Devletin Yeniden Yapılandırılması ve Faşizm

Son birkaç yıldır işleyen süreç, yapılan son anayasa değişiklikleriyle birlikte, başkanlık sistemine geçiş kılıfı altında bir faşist rejimin kuruluşu ve oturtulması süreciydi. Türk-İslam tipi bir sivil faşizme geçilmiş bulunuyordu. 16 Nisan 2017’de referandumdan geçirilmiş ama bir iki maddesi dışında yürürlüğe sokulmamış olan anayasa değişiklikleri şimdi tüm kapsamıyla ve resmen yürürlüğe konmuştur. Böylece faşist rejim tüm devleti kendi özüne uygun biçimde yeniden yapılandırma sürecinin son tuğlalarını koymuştur denilebilir.

24 Haziran seçimlerinin ardından Erdoğan, rejim değişikliğinin tüm anayasal şekil şartlarını yerine getirmek üzere hızla harekete geçerek birbiri ardına çıkardığı kararnamelerle devlet aygıtını yeniden yapılandırmaya girişti. Son birkaç yıldır işleyen süreç, yapılan son anayasa değişiklikleriyle birlikte, başkanlık sistemine geçiş kılıfı altında bir faşist rejimin kuruluşu ve oturtulması süreciydi. Türk-İslam tipi bir sivil faşizme geçilmiş bulunuyordu. 16 Nisan 2017’de referandumdan geçirilmiş ama bir iki maddesi dışında yürürlüğe sokulmamış olan anayasa değişiklikleri şimdi tüm kapsamıyla ve resmen yürürlüğe konmuştur. Böylece faşist rejim tüm devleti kendi özüne uygun biçimde yeniden yapılandırma sürecinin son tuğlalarını koymuştur denilebilir. Bu bakımdan 24 Haziran, eskinin son biçimsel-kurumsal kalıntılarının da tasfiye edildiği ve faşist rejimin artık tümüyle kendi öz temelleri üzerinde yoluna koyulduğu bir döneme geçişin miladı olmuştur.

Nitekim seçimden önce Erdoğan 24 Haziran seçimlerinin önceki seçimler gibi bir seçim olmadığını, “Yeni Türkiye”ye geçişin son aşaması ve asıl miladı olacağını güçlü biçimde vurgulamak için hiçbir fırsatı kaçırmamıştır. Bu durum seçim sonrasında da devam etmiş ve yeni bir dönemin başladığı hissiyatının kitlelerde yerleştirilmesi için tüm debdebesiyle güçlü bir sembolizm bilinçli olarak devreye sokulmuştur. Erdoğan’ın seçimle “meşruiyetini kazanmış bir başkan” olarak yeni görevine başlama etkinliklerine adeta Osmanlı padişahlarının tahta çıkış törenlerine benzer bir hava verilmesi bu sembolizmin özellikle önemli bir unsurunu oluşturuyordu. Sözde seçimle gelmiş olan sultan tüm gücün kendi elinde olduğunu ve halkın “babası” olduğunu ele güne gösteriyordu. Osmanlı padişahlarının tahta çıkarken dağıttığı cülus bahşişleri ayrıntısına kadar düşünülmüş bir törensellik içinde, bindirilmiş kıtaların coşku seli içinde konvoylarla geçerek Sarayına giden bir sultan…

Bunlar Osmanlı esintisi içinde verilen mesajlar bölümünü oluşturuyordu. Faşizmin şefi toplumun farklı duyarlılıkları olan diğer kesimi için de sürprizler hazırlamıştı. Oluşturduğu Saray sekreterleri kabinesinin ilk toplantısını M. Kemal’in ilk meclis toplantısını yaptığı eski meclis binasında yapmış, bununla aynı zamanda yeni bir “kuruluş” döneminin söz konusu olduğunu da ilan etmiş oluyordu. Bu “kuruculuk” vurgusu temel bir vurgu olarak diğer birçok ayrıntıda da kendisini ortaya koydu. Örneğin yeni döneme yeterince adapte olamamış YSK, yeni “seçilen” cumhurbaşkanına vermek üzere hazırladığı berata “Türkiye Cumhuriyeti’nin 13. Cumhurbaşkanı” diye yazınca küçük çaplı bir soğuk hava dalgasının yaşanması bundandır. Benzer bir sembolizm içinde, Erdoğan artık kendisine cumhurbaşkanı değil de doğrudan “başkan” denmesini istediğini söyleme ihtiyacını da duymuştur.

Böylece hem yeni kararnamelerle devletin yeniden yapılandırılmasıyla, hem törensel şaşaasıyla hem de ideolojik söylemin bilinçli kuruluşuyla, faşist rejim tüm sembolizmi içinde son tuğlalarını koymuş bulunuyor. Bu rejim, tarihteki diğer sivil faşist rejimlerde olduğu gibi kendisine seçimle bir “meşruiyet” görüntüsü de vermiştir. Yapılan düzenlemelerle artık tüm birimleriyle devlet bir tek adamın, yani Erdoğan’ın iki dudağı arasından çıkacak sözlere tabi hale gelmiştir. Hal buyken, ilan edilen yeni devlet yapılanmasının ve açılan yeni dönemin, somut biçimleri içinde faşizmi nasıl ete kemiğe büründürdüğüne dair bazı temel noktaları tespit etmek yeni dönemde devrimci işçi sınıfı mücadelesi açısından önem taşımaktadır.

