CHP’nin Faşizmle İmtihanı

Kurumsallaşma sürecindeki faşist rejim henüz toplumsal ve siyasal muhalefeti tümüyle ortadan kaldırabilmiş değil. Muhalefetin siyasal faaliyet olanakları başta OHAL olmak üzere türlü baskı mekanizmalarıyla alabildiğine kısıtlanmış olsa da, Erdoğan kendisinden nefret eden çok geniş bir kitlenin varlığı sorununu bertaraf edememiş durumda. Bir ara Atatürk imgesine yapılan reveranslar bu sorunu en azından hafifletme yolunda tasarlanmış bir adımdı, ancak pek işe yaradığı söylenemez. Nitekim Erdoğan çok geçmeden Kadir Mısıroğlu gibi Atatürk düşmanlığının sembol isimlerini bağrına basmakta tereddüt etmedi. Şimdilerde girişilmiş olan Afrin savaşı, muhalif kitleyi pasifize etmede asıl etkili araç olarak öne çıkıyor. Yükseltilen genel milliyetçilik ve şovenizm histerisinin bu yolda işlev görmeye başladığını söylemek mümkün.

İşçi sınıfının devrimci mücadelesi açısından böylesi faşizm koşulları altında çeşitli demokratik toplumsal muhalefet dinamiklerinin önemi olağan dönemlere nazaran kat be kat artar. Faşizm koşulları, tanımı gereği, başta devrimci işçi sınıfı hareketi ve diğer düzen karşıtı hareketler de dâhil olmak üzere, tüm muhalefet dinamiklerinin üzerindeki baskının alabildiğine arttığı koşullardır. Özgün birtakım durumlar söz konusu olmadığı sürece devrimci akımların kitleselliği ve toplumsal etkisi zayıflar, işçi-emekçi kitlelere ulaşma olanakları, faaliyet alanları daralır. O nedenle henüz faaliyetleri ve toplumsal etkisi tümüyle bastırılamamış çeşitli demokratik muhalefet dinamiklerinin varlığı devrimci işçi sınıfı hareketi açısından da önem taşır. Bu dinamiklerin, olduğu kadarıyla açtıkları alan genel olarak proleter devrimcilerin de yararlanabileceği bir alandır. Yine genel olarak söylemek gerekirse, ağır baskı koşullarının hüküm sürdüğü zamanlarda demokratik hak ve özgürlüklerin en küçük kırıntıları bile anlamlıdır.

Bugün Türkiye’de geniş kitleleri ifade etme anlamında toplumsal muhalefetin bir büyük kanalını Kürt hareketi oluşturuyorsa, bir diğer büyük kanalını da, çeşitli duyarlılıklara sahip kesimlerin yüzlerini döndükleri CHP oluşturuyor. Sosyo-kültürel olarak Batılı bir yaşam tarzını benimseyen ve laik duyarlılıkları olan toplum kesimleri, Aleviler, işçi sınıfının görece daha eğitimli ve daha kentlileşmiş kesimleri, ülkenin görece daha gelişmiş batı bölgelerinin insanları politik olarak esasen CHP’ye yönelmiş durumdadırlar. Bu yönelişlerin tümünün ilerici-demokratik güdülere dayandığı söylenemez elbette.

CHP’de esas olarak devlet içinde güçlü olan statükocu burjuva güçlerin iradesini yansıtan, devletçi Kemalist milliyetçi tutucu bir eğilim çoğunlukla baskın olmuştur. Bu bakımdan CHP, özellikle 1960’lı yıllardan bu yana içinde kimi ilerici eğilimlerin yanı sıra tutucu ve gerici eğilimleri de barındıran bir siyasi çatı olmuştur. CHP içindeki bu eğilimler dönemin koşullarına göre farklı düzeylerde ağırlık kazanmışlardır. Devletçi eğilimin oluşturduğu kafes hiçbir zaman tam olarak kırılamamışsa da, ilerici eğilimlerin partideki etkisi zaman zaman önemli sonuçlar doğuracak boyutlara gelmiştir. CHP’nin bu çelişkili yapısını anlamak, CHP meselesini anlamanın bir bakıma başlangıç noktasıdır. Geçtiğimiz günlerde yaşanan son CHP olağan kurultayını da bu çerçevede ele almak mümkündür.

