Rejim medyasının ve sözcülerinin ağzında emekçi kitlelerin geniş bölümünü de ciddi ölçüde etkileyen propaganda temaları arasında özellikle öne çıkan bir tanesi, Türkiye’nin içinde yer aldığı bölgenin büyük küresel emperyalist güçler tarafından dizayn edilmek istendiği ve Türkiye’nin de bu planlar çerçevesinde kuşatılmaya ve bölünmeye çalışıldığını vurguluyor. Bu minvalde Türkiye’nin bir “beka”, yani bir varoluş sorunu yaşadığı vurgusu özellikle öne çıkarılıyor. Yoğun bir alarm duygusunu, bölünme korkusunu körükleyen bu propagandayla geniş emekçi yığınların gelişmeleri bütünlüklü biçimde değerlendirip hareket etmeleri engellenmeye çalışılıyor.
Kendisini tümüyle bu işe vakfetmiş olan rejimin başlıca propaganda memurlarından İbrahim Karagül neredeyse her gün bu konuyu değişik yönlerden evire çevire işlemekte, aynı temayı durmadan biteviye tekrarlamaktadır. Bu konu hakkında Karagül ne diyor diye bakıldığında uzun aramalara ihtiyaç duymaksızın herhangi bir yazısını seçmek yeterli olacaktır. Son günlerdeki yazılarından bir örnek verelim.
“ABD öncülüğündeki Batılı konsensüs, ülkemizin güneyini çepeçevre sararak ağır baskı oluşturmaya, ülkemizi içeride sıkıştırıp susturmaya çalıştı. Bölgedeki Kürt grupları Türkiye karşıtı cepheye sürmeye, Arap/İslâm dünyası ile bütün bağlarımızı koparmaya çalıştı. Fırat Kalkanı harekâtı, İdlip operasyonu, Afrin’i temizleme hesapları ve Barzani referandumuna karşı pozisyon alışın nedeni işte bu kuşatmayı yarma çabasıdır. Türkiye bunu yaparken yine bir milli mücadele vermiş, vermektedir. Güney’den yaklaşan çokuluslu saldırı dalgalarına karşı koymuş, koymaktadır. Çünkü 15 Temmuz saldırısı ile Güney’de hazırlanan cephe tek bir cephedir, Türkiye’yi çökertme, içeriye hapsetme, yeniden rehin alma girişimidir.” (29 Aralık 2017, Yenişafak)
Genel olarak rejim sözcülerinin bu tarz söylemlerinin asli bir yönü, kelimeyi her zaman kullanmasalar da emperyalizmden şikâyet etmeleri ve sözde onu hedef almalarıdır. AKP ve özellikle de Erdoğan son dönemlerde adeta bir anti-emperyalizm sembolüymüş gibi yüceltilmekte. Erdoğan bölgeyi büyük Batılı güçlere karşı ayağa kaldıran, bu bakımdan tarih yazan bir lider olarak kutsanmakta. Karagül’ün son dönem yazılarından birinin başlığı bile bu açıdan dikkat çekicidir: Tarihi peşinden sürükleyen adam, Kudüs ve Türkiye Ekseni! Bu yazısında bakın Erdoğan nasıl ele alınıyor:
“Şüphesiz Batı, Erdoğan varken, o öndeyken Türkiye’yi dizginlemenin mümkün olmadığını hep bilmiştir. Bu yüzden de saldırıların ana hedefi o olmuş, onun devrilmesi halinde Türkiye’nin teslim alınacağı, Türkiye’nin teslim olması halinde coğrafyayı ayakta tutacak hiçbir güç kalmayacağı, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra başlayan tarih dönüşünün engelleneceği hesabı yapılmıştır. Bölgede birçok ülke diz çökerken, birçok lider 21. yüzyıl için de ülkelerini rehin verirken, Atlantik eksenine sığınarak rejimlerini ve iktidar alanlarını koruma telâşına düşerken, o, meydan okumayı seçmiş, büyük yükselişin öncüsü olmayı bilmiş, siyasi tarihimizin büyük devrimcisi olarak rüzgârı arkasına almayı bilmiştir.”