Baskı, tasfiye, sürekli OHAL

Yeni devlet yapılanmasıyla son halini almış olan faşist rejimin hiç kuşkusuz en başta gelen niteliği onun bir olağanüstü baskı ve terör rejimi oluşudur. Tüm parıltılı törenlerin ardında, bu nitelik kendisini daha en başından göstermekte kusur etmemiştir. Nitekim hızla çıkarılıp yürürlüğe konan ilk kararnamelerden birisi, devlette büyük bir tasfiye dalgasını hayata geçiriyordu. Muhtemelen faşist rejimin tarihsel kuruluş belgeleri arasında sayılacak bu kararnameyle bir çırpıda 18 bin kişi devletten atılmıştır. Böylece 15 Temmuz’dan bu yana yürütülen tasfiye dalgalarına, anlaşılan son bir bitirici büyük halka eklenerek her türlü pürüz ihtimali ortadan kaldırılmak istenmiştir. Temiz bir başlangıç! Bu, devlette çalışan neredeyse en alt kademeye kadar herkesin kayıtsız şartsız itaatini ve tek tip bir ideolojik bağlılığa sahip olmasını sağlamaya dönük adımlardan birisiydi. Burada aynı zamanda tarihin yeni bir ironisinin de yaşandığını kaydetmek gerekir. Şimdiki faşist iktidar sahipleri cumhuriyetin ilk dönemlerini “tek parti dönemi”, “parti devleti” vs. diyerek yerden yere vururlardı, şimdi ise yüzbinlerce insanı devletten ayıklayarak ve yerlerine keyfi ve gayrimeşru yollarla tümüyle kendi bağlılarını yerleştirerek bunun âlâsını yapmış oluyorlar.

Kürt hareketini ve devrimcileri öteden beri hedef alan devlet baskısı ve terörünü özel olarak örneklemeye gerek bulunmuyor. Sadece Kürt hareketi ve devrimciler değil genel olarak tüm demokratik muhalefetin ağır bir baskıya maruz bırakıldığı bir sır değil. 1995’ten bu yana eylem yapan Cumartesi Anneleri’nin 700. eylemine yönelik tutum rejimin tipik özelliklerini gösteriyor. Gerçekte, ne yazık ki toplum gündeminde pek yer bulamayan, o nedenle iktidar için pratikte yıkıcı bir etkisi de söz konusu olmayan Cumartesi Anneleri eylemlerine bundan sonra izin verilmeyeceği yönündeki devlet iradesi ne anlama geliyor? Cumartesi Anneleri bir direnç sembolüdür ve açıktır ki annelerin bu boyun eğmez direnci faşist iktidarı rahatsız ediyor. O hiçbir direnen baş, örgütlü irade görmek istemiyor. Tüm istediği, baskı, kriz, yıkım koşullarına rağmen suskunluk ve itaat. Bu tür tutumlar olağanüstü burjuva rejimlerin tipik tutumlarıdır.

Rejimin baskıcı karakterini ortaya koyan önemli ve genel bir noktayı vurgulamak şarttır. Yeni devlet yapılanmasına geçen rejimin ilk icraatlarından birisi, tüm bu baskılara ve diğer zora dayalı baskı biçimlerine genel yasal çerçevesini sunan OHAL’i geçici olmaktan çıkarıp kalıcı hale getirmesi olmuştur. Bunu da, son halini almış faşist rejimin kurucu temel taşı niteliğinde öğelerden birisi olarak görmek gerekiyor. Faşist rejimlere yakışır biçimde bu iş “OHAL’i kaldırıyoruz” propagandasıyla yapılmıştır. Yeni getirilen yasayla OHAL döneminin olağanüstü yetkileri kimi noktalarda daha da ağırlaştırılarak (anayasaya da aykırı biçimde) süreklileştirilmiştir. Valilere şimdiye kadar sahip olmadıkları süper yetkiler verilmiş, gözaltı süresi uzatılmış, kamudan ihraç yetkisi 3 yıl daha uzatılmış, geri dönme hakkı kazansalar bile atılanların eski görevlerine dönmemeleri güvenceye alınmıştır. Sözde olağan hale geçişin çerçevesi budur.

Resmi olarak yaklaşık 2 yıl süren OHAL, KHK’larıyla birlikte, faşist rejimin gerçek anlamda bir inşaat iskelesi gibi hizmet görmüştür. Bu iskele altında neyin inşa edildiğini anlamak için belki de sadece bu süre zarfında ortaya çıkan bilançoya göz atmak yeterli olabilir. Bu dönemde çıkarılan 36 KHK ile 70 bin kişi gözaltına alındı, 50 bin kişi tutuklandı, 120 bin kişi açığa alındı, 130 bin kişi kamudan ihraç edildi. 15 Temmuz sürecinde öldürülen, linç edilen, işkencelerde sakat bırakılan yüzlerce kişinin yanı sıra, 52 kişi “intihar” etti, 10 kişi kayıp. 1400 dernek-vakıf kapatıldı, 70 gazete, 20 dergi, 6 haber ajansı, 22 radyo, 18 televizyon kanalı, 30 yayınevi kapatıldı. 2500 gazeteci işsiz kaldı.