CHP kurultayı

Faşizm koşullarında yapılan kurultay, başka birçok husus bir yana, CHP’nin tabanda gençleştiğini, kadın dinamiğinin güçlendiğini ve bununla da bağlantılı olarak görece daha sol eğilimlerin uç vermeye başladığını ortaya koydu. Bunun göstergeleri zaten bir süredir mevcuttu, ama kurultay süreci bunu bir kez daha göstermiş oldu. Çeşitli belirtiler üzerinden bunu görmek mümkün. Şüphesiz kurultaya ilerleyen süreçteki il kongreleri sırasında en önemli il olan İstanbul’un, sol eğilimin açık bir temsilcisi olan Canan Kaftancıoğlu tarafından kazanılması en dikkat çekici göstergeydi. Kaftancıoğlu, Kürt sorunu gibi CHP’nin genel seçmen kitlesi için sıkıntılı olan ve CHP önde gelenlerinin çoğu zaman kaçamak tutumlar sergilediği bir konuda dahi cesur sayılacak yaklaşımlar sergilemiş, Atatürk konusundaki militarist vurgulu sloganlara mesafe koymuştu.

Bu sol yönlü hareketlenmenin bir başka uç verişi büyük kurultay öncesi Selin Sayek Böke ve İlhan Cihaner’in bir sol manifesto ilan etmeleriydi. Normalde ulusalcı eğilimlerin daha ılımlı bir versiyonunu temsil eden Muharrem İnce’nin, konuşmasında daha sol vurgulara başvurma ihtiyacı hissetmesi ve bunu yaptığında kurultay salonunda büyük tezahürat görmesi de hiç kuşkusuz bir başka belirtiydi. Sonuçta Muharrem İnce seçimi kazanamasa da, aday olmak için topladığı imza sayısından çok daha fazla delege oyu aldı. Parti liderliğinin iktidarın politikalarına karşı uzlaşmacı bir çizgi izlemesini eleştiren konuşması sadece kurultay salonunda değil, daha genel bir düzlemde dışarıda da olumlu görüldü. Diğer taraftan başkanlığa aday olma niyetlerini açıklayan Ümit Kocasakal ve Faruk Emin Ağaoğlu gibi Türkiye’deki ulusalcı eğilimin sembol isimlerinin aday olabilmek için dahi imza bulamamaları dikkat çekicidir. Bu isimler sesi çok çıkan ulusalcı kesimler nezdinde özellikle popüler isimlerdi.

CHP’de yaşanan bu gelişmeler aslında günümüz Türkiye’sindeki karmaşık ve çelişkili siyasal durumun bir yönünü oluşturuyor. Bu yön, yükselmekte olan faşist rejime karşı toplumun yabana atılmayacak kadar geniş bir kesiminde var olan tepkidir. Kamusal işleyişin olağanüstü boyutlarda keyfileşmesi, gündelik hayatın ve eğitimin dinselleştirilmesinde yaşanan hızlanma, cehaletin, geriliğin, kabalığın, kayırmacılığın daha önce görülmemiş boyutlara ulaşması, ülkenin kültürel ufkunun gelişmiş toplumları ifade eden batıdan doğuya doğru çevrilmesi, kadınların maruz kaldığı aşağılanma, şiddet, taciz vakalarının yükselişi gibi olgular bu kesimlerin tepkilerini besliyor. En geniş kapsamıyla seküler yaşam tarzının baskılanması, güdük ve çarpık bir tarzda da olsa Türkiye gibi bir ülke için anlamlı bir referans noktası olan laiklik ilkesinin artan ölçüde ayaklar altına alınması, olumlu kazanımları ifade eden kurum ve geleneklerin ezilip sindirilmesi ve yok edilmeye çalışılması, hemen her alanda standartların düşmesi gibi eğilimleri bu listeye eklemek mümkün. Şüphesiz hoyrat bir inşaat kapitalizminin yarattığı ağır çevre ve kent tahribatı ile Alevilerin kendilerini ağır bir tehdit altında hissetmesine yol açan uygulama ve yaklaşımlar gibi daha sıralanabilecek başka birçok nokta bulunuyor.