Her ne kadar AKP’nin izlediği Suriye politikasının kimi yönlerine çok kızsalar da, emekçi kitlelerin AKP karşıtı kesimleri de söylemin bu yönlerinden etkilenmektedirler. Böylece, özellikle Kürt düşmanlığı zemininde aynı paydaya düşülmüş ve sözde emperyalizme karşı çıkma adına Türkiye’nin başka halkların kanı ve sömürüsüne bulaşan yayılmacı hareket tarzına destek verilmiş olunuyor. “Biz de bizi itip kakan, aşağı gören ABD’ye ve Batı’ya kafa tutmalıyız, yeter artık” diye kaba biçimde özetlenebilecek bu tutum oldukça yaygın bir tutumdur. Ve Erdoğan’ın oportünistçe dönüşleri arasında zaman zaman ABD ve Batı’ya, İsrail’e karşı yaptığı çıkışlar bu gözle görülebilmekte ve sempati uyandırabilmektedir.
İktidarın bu politikalarına karşı çıkan, kamuoyu önünde az çok bilinirliği olan burjuva ve küçük-burjuva çevreleri arasında, bu tutumların ne anlama geldiğini layığınca anlatan pek kimse yoktur. Bu tutumlar, anti-emperyalizm bir yana, gerçekte kendisine emperyalist oyun sahasında yer açmak isteyen, kendisi en azından bölgesel ölçekte bir emperyalist güç düzeyine yükselme hevesindeki bir liderin, tam da diğer emperyalistler gibi kınanması ve mücadele edilmesi gereken çizgisini somutlamaktadır. İktidarın Suriye politikaları medya üzerindeki tüm baskılara rağmen çokça eleştiri konusu olmuştur. Bu politikaların, kendi hedeflerine ulaşma anlamında başarısızlığı, yol açtığı çeşitli sorunlar ve içeride bazı tepkiler doğurması nedeniyle bu eleştiriler belirli bir zemin de bulmuştur. Ancak bu eleştiriler daha ziyade Türkiye’ye alınan Suriyeli göçmenler, Suriye’de desteklenen cihatçı çetelerin vahşeti, laik bir yönetimin devrilme çabasının yanlışlığı, politikanın hedeflerine ulaşamaması gibi noktalardan yapılan eleştiriler olmuştur. Oysa bölgede barışın, kardeşliğin ve özgürlüğün tesis edilmesi olarak genel biçimde tarif edebileceğimiz gerçek çözüm, yani geniş emekçi yığınların gerçek çıkarlarını ifade eden bir çözüm açısından, bu tür muhalefet tarzları ve argümanları en iyi halde bile meselenin özünü ıskalamaktadır.
Emekçi yığınların gerçek çıkarları açısından tutulması gereken halka, Erdoğan gibilerin yaptığının bizzat kendi tarzında bir emperyalistlik olduğunun ikna edici biçimde açıklanmasıdır. Eğer emperyalizme karşı çıkılmak isteniyorsa bunun ancak alt-emperyalizm de dahil bütün emperyalist yöneliş ve politikalara karşı olunarak samimi ve tutarlı olabileceğini anlatmak hayati önemdedir. Burada emperyalizmin ne olduğuna dair sağlam bir kavrayışın önemi elbette tartışmasızdır. Bu olmadan doğru bir anti-emperyalist tutum gösterilemez. Hatta kimi zaman anti-emperyalizm maskesi altında tam da emperyalist politikalar savunulmuş ya da buna hizmet edilmiş olur.
Emperyalist güreşte kündeye gelmek
İktidar cenahı emperyalizme (özellikle “Batı” emperyalizmine) veryansın ediyor, ama dikkat edilirse bu daha ziyade son yıllarda ortaya çıkan bir olgudur. AKP etkisindeki emekçilere anlatılmaya çalışılması gereken bir nokta burasıdır. Ne oldu da AKP ve Erdoğan sözümona anti-emperyalist kesildi? Bunun hikmeti nedir?
AKP’nin iktidarda olduğu 15 yılın yaklaşık ilk 10 yılında tümüyle başka bir söylem ve hava söz konusuydu. Batı emperyalizminin odaklarıyla her fırsatta birlikte iş tutan ve daha da tutmak için elinden geleni ardına koymayan bir iktidar pratiği hüküm sürüyordu. Erdoğan Büyük Ortadoğu Projesinin (BOP) eşbaşkanı idi ve bununla övünüyor, gurur duyuyordu. BOP’un son tahlilde Ortadoğu ve geniş çevresinin yeniden dizayn edilmesi, paylaşılması, buralardaki halkların emperyalist-kapitalist sistemin yeni düzeyde sömürüsüne tâbi tutulacak halklar olarak yeniden şekillendirilmesi anlamına gelen bir proje olduğu bilinen bir gerçektir. Emperyalist niteliği her yanından açık olan böylesi bir projenin parçası ve hatta ön saflarındaki model ülkesi olma çabası içindekilerin şimdi kalkıp anti-emperyalistlik taslaması, emsali az görülür bir riyakârlıktır.