Tüm bunlar elbette ağır bir ideolojik baskı altında yürütülmüştür ve halen de yürütülmektedir. Her türlü muhalefet odağı ve ihtimalini ortadan kaldırmak üzere her fırsatta terör destekçiliği, vatan hainliği vb. suçlamalar Demokles’in kılıcı gibi keyfi biçimde muhaliflerin üzerinde sallandırılmaktadır. Ucuz milliyetçiliğin sefilce pompalandığı ve “yerli ve milli” demagojisinin ayyuka çıkarıldığı bir ideolojik terör istim üstünde tutulmaktadır. CHP bile namlunun ucunda tutulmakta, çeşitli fırsatlarla onun da “terör destekçiliği” suçlamasıyla safdışı bırakılabileceği mesajları verilmektedir. Böylesi bir ortamda BBP’nin başındaki Destici gibi kasaba faşistlerinin, ekonomik krizle ilgili olarak “aynı gemide değiliz” diyenlerin bile vatan hainliği nedeniyle vatandaşlıktan çıkarılmaları gerektiğini ilan etmesi mümkün ve doğal olmaktadır.

Gücün tek elde toplanması

24 Haziran’la birlikte görünüşte parlamenter sistemden başkanlık sistemine geçilmiştir. Gerçekte ise temel çizgileri itibariyle zaten bir süredir fiilen işlemekte olan bir rejime, şimdi tüm kurumsal üst şekli verilmiş; fiili durum anayasal ve yasal olarak son tuğlalarıyla tam şekline sokulmuştur. Devletin yukarıdan aşağıya yeniden yapılandırılmasıyla somutlanan bu son şekilleniş, bugüne kadar çeşitli aşamalardan geçerek yaşanan tüm sürecin temel bazı yönlerini açık biçimde özetlemiştir. Bu özetin bir öğesi başkanlık sistemi adı altında burjuva demokrasisinin temel kurumlarından biri olan kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılıp tüm gücün yürütmeye verilmesiyken, ikinci öğesi yürütmenin de tek bir kişinin elinde yoğunlaştırılmasıdır.

Marksizmin baştan bu yana büyük bir isabetle tespit ettiği gibi, burjuva olağanüstü rejimleri olağan burjuva rejimlerden ayıran temel özelliklerden birisi, ideal burjuva rejimin normu olan kuvvetler ayrılığının ortadan kaldırılarak gücün bu kuvvetlerden birisi olan yürütmede yoğunlaştırılmasıdır. Olağanüstü rejimlerin ülkeden ülkeye ve dönemden döneme muhtelif faktörlerle belirlenen farklılıkları içinde bunun derecesi ve aldığı somut biçimler kuşkusuz değişmekte ama öz değişmemektedir. Kimisinde örneğin parlamento tümüyle ortadan kaldırılırken, kimisinde görünüşte varlığını sürdürmekle birlikte pratikte hükümsüzleşir.

24 Haziran sonrası yürürlüğe sokulan anayasa değişiklikleri ve bunları somutlayan bilumum yeni kararnameler, kapıya asılan bir ölüm ilamı gibi, parlamentonun en azından son iki yıldır süren ölüm sürecini resmen tamamlıyor. Halkın temsilcileri olarak ülkenin dört bir yanında seçilmiş vekillerin ülke işlerinin yürütümündeki etkisi, hayata geçirilen anayasa değişiklikleriyle yasal olarak da ortadan kaldırılmış oluyor. Faşist rejimin inşası sürecinde esas olarak olağanüstü hal ve KHK’lar meclisi devre dışı bırakmıştı. Şimdi ise meclisin yürütmeyi denetleme kapsamındaki yetkileri yasal olarak ortadan kaldırılmış durumdadır. Önceki yapılanmada yürütme organı olan Bakanlar Kurulu meclis oturumlarında mecliste hazır bulunur, vekillerin sorgulamalarına muhatap olur ve açıklama yapmak, cevap vermek zorunda kalırlardı. Kurul daha en başında meclisten güvenoyu alarak göreve başlar ve bakanlar ve başbakan meclis gerekli gördüğünde gensoru ile görevden alınabilirlerdi. Yürütme, yani hükümet, canının istediği gibi olağanüstü hal ilan edemiyordu, bu karar meclis tarafından alınmak zorundaydı. Meclisteki araştırma ve soruşturma komisyonları ellerindeki yasal yetkilerin de katkısıyla siyasal hayatta az çok etkiye sahipti.

