu istenen zamanda ve hiçbir sorunla karşılaşmadan hayata geçirmek anlamına gelmiyor. Zira söz konusu stratejinin başarısını belirleyecek olan emperyalist savaştaki güçler dengesidir. Üstelik ABD’nin Ortadoğu’da üstünlük kurması da yetmez. Sonucun kalıcı olup olmayacağını üçüncü dünya savaşının akıbeti belirleyecektir. ABD emperyalizmi hegemonyasını eskisi gibi sürdüremiyor. Fakat Çin ya da Rusya gibi emperyalist güçler ise ABD’nin yerine geçerek sistemin belirleyici ve düzenleyici gücü haline gelecek ekonomik ve askeri kapasiteden yoksundurlar. Dolayısıyla mevcut koşullarda emperyalist güçlerden biri ya da bir emperyalist ittifak bu savaşı kazanarak üstünlüğünü ilan edemiyor. Bu nedenle, emperyalist savaş ve hegemonya krizi uzatmalı olarak sürüp gidiyor.
Mevcut savaşın kendine özgü yapısı ve güçler dengesi nedeniyle, henüz mutlak bir kutuplaşma oluşmuş değildir. Bugün için Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaşın temel iki belirleyen gücü var: Amerika ve Rusya! ABD ile Rusya’nın plan ve hareket tarzının farklı olduğunu vurgulamak gerekiyor. Hegemonyasını koruyup pekiştirmeyi hedefleyen Amerikan emperyalizmi, bu doğrultuda önünde engel olarak gördüğü tüm siyasal dengeleri sarsacak tarzda hareket ediyor. Ortadoğu’dan Güney Asya’ya, oradan Latin Amerika’ya kadar paylaşım alanlarında çelişkileri alabildiğine keskinleştirip kutuplaşmayı derinleştirmek, Rusya ve Çin ekseni ile kendisi arasında salınan diğer tüm güçlerin manevra alanını yok etmek istiyor.
Buna karşılık Rusya, ABD’nin tam aksine, “yumuşatma” taktiği izliyor. Kuşkusuz bugünkü koşullarda Rusya’nın uluslararası siyaseti şekillendirme gücü ABD’ye oranla zayıftır ama ABD emperyalizmi de eski kudretine sahip değildir. Bu gerçekten hareketle Rusya, onun Ortadoğu’daki planlarını bozacak, yıpratacak, hegemonyasının daha fazla sorgulanmasını sağlayacak ve güçten düşürecek tarzda hareket ediyor. Bu taktik gereği, ABD-İngiltere ekseninde yer alan güçlerle, meselâ Esad rejimine düşmanca bir tutum içinde olan İsrail’le son derece dikkatli bir ilişki yürütüyor. Suudi Arabistan, Mısır ve Körfez’deki Arap ülkeleriyle ekonomik ilişkilerini derinleştirerek ABD ile bu güçler arasındaki çelişkileri arttırmaya çalışıyor. Daha da önemlisi, bir endüstri devi olan Alman emperyalizmini kendi eksenine çekmeye dönük incelikli bir siyaset izliyor. Rusya’nın bu siyasetinin en tipik örneğini belki de Türkiye’ye dair aldığı tutum oluşturuyor. Bilindiği üzere belirli alanlarda Türkiye’ye ön açan ve ona manevra alanı tanıyan Rusya’nın bu taktik hamlesi, onun Suriye politikasını hayata geçirmesinde son derece etkili olmuştur. Rusya, Türkiye’nin ABD ile olan çelişkilerini ve gerilimini arttırarak onu NATO’dan uzaklaştırmayı hedefliyor.