Bölgeye barış, huzur ve refah getirme şeklinde sunulan amaçların koca birer yalan olduğu kuşkusuzdur. Erdoğan’ın başında olduğu iktidar 2003’te ABD’nin Irak’a saldırısına ortak olmak için kendini yırtmış, ama dönemin özgün bazı şartları nedeniyle bunu başaramamıştı. Başka ülkelerin, hem de komşu ülkelerin yağmasından pay almak için ağzı sulanan ve bu uğurda büyük emperyalist güçlerle halvet olanların “anti-emperyalizmi”, sahtelik sözünün yetmeyeceği sıfatları hak eder.
Erdoğan ve AKP o dönemlerde ABD ve Batı’da el üstünde tutuluyor ve İslam dünyasına model olarak pazarlanıyordu. Onları rahatsız etmek bir yana, bu emperyalist vitrinde boy göstermekten ziyadesiyle memnun ve mesut idi Erdoğan ve AKP. O zamanlar ABD ve Batı’nın bölge için emperyalist emeller güttüğü bilinmiyor muydu? Elbette biliniyordu ve dert tümüyle, bölge halklarının kanı, canı ve emeğinin yağması pahasına, bu emperyalist projelerden mümkün olduğunca büyük bir pay almak, bu projelerde mümkün olduğunca büyük rol kapmaktı.
SSCB’nin çöküşünden sonra bir boşluk ve dolayısıyla “fırsatlar” doğmuştu ve yeni iktidar doğan boşluklardan kendi emperyalist hevesleri doğrultusunda yararlanmak istiyordu. Kısmen, boşluk doğan bölgenin, kısmen de emperyalizm tarafından yeniden şekillendirilmek istenen bölgenin İslam dünyasının parçası olması, yeni iktidar tarafından özel bir avantaj olarak görülüyordu. İslamcı köklerden gelen yeni iktidar, bu nedenle emperyalizmin İslam dünyası için, zaman zaman “ılımlı İslam” olarak da sunduğu model ülke olmakta beis görmedi.
Ancak ellerin şevkle ovuşturulduğu o günler geride kaldı. Evdeki hesap çarşıya uymadı ve süreç içinde ortaya çıkan çatlaklar giderek büyüdü. Problemin özü AKP ve Erdoğan’ın büyük emperyalist güçlerin öngördüğünden daha fazlasını istemesi ve kendi akıllarınca ABD’ye İslami “avantajları” temelinde iş öğretmeye kalkışmalarındaydı (“İslam dünyasını biz iyi biliriz, iyi ilişkilerimiz var, oralar bizden sorulur”). Yani işin özü, bugün anti-emperyalistlik taslayanların gerçekte emperyalistçe bir hırsa kapılmış olmalarıydı. Küresel ölçekte doğan manevra alanının, ABD’ye kendi “ölçüsüz” isteklerini kabul ettirebilecekleri kadar geniş olduğu zehabına kapılmışlardı. Arap halklarının isyan dalgası öncesinde İran’a ve Suriye’ye karşı emperyalist baskı ve kuşatma politikalarını yumuşatmak için yapılanlarda olduğu gibi, çeşitli dönemeç noktalarında “inisiyatif” alıp, oldubitti yaratarak bunu ABD’ye kabul ettirme girişimleri oldu.