Şimdi bunların tümü ortadan kaldırılmış durumdadır. Burjuva demokrasilerinin ve parlamentoların tarihsel olarak temel çıkış noktası olan bütçe hakkı bile meclisin elinden alınmıştır. Yeni anayasal düzenlemenin yürürlüğe sokulmasıyla meclis, cumhurbaşkanının sunduğu bütçe teklifi üzerinde değişiklik yapma hakkından mahrum bırakılıyor, yapabileceği tek şey önüne gelen teklifi kabul ya da ret etmek. Meclis her ne kadar eskiden olduğu gibi bütçeyi ret etme hakkına sahip gibi görünse de, böyle bir durumda cumhurbaşkanı önceki yılın bütçesini yeniden değerleme oranına göre arttırarak yeni bir bütçe oluşturma hakkına sahip kılınmıştır.

Yeni yapılanmada yürütme kendisini bütçe konusunda sadece meclis denetiminden özgürleştirmiyor, bir başka anayasal denetim organı olan Sayıştay’ın denetiminden de özgürleştiriyor. Birbiri ardına çıkarılan cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle birçok kilit harcama kalemlerine konu olan kurum ve işlem Sayıştay denetiminden muaf tutuluyor. Böylece faşist şef nereye ne harcadığı konusunda tam bir hesapsızlık ve özgürlükle ödüllendiriliyor. Ülke derin bir ekonomik krize doğru yuvarlanmaktayken ve bunun temel bir sonucu olarak emekçi kitlelerin alım güçleri ağır darbeler alırken, hükümet yetkilileri de sözümona kamuda tasarruftan söz ederken, Ahlat’a da yeni bir cumhurbaşkanlığı sarayının yapılacağının açıklanması bu meselenin anlam ve önemi konusunda sembolik bir mesaj veriyor. Bütçe sorunu sadece bir kese sorunu değildir, hamaset ve demagojinin ötesinde, izlenecek politikaları somut parasal karşılıklarıyla gösteren, devletin tüm eylemlerinin olabildiğince ortaya serildiği bir süreçtir aynı zamanda. Tam da o yüzden her yıl meclisteki bütçe görüşmeleri meclis faaliyetinin köşe taşlarından biri olarak öne çıkar, günler boyunca sürer, gündem olur ve tüm hükümet siyasetinin masaya yatırılıp teşhir edildiği oturumlar yapılır. Yeni yapılanmayla meclis yönetimin harcamalarının hesabını sorma gibi en önemli ve tarihsel işlevlerinden birini yitirmiş oluyor.

24 Haziran sonrasına kadar, iktidar sözcüleri ve Saray yazıcıları meclisin öneminin ve gücünün sürdüğüne, hatta “arttığına” dair yalanları pompalamakla uğraşıyorlardı. Ama yeni sürecin başlayışından bu yana, artık meclisin işlevsizleştiği kendisini kesin bir açıklıkla ortaya koymuş bulunuyor. Şu anda tüm siyasal hayat açıkça Saray eksenli olarak dönmektedir. Siyasal gelişmelerde meclis sahneden silinmiş, varlığı duyumsanmaz hale gelmiştir. Bu görünümü içinde meclis adeta siyasetin kenar mahallesinde bir çocuk parkı gibidir. Rejimin devletin yeniden yapılandırılmasıyla birlikte tüm kurumlarıyla resmi olarak işletilmesine geçildiği son iki ay boyunca mecliste verilen 440 yazılı soru önergesinin sadece 5’ine yanıt verilmiş olması bile, yasama erkinin yürütme tarafından ne derece kaale alındığının acıklı bir göstergesidir. Meclis koltuklarında oturanların vaziyeti, öğretmenlerin gelmediği bir okulda dersliklerdeki öğrencilerin şaşkın durumuna benzemektedir.

Benzer bir durum yargı için de söz konusudur. Yargıdaki tüm atamalar, ucu Erdoğan’a çıkan bir zincire bağlanmış durumdadır. İki yıldır dalga dalga yapılan devasa temizliğin yanı sıra yeni işe almalarda neredeyse tümüyle bindirilmiş kıtaların tercih edilmesiyle, yargıda Erdoğan’a sadakatte çok ciddi bir homojenleştirme sağlanmıştır. Böylece yargı makinesi önemli ölçüde bir parti aygıtı görünümüne getirilmiş durumdadır denebilir. Tarihsel örneklerden bildiğimiz gibi, sivil faşizmlerde parti-devlet bütünleşmesi genel bir eğilimdir. Yargı şu anda birkaç istisnai durum dışında tümüyle Erdoğan’ın iradesine tabidir ve ona uygun şekilde davranmaktadır. Son zamanlarda Erdoğan’ın dış politikada bir araç olarak kullandığı rehin alma yöntemi vesilesiyle bu durum özellikle açık biçimde görülmektedir. Dış dünya açısından şu ya da bu biçimde önem arz eden kimi kişileri rehine olarak alıp bunları dış politikada ilgili devletlere karşı pazarlık kozu olarak kullanan Erdoğan’ın, bu kişilerle ilgili yargı süreçlerinin tüm seyrini bizzat belirlediği kesindir. Emri alan mahkeme heyetleri kâh tahliyeye, kâh tutukluluğun devamına, kâh şartlı tahliyeye karar vermekte, kâh ağır, kâh hafif hükümle mahkûm etmektedir vb.