Aslında Gezi hareketi esas olarak bu gidişatın daha erken dönemindeki haline yönelik bir tepkiyi ifade ediyordu. Ağırlıklı olarak kentli genç kesimleri kucaklayan Gezi sürecinin o günlerden bu yana CHP içinde yankılanan bir etkisi olduğu görülüyor. HDP’nin ağır baskılarla Kürt coğrafyası dışında özellikle geriletilmesi olgusu da hesaba katıldığında, bu dinamik en çok CHP içinde kendisini ifade etti. CHP kurultaylarındaki artan genç ve kadın hareketliliği Gezi dinamiğinden ve temelde ona sebep olan baskıcı gidişattan bağımsız olarak görülemez. İşin doğrusu Kılıçdaroğlu da bu dinamiği parti içinde kontrollü biçimde kendi gücünü arttırmak için kullanmaktadır.

CHP tarihinin mirası

CHP içinde farklı eğilimlerin varlığı yeni bir olgu değil. Baykal’ın hâkim olduğu yılların bıraktığı izlenim ve ardından Kılıçdaroğlu dönemindeki bozbulanık manzara bu olgunun görülmesini zorlaştırıyor olsa da son kurultay vesilesiyle beliren eğilimler tarihsel temelden yoksun değildir. CHP 1960’lı yıllardan itibaren içinde kaba çizgilerle iki ana eğilimin yer aldığı bir parti oldu. O zamana kadar devletin kurucusu, tek parti rejiminin iktidar partisi olmuş bir devlet partisiydi. Devletin kuruluş temelleri ve ideolojisi bir siyasi parti olarak CHP’de temsil ediliyordu. Esasen bürokratik seçkinci bir duruşu olan parti kendisini devletin sahibi olarak görüyordu. İşte 60’lı yıllarla birlikte bu temel eğilimin yanına bir de genel olarak sola doğru çeken ve seçkinci eğilime ters, daha halkçı bir eğilim eklenmiştir. Başlangıçta “ortanın solu” kavramıyla dile getirilen bu eğilimin başını Bülent Ecevit çekiyordu.

Bu eğilimin ortaya çıkmasını koşullayan şey 1960’lı yılların dünyada ve Türkiye’de önemli bir değişim dönemi olmasıydı. Gerçekten de 27 Mayıs 1960 darbesinden sonraki yıllar Türkiye için bambaşka bir dönemin açılması anlamına geliyordu. 27 Mayıs anayasasıyla gelen görece daha demokratik hakların ve koşulların ortaya çıktığı bu yıllarda büyük bir toplumsal uyanış yaşanıyor, Türkiye İşçi Partisi (TİP) gibi bir parti kuruluyor, işçi sınıfı hareketleniyor, gençlik hareketleniyor, aydınlar hareketleniyor, kültürel bir canlılık yaşanıyordu. Aydınların ve gençliğin hızla sola doğru politize olduğu, işçi sınıfı başta olmak üzere emekçi kitlelerin eylem ve örgütlenmelerinin görülmemiş ölçüde arttığı bu koşullardan CHP de etkileniyor ve bu gelişmelere kayıtsız kalamıyordu. Zira kayıtsız kalınması, hızla kabaran yeni toplumsal dinamiklerin hem tamamen TİP’e doğru akması hem de kendi mecralarında radikalleşmesi anlamına gelecekti. Sonuç olarak, dünyadaki gelişmelerle birlikte toplumun önemli dinamik kesimlerinin sola doğru kayışı karşısında CHP içinde de bu sol kabarışa bir set çekmek üzere daha ılımlı bir sol anlayışın geliştirilmesi ihtiyacı doğdu. Bu ihtiyacın sözcüsü de Ecevit oldu.

