Türkiye tarihinin en büyük ekonomik krizlerinden biriyle karşı karşıyayken Erdoğan rejimi yalan çarklarını kesintisiz işleterek kitlelerin gerçekleri kavramasını engellemeye çalışıyor. On altı yıl boyunca kendi beka sorununu ülkenin, devletin ve hatta İslamın beka sorunu olarak yansıtan, emekçi kitlelerin önemli bir bölümünü kaos ve kriz tehdidiyle sindirip peşine takan iktidar yine aynı yönteme baş vuruyor. Türkiye’ye çok yönlü bir savaş açıldığını ve ekonomik savaşın da bunun parçası olduğunu savunarak halkı iktidarın arkasında kenetlenmeye çağırıyor. Bu arada uzak tarihin görkemli yükseliş dönemlerine ve “ulu hakanlarına” atıflarla dolu bir hamasetle milliyetçiliği şaha kaldırmayı da ihmal etmiyor.
Erdoğan’ın yöntemi, tüm olumsuzlukları “algı operasyonu” olarak niteleyerek inkâr etmeyi ya da sorumluluğu başkalarının üstüne yıkmayı esas alan dört başı mamur bir algı operasyonuna dayanıyor. Burada en önemli rolü elbette rejimin borazanı haline getirilen burjuva medya oynuyor.[1] Saray medyasına bakacak olursak “üçüncü sayfa” haberleri dışında hiçbir sıkıntımız bulunmamaktadır ve onlar da keyfe keder kabilindendir. Ekonomik kriz yoktur, olan şey dış düşmanların ve bunların içerideki uzantılarının saldırılarından ve yaratılan yanlış bir algıdan ibarettir! 24 Haziran seçimleri öncesinde “Siz kur üzerindeki oyunlara bakmayın, seçimden sonra bunlarla hesaplaşacağız. Kur silahını aldığımız ve alacağımız tedbirlerle etkisiz hale getireceğiz” diyen Erdoğan, tam tekmil diktatörlük yetkilerini kuşanmasına rağmen, ne bu “hesaplaşma”yı gerçekleştirebilmiş, ne de kur silahını etkisiz hale getirebilmiştir. TL dolar karşısında seçim öncesine göre yüzde 30’dan fazla değer yitirmesine, emekçilerin gelirleri enflasyon karşısında eriyip gitmesine, işsizlik en yakıcı sorun olmaya devam etmesine, tarım ve hayvancılığın çökmesinin çiftçiye iflas, halka sürekli artan gıda fiyatları olarak yansımasına rağmen, rejimin şefi yalanda ısrara dayanan faşist propagandayı kesintisiz devam ettirmektedir: “Elhamdülillah turizmde patladık. İstihdam gayet iyi. Tarım, hayvancılık evelallah. İyiyiz, daha da iyi olacağız…”
Erdoğan faşizmi kitlelerin algılarını bozarak onları rejimin çıkarları doğrultusunda resmedilen kurmaca bir dünyaya hapsetmeye çalışıyor. Bir yandan düşmanlar tarafından kuşatılmışlık eşliğindeki bir mazlumiyet ve masumiyet teması öne çıkarılırken, beri yandan da “Reis liderliğindeki Türkiye” önünde kimsenin duramayacağı bir güç abidesi olarak yansıtılıyor. Geçmişe yönelik efsanelerle geleceğe yönelik fanteziler iç içe geçirilip, diktatör “kurtarıcı” ve “yeni kurucu” baba olarak pazarlanıyor. Devleti ele geçirip rejimi dönüştüren Erdoğan, Kemalizmin mitlerini yıkarken kendi mitlerini tedavüle sokup bunu bir kenetlenme unsuru olarak kullanmaya çalışıyor. Rejimin gelecek tahayyülü ise “yedi düvele hükmeden” Osmanlı’nın modernize edilip canlandırılmasına dayandırılan hayallerle süsleniyor.