Kâğıt üstünde cumhurbaşkanını sınırlı sayıda birkaç suç dâhilinde yargılama yetkisine sahip olan Anayasa Mahkemesinin ve keza belirli konularda güya denetleme yetkisi olan diğer yüksek yargı organlarının hem ellerindeki yetkiler nitel olarak zayıflatılmış hem de bu organların üyelerinin belirlenmesinde cumhurbaşkanı ve partisinin eline büyük bir güç verilmiştir. O heyetlerdeki kişiler çok büyük oranda cumhurbaşkanının iradesi ve seçimiyle oraya gelmiş ve ona türlü bağlarla bağımlı kişiler oluyorlar. Öte yandan Erdoğan diğer birçok kurum ve kurulda olduğu gibi yüksek yargı alanında da, görev alabilecek kişilerin niteliği ile ilgili kanunlarla konmuş şartları yine kararnamelerle bozarak, kâğıt üstünde bile yeterli niteliklere sahip olmayan, ama kendine sadık kişileri oralara atama gücüne sahip hale gelmiştir.

Faşist rejimin son düzenlemeleriyle birlikte ortaya çıkan devlet tablosunun belirleyici bir özelliği neredeyse tüm devlet kurumlarının dolaysız biçimde tek bir noktaya bağlanmasıdır. Güç, yasama ve yargının aleyhine yürütmede yoğunlaştığı gibi, yürütme de hem fiili hem anayasal olarak tek bir kişinin eline verilmiştir. Önceki anayasal yapılanmada yürütme anayasal olarak kolektif bir organ, bir heyet olan Bakanlar Kurulu’na verilmişti. Yani onu oluşturan tüm bakanlar sorumlu idi. Şimdi yürütme yetkisi de facto olmanın ötesinde anayasal olarak da tümüyle tek bir kişi olan cumhurbaşkanındadır. Burada bakan olarak anılanlar tek tek ya da toplu olarak yürütme gücüne ve sorumluluğa sahip değillerdir. Bakan sıfatını taşıyanlar aslında cumhurbaşkanının ilgili konulardaki sekreterleri konumundadırlar. Nitekim ABD’de bunlara sekreter denmektedir, ama orada bu sekreterler bile Senato onayına tabidir. Türkiye’deki mevcut yapılanmada ise bakanların konumlarının tek anayasal dayanağı cumhurbaşkanının kendisidir. Aslında “kabine”ye alınan unsurların genel olarak niteliğine bakıldığında da, bunların arasında siyasi kişiliklerin sayısının hayli azaltılmış olduğu hemen göze çarpmaktadır.

Cumhurbaşkanının yokluğunda ülkeyi yönetme yetkisine sahip kişi şeklen bile olsa seçilmemiş birisidir. Sonuçta seçimleri ve sandığı sık sık halk onayı ve rızasının nihai ölçüsü ve kanıtı olarak sunan Erdoğan, burada sandık ve seçilmişlik demagojilerine dahi itibar etme gereği duymamıştır. Ülke insanının hiç tanımadığı bir perde arkası teknokrat ülkenin ikinci en önemli koltuğuna şıp diye oturtulmuştur. Erdoğan ol demiştir ve olmuştur! Bu kişinin kendi adına siyasi olarak sermayesinin ya da onu bir tanınmışlığa sahip kılacak kamuoyuna mal olmuş siyasi kariyerinin olmaması manidardır. Bunun özel olarak gözetildiği anlaşılmaktadır. Faşist şef, yokluğunda arkasında siyasi potansiyele sahip bir yetkili bırakma riskini almamaktadır. Farklı yönleri olsa da, Davutoğlu’nun başbakanlığı döneminde yaşanan sorunlar yine de bu tür konularda ne gibi “sakıncaların” doğabileceğini ortaya koymuştur. Şef hiçbir şeyi riske atmak istememekte, tüm ipleri mutlak surette kendi elinde tutmaktadır. Kendisi dışında hiçbir figürün sahnede rol çalmasına imkân vermemeyi katı biçimde gözetmektedir. Balık av sezonunun açılışı bile onun eliyle olmak zorundadır…

Cumhurbaşkanı yardımcısındakine benzer bir durum kabinenin geneli için de geçerlidir. Faşist reis, az çok bağımsız siyasi bir kişiliği olan kimseyi kabinede istememekte, herkesin sadece onun emirlerinin hevesli ve hızlı uygulayıcısı olmasını sağlamaya çalışmaktadır. Kimsenin ona “ama” demesini istememektedir. Bakanlardan birkaçı doğrudan aileden ya da yakın aile çevresinden, birkaçı doğrudan piyasanın içindeki yandaş sermayedarlardan, diğer birkaçı da bürokrat ve teknokratlardan oluşmakta, geriye doğrudan siyasetçi denebilecek sadece birkaç kişi kalmaktadır. Bu son grup da zaten Erdoğan’a mutlak sadakatle karakterize olan bendelerden oluşmaktadır. Bu yöndeki evrim zaten son yıllarda güçlenmekteydi, ama bu son haliyle süreç zirveye çıkmıştır. Örneğin ekonomide uluslararası kapitalizmin ve TÜSİAD gibi büyük sermaye örgütlerinin yeğledikleri bir isim olan Mehmet Şimşek Erdoğan’la ekonomi politikaları konusunda ters düşebiliyordu, ama artık bu mesele tasfiye yoluyla çözülmüştür.