Ecevit öngörülü bir politikacı olarak bu yolu açmıştı. Ancak bu, devlet partisi CHP içinde önemli gerilimlere yol açtı. Ecevit’in temsil ettiği bu sol popülist eğilime karşı parti içindeki devletçi eğilim çeşitli çıkışlar yapmış ancak partinin başındaki İsmet İnönü’nün Ecevit’e sahip çıkmasıyla bu eğilimler Ecevit’i tasfiye etmeyi başaramamışlardı. Bugünkü Türkiye Barolar Birliğinin başındaki Metin Feyzioğlu’nun dedesi olan Turhan Feyzioğlu o dönemde CHP içindeki devletçi eğilimin tümünün olmasa da en katı unsurlarının temsilcisi olarak Ecevit’le sert bir mücadeleye girişmiş, ama sonunda ayrılıp Güven Partisini kurmuştu (1967). Benzer bir gelişme bundan beş yıl sonra da yaşanmış ve 1972’de aynı eğilimdeki ikinci bir grup daha ayrılıp Cumhuriyetçi Partiyi kurmuştu. Ayrılanlar daha sonra kendi aralarında birleşseler de o yılların politik ortamında halk nezdinde hiçbir etki yaratamayarak silinip gittiler. Bu da Ecevit’in diğerlerinden çok daha uzak görüşlü olduğunu kanıtlayan bir gelişmeydi.

Bürokratik, tepeden inmeci tarzın dışına çıkan Ecevit, partinin seçkinci imajından çıkarılarak emekçi kitlelere yaklaştırılmasını savunuyordu. İzlediği politik çizgi de genel olarak bu doğrultuda oldu. Bu süreçte 12 Mart 1971 darbesine de karşı çıkan Ecevit böylece İnönü’yle de karşı karşıya gelmiş oldu. Darbeye açıktan karşı çıkılmasını istemeyen İnönü’ye bayrak açan Ecevit genel sekreterlik görevinden istifa etti ve ardından gelen kurultayda İnönü’yü yenerek bir dönemi bitirmiş oldu. Tüm bu süreç içerisinde “toprak işleyenin, su kullananındır!” sloganını da formüle eden Ecevit, darbe sonrası rejimin çözülüş sürecinden itibaren bir “Karaoğlan” fırtınası estirdi ve CHP tarihindeki en yüksek oy oranlarına ulaştı. Ancak Ecevit tüm bu bürokrasi karşıtı sol popülist çizgisine rağmen, gerçekte devlete zeval gelmemesi için tüm katılığıyla gücünü ortaya koymaktan geri durmuyordu. Partiyi ne milliyetçilikten ne de devletçilikten arındırma gibi bir niyeti olmuştu. Ne de devletteki bürokratik vesayet mekanizmalarının ortadan kaldırılması doğrultusunda bir programa ve pratiğe sahipti.

Ancak, her ne olursa olsun Ecevit sol kavramını çok geniş kitlelere benimsetmiş, o kitlelerde bir umut doğurmuş ve bu yeni dinamizm ortamında partiye akan unsurlar içinde kaçınılmaz olarak sosyal demokrasi doğrultusunda eğilimlerin filiz vermesine de yol açmıştır. Ne var ki dönemin Türkiye kapitalizminin çelişkileri, düzene büyük hizmetlerde bulunmuş Ecevit’i bile kaldıramayacak kadar keskinleşmişti. Yükselen işçi hareketi ve devrimci hareket SSCB’nin yanı başındaki bir NATO ülkesinde yerli burjuvazi ve emperyalizm için haddinden fazla risk ifade ediyordu. 70’lerin ikinci yarısındaki Ecevit hükümetleri burjuvazinin ve devlet aygıtının sabotajları ve istikrarsızlaştırma operasyonlarına maruz kaldı. Ecevit hükümetten düşürülse de, mesele Ecevit’ten çok öteye uzandığı için, süreç nihayetinde ancak 12 Eylül 1980 askeri faşist darbesiyle tamamlandı.