ABD’nin Suriye cephesindeki tıkanıklığı aşma taktiği
ABD’nin başlattığı savaşın üzerinden 15 yıldan fazla zaman geçmesine rağmen, Ortadoğu savaşında çok da yol alınmış değildir. Bu savaşın en önemli cephelerinden birini oluşturan Suriye’deki savaş tam yedi yıldır sürüyor. Oluşan dengelerden dolayı savaşın bu cephesinde büyük bir tıkanıklık yaşanıyor. ABD’nin Suriye’de Esad’ı devirme hedefine ulaşamadığı bir gerçekliktir. Fakat Kürtlerin kontrol ettiği Fırat’ın doğusu ABD’nin siyasi nüfuzu ve askeri denetimi altındadır. Önemli tarım alanlarını ve petrol yataklarının büyük bir kısmını barındıran Fırat’ın doğusu, Suriye’nin üçte birini oluşturuyor. Üstelik Irak Kürdistanı’na açılan ve oradan da İran Kürdistanı’na kopuşsuz geçişi sağlayan bu bölge, İran’ın kuşatılması ve onun Suriye’deki etkisinin kırılması açısından son derece kritiktir. Ortadoğu’yu dönüştürme kapsamında ABD’nin en yakın hedefi, İran’ın bölgedeki nüfuzunun sınırlandırılması ve rejim değişikliği için zayıflatılmasıdır. Nitekim savaşın İran cephesinin açılması amacıyla ABD; Suudi Arabistan, İsrail, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin de içinde olduğu güçleri uzun bir dönemdir hazırlıyor. “Dolayısıyla ABD’nin Suriye’den çekilmesi ve tuttuğu mevzileri kolayına terk etmesi hem onun somut planlarıyla hem de emperyalist savaşın mantığıyla uyuşmuyor.”[2] Nitekim Amerikan devlet aygıtını yönetenler, Cumhuriyetçilerin önemli bir kısmı ve Demokratlar, Afganistan ve Suriye’den çekilmenin ABD için felâket olacağı konusunda birleşmişlerdir. Ocak ayının sonunda, ABD’nin bu iki ülkeden çekilmesine karşı çıkan bir yasanın Senato’da kabul edilerek konunun tartışma dışına çıkartılmak istenmesi, yeterince açıklayıcıdır.
ABD yönetimi, daha ileri bir adım atmak için Suriye savaşındaki tıkanıklığı aşmak istiyor. Ancak bu cephedeki tıkanıklığın aşılabilmesi için Suriye Kürdistanı’nın pozisyonunun ne olacağının belirlenmesi ve garanti altına alınması gerekiyor. İşte bu noktada ABD’nin önünde duran en önemli çıkmazlardan biri de Türkiye’dir. ABD yönetimi her ne kadar kamuoyu önünde ihtiyatlı bir dil kullansa da, Türkiye’nin kendisi açısından bir sorun haline geldiğini ve planlarının önünde bir engele dönüştüğünü çeşitli biçimlerde ortaya koyuyor. Türkiye’nin temel hedefi, Kürtlerin Ortadoğu’da bir devlet kurmasının önüne geçmektir! Hâlihazırda Erdoğan’da cisimleşen ama MHP ve Ergenekon ile ittifaka dayalı faşist rejim, ne pahasına olursa olsun Kürtlerin bağımsız bir devlet olarak sahneye çıkmasını engellemek istiyor. 1990’larda Irak’taki Kürtlerin fiilen elde ettiği özerkliğin daha sonra nasıl federe bir yapıya dönüştüğünü ve bağımsız devletin temellerini döşediğini tecrübe eden egemenler, aynı durumun Suriye’de de oluşmaması için her türlü zorbalığa hazırlar. Ancak pek çok yazımızda dile getirdiğimiz gibi, yüz yıl önceki koşullar ortadan kalkmasına rağmen Kürtleri boyunduruk altında tutmak isteyen Türkiye, aslında tarihin tekerliğini geriye çevirmeye çalışıyor ve bu nedenle tarihsel bir çıkmaza saplanmıştır. Bugün Kürtler Ortadoğu’da dikkate alınması gereken bir güç konumundadır ve bölge yeniden paylaşılırken ne emperyalist ne de bölgesel güçler bu gerçekliği görmezden gelebilir. Üstelik Ortadoğu’da bir Kürt devletinin varlığı, ABD’nin bölgedeki planlarıyla da örtüşmektedir.