Bu şevkle işe başlayan Erdoğan, milyon türlü girdisi çıktısı olan koca devlet aygıtının en kılcal uzantılarını dahi adeta doğrudan kendisine bağlamıştır. Ülkede tüm ipler faşist reisin eline verilmiştir. Birkaç gün içinde çıkarılan kararnamelerle devlette tepeden tırnağa tüm atamalar cumhurbaşkanlığı onayına tabi kılındı. Birçok kurumun kuruluş yasaları bile ihlal edilerek bunların tüm faaliyetleri ve hatta kaldırılmaları yetkisi cumhurbaşkanlığına verildi. Mahalle muhtarlığı oluşturma ve kaldırmadan tutun, Devlet Tiyatroları’na kadar akla gelebilecek tüm kurumların, bırakın yeniden organize edilmesini, varlıkları ve yoklukları bile cumhurbaşkanının iki dudağı arasına yerleştirildi. İşçi sınıfını çok daha doğrudan ilgilendiren birkaç noktayı örnek olarak zikredebiliriz. Asgari Ücret Tespit Komisyonu bile Cumhurbaşkanına bağlanmış, yine onun emrindeki Devlet Denetleme Kurulu’na sendikalar ve meslek örgütlerine müdahil olma bakımından çok daha güçlü yetkiler verilmiştir. Öte yandan rejim bir yandan sendikaları ablukaya alarak, diğer koldan din ve tarikat yapılanmalarıyla sızarak, bir başka koldan da işçiyi aile yapılanması içine hapsederek, sınıfa dönük korporatist bir saldırı yürütmektedir. Çalışma bakanlığının Aile, Çalışma ve Sosyal Hizmet bakanlığı haline getirilmesi, daha önceki yazılarımızda da ele aldığımız gibi bu korporatist girişimi sergilemektedir.

Gücün tek bir kişinin elinde toplanmasının rejim açısından aynı zamanda bir zayıf nokta olduğunu da gözden kaçırmamak gerekiyor. Erdoğan, faşist rejimini Türkiye sermayesinin bir konsensüsü üzerine kurmuş değildir. Öte yandan Türkiye bir büyük emperyalist güç olmayıp, uluslararası planda büyük emperyalist güçlerin etkileri karşısında önemli kırılganlıklar taşımaktadır. Uluslararası sermaye ile ciddi ölçüde bütünleşmiş olan büyük sermayenin önemli bir bölümü de Erdoğan’ı tasvip etmemekte, yalnızca ona katlanmaktadır. Bu genel şartlar altında rejimin biricik kilit taşının Erdoğan olması önemli bir kırılganlıktır. Hastalanması ya da ölmesi halinde rejimin bütünlüğünü koruyacak bir unsur bulunmamaktadır. Geride Erdoğan’a benzer ölçüde otorite kurabilecek bir politik figür yoktur. O nedenle böylesi durumlarda tarihte görüldüğü gibi, diktatör öldüğünde ya da aktif siyaset yürütme gücünü yitirdiğinde rejim de çökmekte ya da çözülme sürecine girmektedir. Portekiz’de Salazar, ölmeden 2 yıl önce felç geçirdiğinde yetkileri elinden alınmış ama sonra bilinci açıldığında bu kendisinden ölene dek saklanmıştı. O süre zarfında hâlâ kendisinin yönettiğini sanıyordu. Orada yine de güçlü bir figür olan Caetano direksiyona geçse de, çok geçmeden rejimin çözülüş süreci başlamış ve birkaç yıl sonra rejim kitlelerin de katıldığı bir politik devrimle yıkılmıştı. Son birkaç yıldır Türkiye’de yaşanan faşistleşme sürecine ve faşist rejime sıkça Yeni Türkiye dendiği düşünüldüğünde, Salazar’ın başını çektiği faşist rejime “Estado Novo” yani “Yeni Devlet” dediğini ve keza Salazar altında da Portekiz’de göstermelik bir parlamento ve seçimlerin olduğunu hatırlamamak elde değildir. Dahası da var. Salazar hakkında anılar yazanlar onun kendisini “ulusun rehberi” olarak gördüğünü ve “birçok şeyi ondan başka yapabilecek kimse olmadığını” ifade ettiğini, giderek çevresindeki çok daha az insana güvenir hale geldiğini aktarıyorlar.

Keyfilik

Erdoğan şefliğindeki faşist rejimin önemli özelliği olarak keyfiliği vurgulamak gerekir. Zaten genel olarak her şeyin tek bir adamın elinde toplandığı bir rejimde bu, mutlak zorunluluk olmasa da, çoğu durumda olağan bir sonuçtur. İşin doğrusu Erdoğan’ın yönetim tarzında bu keyfilik her zaman vardı ve otoriterleşme sürecinin başladığı andan itibaren ciddi bir tırmanış gösteriyordu. Ama yeni devlet düzenlemeleriyle bu keyfilik artık çok daha net ve kapsamlı bir yasal zemin kazanmıştır.