12 Eylül sonrası Türkiye artık başka bir Türkiye idi. 1987’de siyasi yasaklıların engelinin referandumla kalkmasının ardından Ecevit, evrensel anlamıyla sosyal demokrasi kavramına açıkça mesafe koyarak “demokratik sol” kavramı temelinde kurdurduğu kendi monolitik ulusal “sol” partisinin (DSP) başına geçti. Baykal gibi diğer isimler de SHP’ye resmen katıldılar. 12 Eylül’ün kapattığı parti ve kurumlara ilişkin yasakların 1992’de kaldırılmasının ardından ise Deniz Baykal liderliğinde bir ekip o yıl SHP’den ayrılıp CHP’yi yeniden kurdu. 1995 yılında ise bu iki parti CHP çatısı altında birleştiler.

Kısaca belirtmek gerekirse, 1995’ten 2010 yılına kadar gelen CHP dönemi bir Baykal dönemi olarak nitelenebilir. Arada Baykal’ın kısa süreli geri çekilme manevraları olduysa da bu böyledir. Baykal’ın bu dönemde işlevi esasen devletin derin reflekslerinin legal siyaset sahnesinde taşıyıcılığını yapmak oldu. Devlet açısından bu dönemde temel sorunlar bir yanda Kürt hareketinin ezilmesi diğer yanda yükselişe geçmiş olan İslamcı hareketin zapturapt altına alınmasıydı. Nitekim 28 Şubat darbesi de bu dönemde gerçekleşmişti. Baykal CHP’si de 28 Şubat ekseninde yer almıştır. Ancak Baykal’ın bu çerçevedeki asıl mesaisi 2002’den sonra olmuştur. Erbakan ve ekibinin siyasetten tasfiyesiyle ortaya yeni bir olgu olarak AKP çıkmıştı. Baykal AKP’nin iktidara geldiği 2002’den itibaren onun dizginlenmesi ve geriletilmesi için yürütülen devlet çalışmasının parlamenter ayağını üstlenmiştir. CHP’de parti içi tartışmalar bu dönemde de yaşanmışsa da, söz konusu dönemde CHP’de devletçi eğilim tüm gücüyle baskın oldu.

Kılıçdaroğlu ve olağanüstü rejim sürecinde CHP

Ancak AKP’yi parlamenter siyaset düzleminde alt etmeyi ve CHP’yi büyütmeyi başaramayan Baykal, Türkiye’de burjuvazi içindeki büyük kavgada rolünü ancak 2010 yılına kadar oynayabildi. Emperyalizmin de içinde yer aldığı bu dalaşmada Baykal, ordu içinde muhtelif darbe planları ve hazırlıkları yapanlar gibi, kurbanlardan biri olarak sahneden çekilmek zorunda kaldı. Kılıçdaroğlu, Baykal’ın komplo sonucu parti başkanlığından istifa etmek zorunda kalmasıyla boşalan başkanlık koltuğuna seçildi. Onun seçilmesi esasen Baykal ve ekibinin o güne kadar izlemekte olduğu katı ulusalcı statükocu çizginin yumuşatılması, iktidarın tacirliğini yaptığı din olgusuna karşı daha ılımlı ve eklektik bir yaklaşımın (başörtüsü sorununun kaşınmaktan vazgeçilmesi gibi) ortaya konması anlamına geliyordu. Bu doğrultuda daha sonra Önder Sav gibi ulusalcı çizginin diğer önemli sembol isimleri de tasfiye edildi. CHP katı laikçi statükocu algısını ve yanı sıra anti-Kürt imajını kırmak için partinin merkezi organlarına Mehmet Bekaroğlu ve Sezgin Tanrıkulu gibi isimleri dâhil etti. Bu isimler partinin ilgili konularda öne çıkan sözcüleri haline geldiler. Tüm bu gelişmeler CHP’nin özellikle din ve laiklik temelli çıkışlara dayanan ve toplumun bu konularda duyarlı kesimlerinin kızgınlıklarını okşamaya, yüreklerini soğutmaya ayarlanmış bir siyasi çizgiden çıkma niyetini somutluyordu.