ABD yönetimi, kendi planlarına tam angaje olmuş bir Türkiye görmek istiyor. Fakat Türkiye, Kürtlerin bir devlet kurmasını engellemeyi temel amacı haline getirirken, aynı zamanda Müslümanların lideri pozlarında Ortadoğu’da ABD’den bağımsız bir siyaset izlemeye çalışıyor. ABD’nin, Ortadoğu’da büyük güç olma hevesindeki Türkiye’nin burnunu nasıl sürttüğünü biliyoruz. Ayrıca yüz yıl önce çözümsüz bırakılan Kürt sorununu hem “burun sürtmek” hem de bölgeyi kendi çıkarları temelinde şekillendirmek için kullandığı bir gerçekliktir. Ne var ki ABD istediği yolu alabilmiş ve bu sorundan doğan tıkanıklığı aşabilmiş değildir. Türkiye, geleneksel olarak Batı ittifakı cephesinde olmasına rağmen, özellikle Kürt çıkmazı politikası yüzünden Rusya’ya doğru hareket halindedir. Tabiri caizse NATO’yu sulandırmak için her türlü olanağı kullanan Rusya, ABD ile Türkiye arasındaki çelişkiyi mümkün mertebe genişletmeye çalışıyor. Nitekim Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna dönük operasyonu gündeme geldiğinde, Rusya, ABD’nin Kürtlere alan açarak Türkiye’yi provoke ettiğini açıkladı. Doğrusu Rusya, Türkiye’nin Kürt topraklarını işgal ederek Suriye’de temel belirleyici bir güç haline gelmesini istemiyor. Fakat ABD’nin böyle bir operasyona göz yummayacağını da bal gibi bildiği için, bu iki güç arasındaki ihtilafı, zemin ve koşullara göre kaşımaktan imtina etmiyor.
Trump’ın “Suriye’den çekileceğiz” taktik hamlesini tüm bu faktörleri dikkate alarak değerlendirmek gerekiyor. Bu hamlesiyle Trump, Türkiye’yi Kürt gerçekliğiyle karşı karşıya getirmek ve ne denli çıkışsız olduğunu göstermek istemiştir. Trump yönetimi, bilhassa iki haftaya yakın bir süre, atılan taktik adımın gereği olarak çekilmeye odaklı açıklamalarını gündemde tutmuştur. Böylece birinci aşamada Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna operasyon kararını boşa çıkartmıştır. İkinci aşamada ise ABD’nin Suriye’den çekilme koşulları gelmiştir. Bu kapsamda ABD, Türkiye’nin önüne Suriye’deki Kürtleri muhatap almasını ve oradaki yapıyı kabul etmesini koymuştur. Türkiye bu koşulu kabul edecek ve böylece ABD’nin Fırat’ın doğusunda oluşturmak istediği “güvenli bölge”deki güçlerden biri olabilecekti. Rusya ve Esad rejimi karşısında Kürt yönetimini ve Fırat’ın doğusunu garanti altına alan, nüfuzunu pekiştiren ABD’nin Irak’a çekilmesi hiç de zor olmayacaktı. Nitekim o günlerde Irak’taki askeri üssü ziyaret eden Trump’ın, ABD’nin Suriye’de bir şeyler yapmak istemesi durumunda Irak’taki askerlerini ve üslerini kullanabileceğini açıklaması bu yüzdendi. Oysa Türkiye’nin asıl sorunu ABD’nin Suriye’de olması değil, Kürtlerle ittifak yapmasıdır. Dolayısıyla Erdoğan yönetimi, YPG’nin varlığına dokunmayan ve oradaki yapıyı sağlamlaştıracak ABD planını kabul etmeye yanaşmadı. Üstelik bu konuları müzakere etmek üzere Ankara’ya gelen ABD Ulusal Güvenlik Danışmanı Bolton’a karşı, diplomaside “had bildirmek” anlamına gelecek bir tutum alındı.