Kitleleri peşine takarken dillendirdiği ekonomik, sosyal, siyasal vaatlerin hiçbirini yerine getiremeyen, hatta tüm bu açılardan durumu daha da içinden çıkılmaz hale getiren Erdoğan, bu nedenle uzunca bir süredir, kronikleşen sorunlara çözüm babındaki somut vaatler yerine soyut “büyük hedefler”le duygulara seslenme yöntemine geçmiştir. Bu yöntem, hamasi bir hitabetle kitleleri yanılsamaya sürükleyerek kendi etrafında seferber etmeye odaklanmıştır.
2011’den itibaren çeşitli otoriterleşme aşamalarından geçerek nihayetinde faşist bir nitelik kazanan Erdoğan rejimi, tüm algıları bozulmuş fanatik bir kitle tabanına sahiptir. Bilindiği gibi AKP siyasal ve sınıfsal açıdan son derece heterojen bir yapıya ve dolayısıyla bir o kadar da farklı beklentilere sahip olan toplum kesimlerinin desteğini alarak iktidara gelmişti: Neo-liberal dönüşümlerin hızlandırılarak önlerinin açılmasını isteyen tekelci sermaye kesimleri; çalışma ve yaşam koşullarının iyileşmesini uman işçi ve emekçiler; inançları doğrultusunda yaşamalarının önündeki engellerin kaldırılmasını bekleyen mütedeyyin halk kesimleri; iktidardan nasiplenmeyi amaçlayan İslamcılar; demokrasinin gelişmesini uman liberaller; demokratik taleplerinin karşılanmasını bekleyen Kürtler, ayrımcılığa uğramaktan kurtulacaklarını sanan çeşitli azınlık kesimleri vb. Ne var ki AKP iktidarı beklentileri karşılamaktan uzaklaştıkça bu çeşitlilik giderek azalmış ve faşizme geçişle birlikte siyasi duruş olarak çok daha homojen bir taban ortaya çıkmıştır. Bu aynı zamanda rejimin bizzat tepeden körüklediği fanatizmin de bu tabanda büyük oranda karşılık bulabilmesini sağlamaktadır.
İktidarının bekası için kendine sorgusuz sualsiz itaat eden bir tabana ihtiyaç duyan Erdoğan, yıllar içinde din ve milliyetçilikle yoğurup şekillendirdiği bu tabanın fanatizminden alabildiğine faydalanmaktadır. Kendisi dışındakileri küçümseme, düşman sayma, karşıt görüşlerle diyalogdan kaçınmayla malûl bu fanatizm, sığ bir bakış açısıyla da birleştiğinde, muktedirler için bulunmaz bir nimet haline gelmektedir. Yılların ezilmişliğinden Erdoğan ve AKP iktidarı sayesinde kurtulduklarına inandırılan bu taban, “Reis”ini de neredeyse ilahlaştırmaktadır. Durum bu olunca, “Reis”e yönelik en basit eleştiriye bile tahammül gösterilmemekte, eleştiri yöneltenlere düşman gözüyle bakılmaktadır.
Faşizmin sivil tabanını oluşturan kitle gelinen noktada oransal olarak çoğunluğu teşkil etmiyor. Ne var ki faşizm çoğunluğun onayından aldığı meşruiyetle varlığını sürdüren bir rejim olmadığı gibi, bu çıplak diktatörlüğün çoğunluğu ikna etmek gibi bir zorunluluğu da yoktur. Onun için asıl olan, muhalefetin çeşitli baskı ve pasifikasyon[2] yöntemleriyle etkisiz hale getirilmesi ve destekçi tabanın sarsılmaz bir kenetlenmişlik ve itaat halinde tutulabilmesidir. Erdoğan faşizminin bu noktada Nazilerin propaganda tekniklerini ve genel yaklaşımlarını ayrıntılı bir şekilde etüt ettiği ve kullandığı görülüyor.