Ancak CHP kitlesinin bir bölümü bu ılımlı yönelişe bile tahammül gösteremedi. Yılmaz Özdil gibi yazarlarda özellikle çarpıcı bir ifadesini bulan bu eğilim için, örneğin partide Sezgin Tanrıkulu ya da Mehmet Bekaroğlu gibi isimlerin yer alması kabul edilebilir bir şey değildir. Bu kesimler için Baykal tarzı statükocu çıkışlar ve salvolarla yürütülecek bir siyaset daha yeğ tutulmuştur. Sanki bu bir çıkış yolu olabilirmiş gibi. Bu kesimler özellikle Sözcü gazetesine sarılarak yatıp kalkıyor, İzmir marşıyla coşuyor, Kılıçdaroğlu CHP’sine başka seçenekleri olmadığı için küfrede küfrede oy veriyorlar.

Kılıçdaroğlu bir yandan bu kitleyi fazla küstürmemeye çalışırken, diğer yandan, salt bu kitleye dayanarak yol alınamayacağının farkında olarak, Türkiye’deki seçmen kitlesinin büyük bir çoğunluğunun taşıdığı dini hassasiyetleri kışkırtmamaya, bu yönden AKP’nin eline koz vermemeye ve AKP kitlesine hitap etmeye çalışmakta. Öte yandan, başta ordu ve yüksek yargı olmak üzere, akademide, medyada vs. statükocu Kemalist güçlerin ciddi hasar alıp tasfiyelere uğraması ve generallerin artık özerk bir siyasi güç gibi hareket edip hükümetlere dikte etme konumunu yitirmeleri, CHP’nin bu mevziler üzerinden yürüme şansını da ortadan kaldırmıştır. İşte Kılıçdaroğlu hem seçmen kitlesi içindeki farklı eğilimleri hem de parti kadroları içindeki farklı eğilimleri dengelemeye, idare etmeye çalışmakta. Ama bu dengeci tarz da kaçınılmaz olarak ortaya netlikten uzak, tereddütlü bir siyasi hat çıkarıyor. Böylesi bir tablo ise, artan faşist baskı ve gerici dayatmalar karşısında öfkeleri artan tabanın bazı bölümlerinin, daha kararlı, daha mücadeleci ve sosyal demokrat çizgiye daha yakın bir hat talep etmelerine yol açıyor.

Son kurultay sürecinde ortaya çıkan eleştiriler parti yönetiminin Erdoğan faşizminin ilerleyişine engel olmada işlevsiz kalmasıyla ilişkilidir. CHP bu süreçte kendi ayağının altındaki toprağın da kayması anlamına gelecek tutumlar sergiledi. 7 Haziran seçimleri sonrası Erdoğan’ın gerçekleştirdiği anayasal darbeyi bozmak için pekâlâ daha radikal hamleler yapabilecekken (ki burada HDP de benzer bir hatayı yapmıştır) bundan kaçınmış, böylece Erdoğan’ın savaş alevlerinin harlandığı bir atmosfer yaratarak ülkeyi 1 Kasım seçimlerine götürdüğü yolun döşenmesine yardımcı olmuştur. Keza 16 Nisan referandumu sonrası YSK eliyle kotarılan hileyi sineye çekmiş, buna karşı yine radikal hamleler yapmaktan geri durmuştur. Daha da vahim yanlışlara ise HDP’li vekillerin dokunulmazlıklarının kaldırılmasında, Adalet Yürüyüşüyle oluşan görece pozitif atmosferin korunup güçlendirilmesi için enerji gösterilmemesinde, Afrin savaşı gibi girişimlerin iç siyaset açısından anlamı açık olduğu halde buna direnilmemiş olmasında düşülmüştür. Nitekim bu hususlar Cihaner ve Böke’nin manifestosunda ve bir ölçüde Muharrem İnce’nin konuşmasında da dile getirilmiştir.