Aslında yapılan tüm dönüşlere, oportünistçe manevralara, bir gün önce düşman dediğini dostum diye kucaklamaya (ya da tersi) götüren hızlı ittifak değişikliklerine, tüm fiyasko ve çuvallamalara, uluslararası alanda yaşanan tüm sıkışmaya rağmen, Erdoğan ve AKP bu emperyalist özlü politik çizgisinden vazgeçmiş değildir. Karagül bugün bile bunu gayet net ifade etmektedir:
“Türkiye, hiç bir şekilde iddialarından vazgeçmeyecek, kavga ne kadar büyürse büyüsün geri çekilmeyecektir. İçeride bir «Türkiye ekseni», dışarıda bir «Merkez ülke» ana hedefimizdir. Bu hedefe doğru güçlü adımlarla, büyük iddialarla yürümeye devam edeceğiz. İçeride çatışma alanlarını daraltarak, bölgede gerilimleri ve krizleri yumuşatarak devam edeceğiz. Unutmayın, tarih dönmüştür ve bu, yüzyıllarca böyle devam edecektir. O zaman herkes kendi alanında bu mücadeleye omuz vermek zorundadır. Bu, bizim geçmişimize ve geleceğimize borcumuzdur.” (Tarihi Peşinden Sürükleyen Adam…)
Tam da bu çerçevede, emekçi yığınlara bir Osmanlı propagandası yapılmaktadır. Pespaye televizyon dizilerine varıncaya kadar popüler kültür alanı özellikle ön planda olmak üzere dört bir koldan neo-Osmanlıcı bir gündem oluşturulmaya çalışılmaktadır. Karagül’ün yukarıdaki satırlarının sonundaki “geçmişimize borcumuz” ifadesinde hiç kuşkusuz Osmanlı özellikle ima edilmektedir. Nitekim aynı Karagül, “Erdoğan, (…) Selçuklu-Osmanlı tarihini ve iddialarını bugüne taşımış, küresel iktidar alanının yeniden biçimlendiği bir dönemde 21. yüzyılın iddialarının temsilcisi olmuştur” demektedir.
Osmanlı’nın ecdat olarak emekçi yığınlara benimsetilmesi burada temel bir noktadır. Emekçi kitlelerin Osmanlı İmparatorluğunun tepesindeki sömürücü ve baskıcı hanedanla ne gibi bir ilintisi olduğu bu bahiste elbette pek kurcalanmamaktadır. Bu topraklarda ve komşu coğrafyalardaki emekçi halkların ecdadı Osmanlı’nın sömürüsü ve zulmüne maruz kalmış o dönemin emekçileriydi hiç kuşkusuz. O emekçiler ki vaktiyle sayısız halk edebiyatı ürününde de yansıttığı üzere Osmanlı’ya hiç de sevgiyle bakmıyorlardı. “Şalvarı şaltak Osmanlı / Eğeri kaltak Osmanlı / Ekende yok biçende yok / Yiyende ortak Osmanlı” diyenler bizim emekçi ecdadımızdı. Bugünkü Türk-İslamcı faşist iktidarın çok sahipleniyor göründüğü Arap halklarının da Osmanlı’yı pek iyi gözlerle görmediği, son günlerde Arap dünyasından yapılan çıkışlarda da ortaya serilmiştir. Arap halkları Osmanlı’yı kendi üzerlerinde sömürgeci bir güç olarak görüyorlardı. İşte buradaki temel sınıf ayrımını emekçilerin bilinçlerine çıkarmak sınıf devrimcilerinin propaganda ve ajitasyon çalışmasının özgül yanlarından biridir.
Kimin “beka” sorunu?
Elbette emekçilerin kafasındaki geçerli ve anlamlı bir soru varlığını sürdürecektir. Bugünün dünyasında bölgeyi ve aynı zamanda Türkiye’yi de hedef alan emperyalist planlar/hesaplar yok mudur? Bu propaganda tümüyle mesnetsiz midir? Hayır değildir. Egemen sınıfların birçok ideolojik propaganda temasında olduğu gibi, burada da yüzde yüz bir yalan ya da kandırmaca söz konusu olmayıp, gerçeğin sadece belirli bir yönünün göze sokulması biçiminde bir çarpıtma söz konusudur. Bu çarpıtma tekniğinde, belirli bir yön, ya da yönler, gerçeğin tamamı ya da tek esasıymış gibi sunulur. Mevcut rejimin egemenleri olsun, daha önce hâkim pozisyonda olan statükocu Kemalist burjuva kesimler olsun, bu tür savları kendi hâkimiyetlerini pekiştirmek, eleştiriyi ve muhalefeti ulusal birlik ihtiyacı vurgusu temelinde susturmak için kullandılar. Ama bu böyledir diye, bu savlar tümüyle mesnetsizdir diyemeyiz.