Almanya’da faşist rejim, hedefine zorbalığın yanı sıra kesintisiz bir psikolojik savaş yürüterek ulaşmıştı. Bu psikolojik savaşın temel aracı ise faşist propaganda idi. Hitler, faşist propagandanın asıl hedef kitlesinin “az tahsil görmüş halk yığınları” olduğunu söylüyor, bu propagandanın dayandığı ilkeleri ise şöyle özetliyordu:
“Propagandanın vazifesi fertleri tek tek ilmî bilgi sahibi yapmak değil, kitlelerin dikkatini vakıalar üzerine, belli olaylar ve zaruretler üzerine çekmektir … Her zaman duygulara, pek az da akıla hitap etmelidir … Kitlelerin temsil melekesi sınırlıdır, anlayışı kıt, hafızası ise çok zayıftır. Etkili olacak her propaganda pek az noktalar ihtiva etmeli, kavrayış kabiliyetinde sonuncu olanların bile anlayabilmesi ve fikir edinebilmesi için, belli kalıplar içinde mümkün olduğu kadar uzun zaman devam etmelidir … Halkın büyük çoğunluğu hisleriyle hareket eder. Hisleriyle edindiği intiba, komplike değil çok basit ve sınırlıdır, birtakım nüanslar yoktur… Propaganda kitleyi ele geçirmeye çalışmalıdır. Fakat kitle ağırdır, bir fikri kavrayabilmesi için zamana ihtiyacı vardır ve en basit bilgileri ancak bin defa tekrarladıktan sonra hafızasına yerleştirebilir. Propaganda az şey söylemeli, hiç bıkmadan ve durmadan aynı sözler tekrarlanmalıdır.”
Hitler’in Kavgam’da kendi keşfiymiş gibi savunduğu bu propaganda taktikleri, aslında çeşitli ideologlardan apartılmaydı. 1890’larda kitle psikolojisi hakkındaki tezlerinden yola çıkarak egemenlere propaganda taktikleri veren ve kitleleri “cahil, aptal, güdülmeye hazır sürüler” olarak değerlendiren Fransız sosyolog Gustave le Bon da belli ki Nazileri epeyce etkilemişti. Ortaya atılan iddianın yalan da olsa biteviye tekrarlanması halinde kitleler tarafından gerçek ve doğruymuş gibi algılanabildiğine dikkat çeken le Bon, kitlelere fikirlerin benimsetilmesi konusunda “iddia” ve “tekrar”ın rolüne şöyle değinmekteydi:
“Her türlü kontrolden, her nevi ispattan uzak, saf ve sade iddia ... Kitlelerin ruhuna bir fikri yerleştirmek için en emin araçtır... İddia ne kadar açık ve deliller ne kadar sade ve ispattan ırak olursa, yargı ve etki de o nispette büyük olur. … Bununla beraber iddianın gerçek bir etki meydana getirmesi için mümkün olduğu kadar aynı kelimelerle tekrar edilmesi gerekir. Napolyon, «biricik ciddi söz sanatı tekrardır» demiştir. İddia olunan şey tekrar edilmek şeklinde sonunda kanıtlanmış bir gerçek gibi kabul edilecek kadar ruhlara yerleşir. En aydın ruhlar üzerinde bile, etki ettiği görülünce tekrarın kitleler üzerindeki etki derecesi daha iyi anlaşılır. Şurası bir gerçektir ki, tekrar edilen şey sonunda hareketlerimizin etkenlerinin hazırlandığı bilinçaltının derin tabakalarına kadar iner, yerleşir. Birkaç zaman sonra tekrar edilen iddianın kimin tarafından ortaya atıldığını unutarak o tekrar olunan sözlere inanırız.”
Hitler faşizminin şeytani ve canice amaçları için kullandığı bu taktiklerden Türkiye’deki sivil faşist rejimin de feyiz aldığı görülmektedir. İddiaların aynı kelimelerle tekrarı, apaçık biçimde çürütülse dahi yalanların ısrarla yinelenmesi Erdoğan’ın demagojik söylevlerinin genel özelliklerinden biridir. Tekrar mevzuunda dikkat çeken rejim ideologlarından birini, İbrahim Karagül’ü de burada es geçmemek gerekir. Kendisi, Türkiye’nin tüm dünya tarafından kuşatıldığı ve yeni bir kurtuluş savaşı verdiği, bu savaşta Reis’in arkasında yer almanın ölüm-kalım meselesi olduğu yolundaki mesnetsiz iddialarını yıllardır neredeyse aynı cümlelerle yazmaktan bıkmama yeteneğine sahip istisnai şahsiyetlerdendir.