Keyfiliğin en önemli unsuru hiç kuşkusuz ülkenin son iki yıldır hiçbir denetime tabi olmayan KHK’larla yönetilmiş ve şimdi de asıl olarak cumhurbaşkanlığı kararnameleriyle yönetiliyor olmasıdır. Erdoğan canının istediği konuda kararname çıkarabilmekte, emir kulları sayesinde bunları hızla hayata geçirebilmektedir. Denebilir ki, anayasadaki düzenlemeye göre cumhurbaşkanlığı kararnamelerinin kapsam ve konuları sınırlandırılmıştır. Ancak KHK’lar pratiği de açıkça göstermektedir ki, bunların anayasal ve yasal hükümlere uygunluğunu denetleyebilecek bir kurum ya da irade kalmamıştır. Ne meclis ne Anayasa Mahkemesi ne de diğer yüksek yargı organları. Bir halk basıncı oluşmasına yol açabilecek medya alanı da aşağı yukarı mutlak bir abluka altındadır. Söz konusu kararnamelerin birçoğu birçok yönden yürürlükteki anayasaya aykırı olduğu halde bunlar bir engele takılmaksızın yürürlüğe girmiş ve ülke hayatını baştan aşağı değiştirmiştir.

Hitler de 1933’te iktidara gelmesinden kısa bir süre sonra tezgâhladığı Reichstag Yangını provokasyonuyla parlamentoyu devre dışı bırakan meşum Yetki Yasası’nı çıkarmış ve buna dayanan bir kararname yönetimini başlatmıştı. Kısa sürede cumhurbaşkanlığı makamını da lağveden ve parlamentoyu sadece Nazilerin olduğu bir lastik mühür ofisine çeviren Hitler, yönetimin tek odağı olarak “Führer”lik makamını getirmiş ve bu temelde büyük oranda keyfi bir yönetim kurmuştu. Sadece Nazilerin sıralarını doldurduğu ve bir alkış seremonisini geçmeyen parlamento toplantıları bile 1942’de son toplantıya kadar 9 yıl boyunca topu topu 20 kez yapılmıştır. Diğer yandan Yetki Yasası’ndan doğan olağanüstü yetkiler kâğıt üstünde kabineye verildiği halde, 1934’ten sonra kabine toplantılarının sayısı hayli azaldı, hatta 1938’den sonra tam mevcutla hiç toplanamadı. Kabine demek Hitler demekti ve tüm olağanüstü yetkiler gerçekte ona verilmiş yetkilerdi. Bu yetkilerin bile sınırlarına aldırış etmeyen Hitler, gerçekte bir devletler (eyaletler) birliği olan Almanya’da eyalet yapılanmasını lağvetmesi örneğinde olduğu gibi, anayasayı paspas etmekte sorun görmemiştir. Birçok önemli emri sadece sözlü olarak kişisel sekreterine ya da üst düzey Nazi yetkililerine bildiriyor, yazılı emir vermekten imtina ediyor, bu arada kendi altındakilerin de birbirleriyle rekabet etmesini sinsice teşvik ediyordu. Etrafındakiler notlar alıyor ve ülke hayatındaki birçok önemli değişiklik bu notlar temelinde gerçekleşiyordu. Hitler vakası modern kapitalizm tarihinde belki de en uç örneklerden biri olsa da, denetimsiz kişi diktatörlüklerinin keyfiliğinin niteliği ve ulaşabileceği boyutlar hakkında fikir vermektedir. “Führer Yardımcılığı” (Vekilliği) makamına getirdiği Rudolf Hess’i, İngiltere’yle gizlice barış anlaşması yapmaya gitmesi nedeniyle hain ilan eden Hitler, artan güvensizliği nedeniyle iki gün sonra bu makamı da lağvetmiştir.

Erdoğan şefliğindeki faşist rejimde de reise sadakat ve itaat tek esas ölçü haline getirilmiştir. Normalde ciddi tepkilere yol açabilecek şekilde bakanların ve diğer yüksek düzey Saray personelinin aile ve yakın efrattan seçilmesi, dahası kimi bakanlık koltuklarına doğrudan ilgili sektörlerden yandaş şirket sahipleri ve müdürlerinin getirilmesi, keyfiliğin belirtilerinden birini oluşturmaktadır. Bu hususlar sorgulanamamakta, devlet mekanizması içinde herhangi bir denetim olanağı bulunmamaktadır. Sultan irade buyurmakta, kapıkulları da itaat etmektedir. Sahip olduğu büyük hareket serbestisi temelinde Erdoğan devleti pek güzel bir aile şirketi gibi yönetmektedir. Çark büyük oranda Erdoğan’ın lütfuyla dönmektedir. Lütfe mazhar olmak isteyenler Erdoğan’a yanaşmaya, ona kapılanmaya çalışmaktadır. Erdoğancı gidişe sinik bir tarzda da olsa direnen TÜSİAD sermayesinin uzun dönem sembolü konumundaki o koca Sabancı Holding’in başındaki Güler Sabancı’nın bile sergilediği tutum acıklıdır. Erdoğan, tüm kurum, kural, kaidelerin üzerinden aşarak şekvacıların sorunlarını çözüm yoluna koyabilmektedir çünkü. Lütfetmediğinde ise tam tersi, hiçbir kural kaide işlememekte, sonuç alınamamaktadır. Esnafından sendikacısına kadar birçok kesimden insan kamuoyuna seslenme fırsatı yakaladığında “cumhurbaşkanına” seslenmek istemekte, onun sorunu çözeceğine inanmaktadır. Erdoğan uyguladığı yönetim tarzıyla bir yönüyle bilinçli olarak bunu beslemekte, kendisini ulusun babası konumuna getirmek istemektedir.