Yaşadığımız dünya devrimci Marksizmin daha Yirminci yüzyılın başlarında açık seçik biçimde tarif ettiği gibi kapitalizmin emperyalizm aşamasına geçmiş olduğu bir dünyadır. Çağımız emperyalizm çağıdır. Emperyalizm, temelinde mali sermaye biçiminin öne çıktığı tekellerin hâkim olduğu kapitalizm aşamasıdır. Bu aşamada emperyalist güçlerin tepede yer aldığı bir hiyerarşi piramidi vardır. Dünyanın ekonomik olarak öncesine göre çok daha derin biçimde entegre olduğu bu aşamada genel olarak kapitalizm zeminindeki hiçbir güç bu hiyerarşik ve bütünsel ekonomik sistemin hareket yasalarının dışında kalamaz. Kapitalizme, hele de emperyalist aşamadaki kapitalizme ancak bir bütün olarak, bir sistem olarak karşı çıkılabilir. Kapitalizmde içkin olan çeşitli çelişkilerden biri de ülkeler arasındaki çelişkilerdir. Hem emperyalist ülkeler arasında çelişkiler vardır, hem de emperyalist ülkelerle, onlara nazaran daha az gelişmiş ülkeler arasında, yani emperyalist piramidin tepesindekilerle daha alttakiler arasında çelişkiler vardır. Bu nedenle daima çekişmeler, sürtüşmeler, rekabet, diplomatik ve siyasi gerilimler, savaşlar, müdahaleler yaşanır. Bu çelişkilerin yer aldığı düzlem, temel sınıf çelişkileri düzlemiyle asla karıştırılmamalıdır. Geçmişte bu yanlışın somutlandığı “üçüncü dünya”, “proleter uluslar” gibi uyduruk teoriler icat edilmişti. Başka terimlerle de olsa, bugün Erdoğan liderliğindeki rejimin çeşitli ideologları da İslam dünyasını genel olarak dünya emperyalizmine karşı mazlumların dünyası olarak empoze etme gayretindedir. Tam da bu minvalde Erdoğan emperyalizme kafa tutan, dünya mazlumlarının lideriymiş gibi gösterilmeye çalışılmaktadır. Örneğin Karagül “Şüphesiz Erdoğan, Müslüman dünyanın gözünde büyük bir devrimcidir, büyük tarih hesaplaşmasının öncüsüdür” demektedir.
Dünyayı pençesinde kıvrandıran kapitalizmin tarihsel krizi tek tek ülkeleri kendi özgün koşulları temelinde farklı şiddet ve biçimlerde etkiliyor. Kriz çoktandır bir emperyalist savaş biçiminde de kendini ortaya koyuyor. Bir bütün olarak dünya bir çalkantı dönemine girmiştir. Süreğen ekonomik kriz, tüm dünyada gitgide güçlenen otoriterleşme eğilimi, alevleri bir artıp bir azalan ama asla son bulmayan emperyalist savaş, artan yoksullaşma, görülmedik boyutlara ulaşan eşitsizlik, halk isyanları, kitlesel göç gibi ilk elde sayılabilecek unsurlar bu çalkantı dönemini belirliyor. Özünde bir dünya savaşı olan yeni emperyalist savaş günümüz somutluğunda özellikle Ortadoğu’da yoğunlaşmış durumda. Bu savaşla birlikte, tıpkı yüz yıl önce olduğu gibi, Ortadoğu’da dengeler değişmekte, iktidarlar yıkılmakta ya da sarsılmakta, devlet sınırları yeniden çizilmekte, rejimler değişmekte. Bu çerçevede ABD’nin elinde genel bir plan olduğuna ve bu planın somut pratikler içinde sürekli olarak revize edildiğine şüphe yoktur. Adı sıkça anılan BOP’un bu genel planı ifade ettiği ve birtakım haritaların taslak olarak çizildiği söylenebilir. Bu, emperyalizmin doğasına uygundur. Tarihin bütün büyük dönemeç noktalarında yeniden paylaşım arzularını yansıtan bu tür harita değişiklikleri söz konusu olmuştur. Harita bir yana, sorun sadece yeniden paylaşım arzuları da değildir. Devletleşme yoluna girmiş ezilen halklar da sahneye çıkarlar, devrimler yaşanır vs., yeni bağımsız devletler, birleşmeler (Doğu Almanya ve Batı Almanya örneğindeki gibi), yeni iç sınırlar (federasyon, özerk bölge vs.) ortaya çıkar. Devlet sınırlarının değişmesi gibi şeyleri kâinatın sonu geliyormuş gibi bir korku filmine çevirmek, egemenlerin zihinleri felç etmek başvurduğu bilinçli bir yöntemdir.