Akla değil duygulara seslenmeyi ve bunun için de demagoji ve manipülasyonu temel ekseni haline getirmeyi esas alan propaganda yöntemleri, burjuvazi tarafından emekçi kitleleri genelin çıkarına olan faydacı ve akılcı hedeflerin değil kendi sınıfsal çıkarına olan hedeflerin peşine takmak için kullanılmaktadır. Tüm burjuva partiler ve liderler bu yöntemlere başvursalar da bunun şampiyonunun faşist rejimler olduğu açıktır. Zira emekçi kitleleri yıkıcı hedeflerinin arkasına takmak için buna en fazla ihtiyaç duyanlar faşist liderlerdir. Faşist rejimler, bilinçsiz ve örgütsüz kitlelerin psikolojisini kendi ideolojileri doğrultusunda şekillendirmek üzere onun en geri yönlerini istismar ederler. Kuşkusuz bunu yaparken, söz konusu “iktidarsız” kitlede yıkıcı bir güce sahip olduğu hissini uyandırmayı da ihmal etmezler. Bunun için otoriter tonu yüksek, ateşli, ajite edici sözlerin vurucu gücünden faydalanırlar. Muhalefeti kesintisiz saldırıyla savunma durumuna hapsetmek, kötü giden hiçbir şeyin sorumluluğunu üstlenmemek ve tümünü “iç ve dış düşmanların” üzerine yıkmak, Erdoğan’ın da kullandığı faşist propagandanın vazgeçilmez diğer unsurlarındandır.
Diktatörler için hedefe ulaşmak amaçlı her yol mubahtır. İlkesizlik ve oportünizm onların temel karakteristik özelliklerindendir. Napolyon şöyle diyordu: “Vendee savaşını kendimi Katolik yaparak kazandım, kendimi Müslüman gösterdikten sonra Mısır’da yerleştim, kendimi Papa’nın nüfuzunu yaymağa taraftar göstererektir ki İtalya’da papazları elde ettim. Eğer Yahudi bir kavme hükmetseydim Süleyman’ın tapınağını yeniden kurardım.” Erdoğan’ın oportünizmi de doğrusu bunu aratmayacak kıvraklıktadır. Aynı kıvraklığı, bugün dostum dediğini yarın aynı şiddetle düşman/hain ilan ederek de gösterebilmektedir. Hollanda’nın, Almanya’nın, İsrail’in, Suudi Arabistan’ın vb. ne zaman dost ne zaman düşman olduklarını kavrayabilmek için de Erdoğan’ı an ve an takip etmek gereklidir. Kürtlerin, Alevilerin oyunu almak için sarf ettiği sözler, bulunduğu vaatler de, bugün yerlerinde yeller esmesine rağmen akıllardan silinmemiştir.
Hitler, halkın dikkatini “bir tek düşmana” yöneltmek ve onu dağıtmamak gerektiğini söylüyor ve şöyle devam ediyordu: “En çeşitli muarızları aynı kabın içinde göstermek, kendi taraftarımız olan kitleye mücadelenin bir tek düşmana karşı yapıldığı kanaatini vermek gerekir. Bu, haklı oluşumuza olan imanı kuvvetlendirir ve buna saldıranlara karşı galeyanı arttırır.” Onun bu öğütlerini bugünkü ardılları da hayata geçirmeye çalışmaktadırlar. Hitler Yahudilikle Marksizmi birleştirip tek bir düşman haline getirmişti. Erdoğan da aynı yönteme başvuruyor. “FETÖ” ile CHP’yi, HDP’yi, PKK’yi, DHKP-C’yi aynı cümleler içinde peş peşe sıralamak ve tümünü dış mihraklarla irtibatlandırmak onun günlük demeçlerinin vazgeçilmez unsurları arasında yer alıyor. “Kokteyl terör” de siyasi literatüre bu bağlamda yaptığı katkılardan birini oluşturuyor!