Elbette böylesine keyfiliğin yürütülebilmesi için gerekli şartlardan birisi devlette temizlik ve yaygın kadrolaşmadır. Erdoğan bu yolda büyük adımlar atmıştır ve bu süreç halen devam etmektedir. O yüzden sözümona verimli olacağı savıyla pazarlanan tek adam yönetiminin gerçekte işin niteliğine pek uygun olmayan kadrolar eliyle hayli karmaşaya yol açması kaçınılmazdır. Bunun örnekleri şimdiden görülmeye başlanmıştır. Bugün burjuvazinin çeşitli kesimlerinin “liyakat” konusundaki yakınmaları boşuna değildir. Gerçekten de bu bakımdan tüm toplumsal hayatı etkileyen ciddi bir erozyon yaşanmakta, örneğin kamu hizmetlerinin niteliği belirgin biçimde düşmektedir.

Yeni kararnamelerle cumhurbaşkanına tüm denetim ve Ticaret Kanunu kurallarından muaf anonim şirket kurma yetkisinin verilmesinden tutun, SGK’nın Sayıştay denetiminden çıkarılmasına, İşsizlik Fonunun genel tek hazine hesabına dâhil edilmesine, kamu ihale yasasının sistematik biçimde paçavraya çevrilmesine kadar daha nice düzenleme ve yaklaşım Erdoğan’ın olağanüstü düzeyde bir keyfilikle hareket ettiğini ve bu yolda devam etmeye kararlı olduğunu göstermektedir.

Ağır bir ekonomik krize yuvarlanmakta olan Türkiye’de aşırı tekelleşmiş güç ve keyfi yönetim işçi sınıfının sorunlarını daha da ağırlaştırıcı yönde etki edecektir. İşsizlik Fonunun sermaye tarafından yağmalanması doğrultusundaki yeni adımlar bunun somut bir ipucunu vermektedir. Bu ve benzeri düzenlemeler ile önümüzdeki günlerde gündeme gelecek tedbirler, ekonomik krizden sermayenin mümkün en az hasarla kurtarılması için yükün işçi-emekçi kitlelerin sırtına yıkılması çabasını somutlayacaktır. Son 10-15 yıldır izlenen politikalarla semirtilen sermaye gruplarının kurtarılması demek, bunların borçlarının öncelikle kamu bankaları üzerinden devletleştirilmeleri demektir ki, bu da yükün işçi-emekçilerin sırtına yıkılması demektir. Devlette tasarruf yapılacak söylemi sermayenin çıkarları söz konusu olduğunda yalandır, ama işçi-emekçiler açısından doğrudur. Tasarruf dedikleri, sosyal hakların gerektirdiği kamu harcamalarında yapılacak tasarruflardır. Yani, ayyuka çıkan zamlarla, yakında gündeme gelebilecek kitlesel işten çıkarmalarla, yoksullaşma, borç-icra sorunlarıyla beli bükülecek işçi-emekçi kitleler, bunların yanı sıra sosyal güvenceleri ve vergiler cephesinden de darbeye maruz kalacaklardır.

Faşist rejim buna itirazı bastırmak için elinden geleni yapacaktır. Bunun anlamı baskının daha da artmasıdır. Kaldırma kisvesi altında süreklileştirilen OHAL’in işlevlerinden birisi bu olacaktır. İşçi tepkisi birlik-beraberlik ve terör demagojisiyle boğulmaya çalışılacaktır. Önümüzdeki dönemde tüm saldırılara karşı sınıfın bilinçlendirilmesi ve mücadeleye hazırlanması çabası önem taşımaktadır. İşçi sınıfının somut sorunları gitgide ağırlaşmaktadır ve bu durum tartışmaları kısır mecralardan uzaklaştırarak gerçek sorunlara odaklamak açısından avantaj sunmaktadır. Rejim her ne kadar ekonomik savaş benzeri milliyetçi demagojiler üzerinden propaganda yürütse de, sorunların yakıcılığı birçok işçiyi sınıf devrimcilerine kulak vermeye daha eğilimli hale getirecektir. Ekonomik sorunlar üzerinden başlayacak mücadeleler rejimin karakteri konusunda aydınlatıcı olabilecektir.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Devletin Yeniden Yapılandırılması ve Faşizm, 4 Eylül 2018, https://enternasyonalizm.org/node/217

published on 11 September 2018