ABD’nin taktik adımının sonuçları
Yeri gelmişken şunu vurgulayalım: “Güvenli bölge” ile ABD, aslında bir tür “uçuşa yasak bölge” oluşturmak istiyor. Erdoğan, bilhassa Türkiye’nin “güvenli bölge” planı içinde yer aldığı algısını yaratmaya çalışıyor. Hatta Türkiye’nin gerekirse tek başına bu “güvenli bölge”yi kuracağını söylüyor. Amaç, hem Türkiye’nin Suriye’deki planlarından vazgeçmediği mesajını vermek hem de kitlelerde Türkiye’nin nasıl büyük bir oyuncu olduğu yanılsaması yaratmaktır. Oysa ABD’nin planı ile Türkiye’nin Kürtleri ezme ve Fırat’ın doğusunu işgal etme hedefi birbirine zıt içeriktedir. ABD, “güvenli bölge”yi uluslararası bir gücün şemsiyesi altına almayı hedefliyor. Fırat’ın doğusunda Türkiye büyük ölçüde oyun dışına itilmiş, Kürt meselesinde ısrar ettiği için yalnızlaşmıştır. Trump’ın “çekilme” taktik hamlesinden sonra yaşananlar, bu gerçekliği bir kez daha gözler önüne sermiştir. Meselâ Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna girmesine itiraz eden tüm güçler, ardı ardına taktik hamleler yapmışlardır.
Esad rejimi ve Kürtler, aslında temel konularda anlaşamıyor olmalarına rağmen, Türkiye’nin işgalci heveslerine geçit vermemek için yeniden müzakerelere başladılar. Kürtler, Menbiç’in bir kasabasını Esad güçlerine ve Rus askerlerine bıraktı. Rus askerleri ile YPG güçlerinin Türkiye’nin kontrolündeki Cerablus ile Menbiç sınırında birlikte devriye gezmelerinin anlamı açıktır: Rusya, Türkiye’nin Menbiç’e girmesine ve ona tanıdığı oyun alanının dışına çıkmasına kesinlikle karşıdır. Rusya’nın, ABD’nin taktik hamlesi karşısında aldığı tutum şu olmuştur: Madem ABD Suriye’den çekileceğini söylüyor, bu durumda bu topraklar Esad rejimine bırakılmalıdır!
Keza Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri, Türkiye’nin önünü kesmek amacıyla Esad rejimi ile Kürtler arasında arabuluculuk rolüne soyundular. Daha da önemlisi, bu ülkeler, “Arap olmayan bir ülkenin bir Arap ülkesinin topraklarında olmasını reddediyoruz” diyerek Türkiye’ye karşı açıkça tavır aldılar. Çoğu zaman Suudi Arabistan adına onun tutumunu yansıtan Birleşik Arap Emirlikleri’nin “Kürtleri destekliyoruz. Kürtler büyük bedeller ödedi. Suriye’nin toprak bütünlüğü çerçevesinde Kürtlerin korunması gerekir” demesinin anlamı gayet açıktır. Bu manzara, Türkiye olmadan Müslümanların lidersiz kalacağı, Türkiye’nin İslam âleminin omurgası olduğu düşüncesinin Erdoğan rejiminin emperyal sayıklamasından ibaret olduğunu yeniden göstermiştir.
Türkiye, Trump’ın “çekilme” hamlesinden sonra uluslararası arenada çok daha fazla zemin kaybetmiş ve yalnızlaşmıştır. Türkiye, Trump’ın açıklamasıyla birlikte, bir anda, dünya kamuoyunda IŞİD’i yenen Kürtleri katledecek bir devlet olarak anılmaya başlanmıştır. Amerika ve Avrupa basınında katliam tehlikesine dikkat çekilirken, ABD ve Avrupa ülkelerine katliamı durdurma çağrıları yapılıyordu, yapılıyor. Bilahare ABD yönetimi, uluslararası kamuoyu önünde Türkiye’nin Kürtleri katletmesinin önüne geçeceğini açıklayarak “katliamcı Türkiye” algısını pekiştirmiştir.[3] Yani Türkiye, Trump’ın “çekileceğiz” taktik açıklamasından sonra daha kötü bir duruma düşmüştür. Meselâ ABD yönetimi uzun yıllar Suriye Kürtlerinin sivil temsilcilerini siyasi düzeyde muhatap almıyor, ilişkilerini esas olarak askeri kanallar üzerinden yürütüyordu. Hatta ABD, PYD yetkililerinin ülkeye girişi için vize dahi vermiyordu. Ancak Demokratik Suriye Meclis Başkanı İlham Ahmed’in Trump’la ve onun yanı sıra ABD yönetiminin diğer unsurlarıyla görüşmesi, bu durumun değişmeye başladığına işaret ediyor. Bu görüşmenin “güvenli bölge” ile bağlantısının olmaması düşünülemez.