Le Bon’un, “seçmenleri kandırma sanatı” konusunda burjuva siyasetçilere verdiği öğütlere bakacak olursak, Erdoğan’ın “image maker”larının ve seçim kampanyalarının organizatörlerinin bunlardan da epey faydalandığını düşünmemek elde değildir:
“Seçmenler düşüncelerinin ve gururlarının beğenildiğini, okşanıldığını görmek isterler. Aday olan kimse seçmenlerini pek fazla övmeli ve en olmayacak şeyleri adamaktan çekinmemelidir. … Rakip adaya gelince, onun en rezil bir kimse olduğunu, birçok cinayetler işlediğinin herkesçe bilindiğini, iddia, tekrar ve sirayet yollarıyla ortaya koyarak seçmenler karşısında itibarını kırmalıdır. Burada ispata ve delile benzer bir şey aramaya da gerek kalmaz. Eğer rakip olan aday kitle psikolojisini iyi bilmiyorsa, kendisine karşı kullanılan iftiralara, o iftiralar oranında sözler sarfedeceği yerde, bir takım ispatlarla karşılamaya kalkarsa, o andan itibaren kazanma şansını kaybetmiş olur. Adayın yazılı programındaki vaatler kesin olmamalıdır. Çünkü karşıtları o vaatleri kendisine karşı bir silah diye kullanabilirler ve açık program da fazla mübalağalı olmamalıdır. En büyük ıslahat hiç korkmadan vaad edilebilir. O an için bu vaadler ve mübalağalar çok etki eder ve gelecek için de bir taahhüde bağlanılmış olmaz. Her zaman görülmüştür ki, seçilen kimsenin alkışlanan ve beğenilen programını nasıl gerçekleştirdiği noktası üzerinde hemen hiç bir seçmen durmaz, programı izlemez. Açıklama ve tavsif ettiğimiz bütün kandırma şekillerini burada buluruz. Kelimelerin ve formüllerin öncelikle göstermiş olduğumuz büyüleyici gücünü, nüfuzunu burada da görürüz. Kelimeleri, formülleri yerinde kullanmasını bilen bir konuşmacı, kitleleri istediği yere kadar götürür.”
Erdoğan, tabanını oluşturan kitlenin ruhunu okuma, okşama ve onu dilediği gibi şekillendirebilme becerisini göstererek bugünlere gelebilmiştir. Ama bu ruh değişmez değildir ve tüm faşist liderlerin yanılgısı onu sonsuza dek arkasına alabileceğini sanmakta yatmıştır. “Büyük bir inancın değeri tartışılmaya başlandığı gün, o inancın ölüm günüdür” diyordu le Bon. Erdoğan da bunu gayet iyi bilmekte ve fikir, söz ya da eylemlerinin tartışılmasına asla tahammül göstermemektedir. Tartışma yolu açıldığında, fanatik kitlenin imanının sarsılma potansiyeli taşıması onu bu yolu sürekli tıkalı tutmaya itmektedir. Seçim dönemlerinde bile rakipleriyle bir tek defa ortak bir tartışma programına çıkmaması da bu yüzdendir. Her türlü eleştiriyi hakaret addedip dava açan Erdoğan, bu şekilde, söylediklerinin ve yaptıklarının sorgulanmasının önünü kesmek istemektedir. Çeşitli karşılaşmalarda, bizzat AKP’ye oy vermiş emekçilerin son derece samimi ve yumuşak bir şekilde ifade ettikleri serzeniş ya da talepler (taşeron işçilerin bizi de kadroya alın talepleri, maden işçilerinin madenler kapanmasın talepleri gibi) karşısında gösterdiği aşırı tepkiler de dikkatlerden kaçmamaktadır. Tüm bunlar ona otoritesinin ve iradesinin sorgulanması, daha da ötesi kafa tutulması olarak görünmektedir.