CHP liderliğinin şu ana kadarki muhalefet hattının temel dayanak noktası hep Erdoğan ve AKP’nin sandıkta toplumun en fazla yarısının oyunu alıyor olması oldu. Bu durum sandıkta onu yenme ihtimalinin hep canlı tutulmasını ve sürekli olarak sandık yörüngesinde kalınmasını getirdi. Ancak bir yandan parlamentonun işlevsizleştirildiğinden, faşist bir rejimin kurulduğundan söz edip bir yandan da sandığa ve seçimlere endeksli bir rotaya kilitlenmek tam bir çelişkidir. Böylesi olağanüstü şartlarda sandık ve parlamentoyu hâlâ siyasetin gerçek mecrası gibi görmek acınası bir aczdir. Tüm sınırlı içeriğine ve ılımlılığına rağmen parlamento dışına doğru bir açılım işlevi gören Adalet Yürüyüşü bunu doğrulamıştır. CHP ne Adalet Yürüyüşüyle oluşan atmosferi sürdürüp büyütmeyi başarmış ne de daha önce 16 Nisan referandumuna hile karıştırıldığının ortaya çıkıp da tepkilerin yükseldiği momenti bir karşı saldırı fırsatına çevirmiştir. Tüm bu kritik anlar sükûnet ve seçimlere odaklanma çağrılarıyla berhava edilmiştir.

Adalet Yürüyüşü olağanüstü koşullarda parlamento kürsüsü ve sandık çemberinden çıkmanın olumlu bir açılım olanağı doğurduğunu düzünden göstermişti. AKP’nin MHP’yle birlikte hazırladığı son seçim yasası değişiklikleri taslağı da, yapılacak seçimlerin ne tür seçimler olacağı konusunda açık bir fikir vererek aynı düşünceyi tersinden doğrulamaktadır. Zira, Meclisten geçmesi halinde bu değişiklikler son iki yıldır Türkiye’deki seçim süreçlerinde iktidar tarafından devreye sokulan tüm palyatif usulsüzlüklerin, üzerine yeni açılımlar getirilerek, bütünsel ve yasal hale getirilmesi anlamına geliyor.

Bu koşullarda CHP içinde anti-faşist doğrultudaki olumlu kıpırdanmanın bir hayrının olabilmesi için seçim-sandık-parlamento çemberine kapalı kalma çizgisinin kırılması gerektiği açıktır. Şu ana kadar bu yolda birçok fırsat tepilmiştir. Bir savaşın başlatıldığı ve süreceği belli olan atmosferde çıkış yapmak daha da zorlaşmıştır. Bu yol, şimdiye kadar olduğu gibi, ancak Erdoğan faşizminin pekişmesine hizmet eder. Sol muhalefetin, genç ve kadın dinamiğinin Kılıçdaroğlu’na bu yoldan çıkma doğrultusunda basınç bindirerek onu buraya itmesi ya da onu aşıp geçmesi işçi hareketi açısından da olumlu bir hava yaratabilecektir. Önümüzdeki günler bu hareketliliğin cürmünün ne kadar olduğunu gösterecektir.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, CHP’nin Faşizmle İmtihanı, 28 Şubat 2018, https://enternasyonalizm.org/node/201

published on 28 February 2018