Bu coğrafyanın bir parçası olarak Türkiye de dönemin ve bölgenin çalkantılarından bağışık değildir. Yukarıda açıkladığımız gibi, Türkiye, dünya tarihinin bu yeni açılan döneminde ulaştığı ekonomik gelişme düzeyinin de bir itkisiyle, daha yayılmacı bir arayışa girmiştir. AKP ve Erdoğan’a gelinceye kadar bu arayışlar ABD emperyalizminin ağabeyliğinin mutlak kabulü temelinde, onun yamağı olarak iş görmeye başlamıştı. Özal ve sonrası dönemde, Orta Asya ve Kafkaslar’da bu arayışlar görüldü, hatta Azerbaycan’da darbe tezgâhlamaya kadar varan girişimler yaşandı. Ancak bu arayışlar asıl olarak AKP ve Erdoğan döneminde sıçrama kaydederek yeni bir düzleme yükseldi. Daha önemlisi bu arayış AKP’nin İslamcı kökleriyle ve dünya görüşüyle, doğrudan bağlantılı olduğu sermaye çevrelerinin İslam ve Ortadoğu ile farklı ilişkileriyle bağlantılı olarak özgül boyut ve tonlar kazanmıştır. Bunun çok daha hırslı bir emperyal yöneliş olduğunu ve tam da bu nedenle kendine boyundan büyük misyonlar yüklediğini, sonunda da ABD ile ciddi boyutlarda ters düşüldüğünü yukarıda belirttik. AKP Kürt sorunu dâhil olmak üzere bölgenin birikmiş sorunlarına İslami tonlarla da soslandırılmış biçimde kendi emperyal yönelişi çerçevesinde çözüm getirebileceği zehabına kapılmıştı. Bu bir Pax-Ottomana (Osmanlı Barışı) özlemiydi. Bu uğurda giriştiği cüretkâr işler sonunda elinde patladı ve bugünkü darboğazlara gelindi. İşte gerçeğin pek gösterilmek istenmeyen boyutlarından biri budur.
Gözden saklanmak istenen bir diğer boyut ise Kürt sorunudur. Türkiye’nin Kürt sorununda izlediği baskıcı ve sömürgeci tutum Ortadoğu’daki Kürt dinamiği ile bağlaşma ihtimalini ortadan kaldırdı. Bu da, Kürt sorununun en büyük parçasını bünyesinde taşıyan Türkiye’yi bölünmeye daha açık hale getirdi. Böylesi bir olasılığı minimize edebilecek tek çare, Kürt halkı ve hareketi ile sorunun gerçek boyutlarına denk düşen bir çözüm çabası olabilirdi. Bunun yerine kanlı bir savaş sürecinin dinamiklerini körükleyecek tarzda hareket etmek tercih edilmiştir. Sonuç olarak Türkiye’nin kanlı savaşlara girmesi ve sınır değişiklikleri yaşaması gibi olasılıklar, nasıl yirminci yüzyılın başlarında ortaya çıktıysa, önümüzdeki süreçte de pekâlâ yaşanabilecek şeylerdir. İşin garibi, AKP iktidarının son 4-5 yılına kadar iktidar ideologlarının Birinci Dünya Savaşı sonrasında emperyalistler tarafından çizilen yapay sınırlar aleyhine bir propaganda yürütmüş olmalarıdır. Ne zaman Musul ve Kerkük gibi meseleler gündeme gelse bu konu gündeme getirilmiştir. Ama elbette Suriye savaşında açık bir yenilgi yaşanmasıyla birlikte, ülkelerin “toprak bütünlüğü” amentü gibi dile getirilir olmuştur. Suriye’nin toprak bütünlüğünün bilfiil yok edilmesinde ağır vebali olan, bu uğurda insanlık suçları işleyen canilerin bizzat finansmanını, eğitilmesini, örgütleyiciliğini yapan bir devletin, Suriye’nin toprak bütünlüğünü “kırmızıçizgi” ilan etmesi Şark tipi burjuva politikasına özellikle yakışan bir fırdöndülük olsa gerek.