Erdoğan faşizmi, emekçi kitlelerin örgütsüzlük koşullarında her türlü burjuva propagandanın etkisine açık olmaları olgusundan güç almaktadır. Bu durumun değişmezliğine olan inanç ve güvenle hareket etmektedir. Ama bu boş bir inanç ve güvendir. Tarih, kitleleri aldatarak, onların en geri yönlerine seslenerek iktidara gelen ve bu temellerde büyük teveccüh gören liderlerin, koşullar değişip rüzgârlar ters yönden esmeye başladığında kutsallıklarını hiç beklemedikleri bir anda yitirmelerinin sayısız örneğiyle doludur. Başarısızlık algısı bir kez yayılmaya görsün, o kitle, “reis” olarak başının üstüne çıkardığını aynı hızla yere çakmasını da bilir.
İçinden geçmekte olduğumuz dönem her türden otoriter rejimin ve faşist liderlerin önünü açarken, aynı zamanda ters dinamikleri de güçlendiren bir dönemdir. Türkiye işçi sınıfının bu döneme bilinç ve örgütlülük düzeyinin en gerilere savrulduğu bir noktada girdiği doğrudur. Ne var ki, sömürünün, baskının, zorbalığın doruğa tırmandığı bu dönemde işçi kitlelerin hoşnutsuzluğu ve huzursuzluğu da artmaya başlamıştır. Türkiye’yi kasıp kavuracağı aşikâr olan ekonomik çöküşün bunu daha da arttıracağı açıktır. Bu durum Erdoğan rejiminin önündeki en yakıcı tehdit olarak sivrilmektedir. Tam da bu noktada öncü ve devrimci işçilere tarihsel bir sorumluluk düşmektedir. Faşist rejim nasıl kara propagandayı şeytani amaçları için incelikli bir şekilde kullanmayı sanat haline getirmişse, işçi sınıfının öncü unsurları da devrimci propagandayı aynı incelikli taktiklerle kullanıp bu zalim rejimin içyüzünü teşhir etmeyi kendilerine görev bilmeliler. Burjuvazi emekçileri zehirleyip pasifize etmek için gece gündüz çalışırken, devrimci işçiler bu çabayı işçi sınıfının gözünün açılması ve kurtuluşu için harekete geçmesi amacıyla harcayacaklardır. Unutulmamalı ki bu yolda harcanan hiçbir çaba boşa gitmeyecek ve eninde sonunda kazanan devrimci işçi sınıfı olacaktır.
Enternasyonalist Komünist
[1] Yeni Akit’in 1 Eylül tarihli “özel haber”inde yer alan şu satırlar, faşist medyanın yalan ve manipülasyonda geldiği noktanın çarpıcı örneklerinden birini oluşturuyor: “Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ekonomide gerçekleştirdiği dev atılımlar neticesinde Türk Lirası’nın uluslararası ticarette doların yerini almasından endişelenen ABD ve dolar lobileri, bu ilerleyişi durdurmak için Rahip Brunson’ı bahane ederek, AK Parti iktidarıyla 16 yılda dünya ekonomisine yön veren ülkelerden biri haline gelen Türkiye’nin önünü tam olarak kesmek istedi.”
[2] Bu pasifikasyon yalnızca baskı ve zorla sağlanmaz; korku, çaresizlik hissi, iktidarın devrilmeyeceği fikrinin adım adım güçlenmesi ve nihayetinde büyüyen bu umutsuzluğun ardından sökün eden yılgınlık hali. Hitler faşizmi bunu mutlak biçimde başarmıştı. Erdoğan faşizmi henüz bu noktada değildir, ama bunu başarmak için kararlı adımlarla ilerlemektedir. Bunda birbiri ardına gelen sandık galibiyetleri de önemli bir rol oynamaktadır. Erdoğan’ın sandıktan her seferinde galibiyetle çıkması, büyük beklentilere giren muhalif kitlelerde büyük bir umutsuzluğa ve yılgınlığa yol açmaktadır.
link: Enternasyonalist Komünist, Erdoğan Rejimi ve Faşist Propaganda, 2 Eylül 2018, https://enternasyonalizm.org/node/216
Ulusalcı Değil Enternasyonalistiz
Devletin Yeniden Yapılandırılması ve Faşizm