ABD’den istediğini alamayan Erdoğan, yeniden yüzünü Rusya’ya dönmüştür. 24 Ocaktaki görüşmede Putin, Erdoğan’ın önüne 1998’de Suriye ve Türkiye arasında imzalanan “Adana Mutabakatı”nı koymuştur. Putin’in amacı Türkiye’nin Esad rejimini tanımasını sağlamaktır. Bu hamle, Trump’ın “çekilme” açıklamasının arkasındaki “güvenli bölge” planına karşı yapılmıştır. “Güvenli bölge”nin kurulmasıyla birlikte Türkiye’nin Fırat’ın doğusuna operasyon yapmasının zemini büsbütün zayıflamış olacaktır. Türkiye ancak Rusya’nın yeşil ışık yakması koşuluyla operasyon baskısını ABD üzerinde canlı tutabilir. Bu olasılığın var olmasının koşulu ise Türkiye’nin Esad rejimini ve dolayısıyla Suriye’nin sınırlarını tanıması, toprak bütünlüğünü kabul etmesidir. Böylece Rusya, Suriye’nin toprak bütünlüğünü garanti altına alırken, aynı zamanda ABD’nin “güvenli bölge” planını bozma hedefiyle bir “çılgın Türk” kamasını da yedeğinde tutmuş olur. Kuşkusuz ABD’ye rağmen Fırat’ın doğusuna saldırma girişiminin Türkiye ekonomisini nasıl bir yıkıma sürükleyeceğini öngörmek için kâhin olmaya gerek yok.
“Adana mutabakatı”, özetle, “terör” tehlikesine karşı Türkiye-Suriye sınırının karşılıklı olarak güvenlik altına alınmasını kapsıyor. Bu mutabakat, Türkiye’nin savaş tehdidiyle PKK’nin Suriye’den çıkartılmasının ardından yapılmıştı. Suriye rejimi PKK’yi terör örgütü olarak görüyor ancak YPG’ye karşı tutumu aynı olmadığı gibi, Türkiye’nin işgal girişimlerini durdurmak için kimi hususlarda işbirliği yapıyor. Kaldı ki Rusya her ne kadar ABD’nin oyun planını bozmaya çalışıyorsa da, onun da Kürt meselesinde tutumu Türkiye ile aynı değildir. Rusya, ABD’nin nüfuzunu kırmak amacıyla Suriye’nin toprak bütünlüğünü savunuyor ama aynı zamanda Kürtlere özerklik verilmesini de hedefliyor. Bu doğrultuda Esad rejimini sıkıştırıyor. Zira aksi halde Kürtleri ABD’den uzaklaştıramayacağı gibi, Suriye’nin bölünmesinin önüne geçip istikrarı da sağlayamaz. Dolayısıyla Türkiye’nin “Adana Mutabakatı”yla Esad rejimini tanıması, Kürt gerçeğinin buhar olup uçması anlamına gelmiyor. Mevcut tablo, Kürt çıkmazına saplanan Türkiye’nin daha fazla sıkıştığını, ABD ile Rusya arasındaki manevra alanının ise her geçen gün daha fazla daraldığını gösteriyor.
[1] Bu konuda Elif Çağlı’nın şu makalelerine bakılabilir: http://marksist.net/antiwar/istanbulda%20Saldirilar.htm; http://marksist.net/elif-cagli/terorun-ardina-gizlenen-gercekler
[3] Birkaç örnek: Dışişleri Bakanı Pompeo; “Türklerin Kürtleri katletmemelerini sağlamanın önemi, Suriye’de dini azınlıkların korunması; tüm bunlar, halen ABD’nin ortaya koyduğu misyonunun parçasıdır.” Trump: “Çekilsek bile Kürtleri korumak istiyoruz. Çekilme konusunda yavaş veya hızlı diye bir şey demedim.” Trump: “Eğer Türkiye Kürtleri vurursa, Türkiye’yi ekonomik yönden mahvederiz.”
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Bugünkü Savaşın Farkını Kavramak, 6 Şubat 2019, https://enternasyonalizm.org/node/249
Ekonomiyi Unuttur Stratejisi
Suriye’deki kırmızı kartların acısıyla HDP’ye saldırmak!