Ortadoğu’da sınır ve rejim değişikliklerinin gündemde olması, elbette, yapıp ettikleriyle kendisini bu potaya daha hızlı yaklaştıran egemenleri telaşlandırmaktadır. O nedenle rejim sahiplerinin emekçilerin kafasına sokmaya çalıştıkları bir sorun da, emperyalist tehdit sorununun doğal uzantısı olarak Türkiye’nin bir “beka” sorunu yaşamakta olduğudur. Türkiye’yi ABD gibi büyük emperyalist güçler karşısında mazlum, devleti de emekçilerin kendilerini mutlak surette özdeşleştirecekleri bir organizma olarak gösteren zihniyet elbette bu durumda “Türkiye” için bir beka sorunu olduğunu söyleyecektir. Erdoğan için bu sorunun bir boyutu da beka sorununun kendi iktidarının bekası sorunu olmasıdır. Bir konuşmasında “Erdoğan gitsin demek devletin tek olması anlayışının yıkılması demektir” demesi bunun patavatsızca bir itirafıdır.
Faşist rejimin beka sorunu gibi ideolojik propagandalarının temel motivasyonu özünde hamaset edebiyatının temel motivasyonuyla aynıdır: Ulusal birlik ve vatan savunusu telaşı yaratarak içerde rejime karşı muhalefeti bastırmak, baskıları daha da artırmak, OHAL ve KHK sistemini meşrulaştırmak ve kalıcılaştırmak. İşçi sınıfı açısından somutlamak gerekirse, örneğin işçiler “beka sorunu” nedeniyle grev yapmamalı, hak talebinde bulunmamalı, gösteri yapmamalı, işten atmalara, temel özgürlüklerin bile boğazlanmasına ses çıkarmamalıdırlar! İşte “beka sorununun” işçi sınıfı açısından anlamına dair birkaç ipucu. Bu propaganda ileride haksız ve kanlı savaşlara emekçilerin canının sürülmesinin de gerekçesi yapılacaktır. Yani onların beka sorunu olarak adlandırdığı sorun dolayısıyla yaptıkları ve yapacakları, işçi sınıfı ve başta Kürt halkı olmak üzere diğer ezilen kesimler için ağır bedeller anlamına geliyor.
Emekçi kitleler bu propagandadan gerçekten de ciddi ölçüde etkileniyorlar ve bu onların kendi sınıf çıkarları doğrultusunda düşünmelerini ve hareket etmelerini engelleyen önemli etmenlerden birisi. Ortalama bilinç düzeyindeki işçilerle konuştuğunuzda ve mevcut rejimin işçi düşmanı karakterini, bunu somutlayan uygulamalarını anlattığınızda, çoğunlukla bu beka sorunu propagandasından kaynaklanan argümanlarla, iktidarı ve sermayeyi mazur gören özürcü bir karşılık vermektedirler.
İşçi sınıfının egemenlerin tarif ettiği anlamda bir beka sorunu yoktur. İşçi sınıfının çürümüş kapitalist sistemin yol açtığı ağır sorunlar nedeniyle tüm dünyada ortak olarak ödemekte olduğu ağır bedeller vardır. Ekim Devriminin 100. yıldönümünü geride bıraktığımız bu günlerde onun işçi sınıfı mücadelesi açısından yarattığı zengin miras içinde, bu bağlamda da değerli deneyimlerin olduğunu hatırlatmak gereklidir. Rusya işçi sınıfı, Bolşeviklerin devrimci liderliği sayesinde, Rus egemenlerin “Rusya tehlikede” palavralarına ve “birlik olmalı ve anavatanımızı savunmalıyız” demagojisine aldırış etmemeyi bilerek, savaştan çekilmeyi ve egemenleri tepelemeyi başarmıştır. Dahası ezilen uluslara ayrılma hakkını ikircimsiz biçimde vererek onlarca farklı halkın ayrılmayı değil bir arada yaşamayı tercih etmesini sağlamıştır Ne Rusya ve Rus halkı yok olmuştur ne de halklar arasındaki kardeşlik yok edilmiştir. Bugün Türkiye işçi sınıfı açısından da, gerek tarihsel kriz ve emperyalist savaş cehenneminden gerekse de faşist rejimden tek gerçek çıkış yolu 100 yıl öncesinin Ekim Devrimi deneyimine bağlanmaktan geçiyor.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, “Küresel Planlar” ve “Beka” Sorunu, 4 Ocak 2018, https://enternasyonalizm.org/node/207
Faşist Rejim Sıkıştıkça Saldırganlaşıyor
Afrin Savaşı, Kürt Düşmanlığı ve Faşist Rejimin Hesapları