Faşizmin Gündelik Yaşama Sirayeti

Erdoğan faşizmi, ordudan polise, mahkemelerden cezaevlerine, devletin baskı aygıtlarının harıl harıl çalıştırılmasına dayanmıyor sadece. Türk-İslamcı faşist rejimde, emekçi kitlelerin gözünü boyayıp akıllarını teslim almayı hedefleyen dini ve milliyetçi söylemler ve bu doğrultuda seferber edilen medya, okul, cami sacayağı da çok önemli bir rol oynuyor. Son yapılan değişikliklerle imam-hatip okullarının yoksullara kalan adeta tek seçenek haline getirilmesiyle ve nicedir alabildiğine gericileştirilmiş müfredatla genç kuşakların istenilen itaatkâr ve kindar kıvama getirilmesinin önü açılmış ve bu hedeflerine bir ölçüde varmışlardır. Cuma hutbelerinde hükümetin göklere çıkarılması yetmezmiş gibi, her fırsatta minarelerden yükselen selâlarla camiler doğrudan bir manipülasyon aracına dönüştürülmüştür. 15 Temmuzdan sonra devletin baskı aygıtlarında olduğu kadar okul ve camide de AKP’ye karşıt güçlere dönük tasfiye dalgası başlatan Erdoğan, medya alanında birkaç ayrıksı ot dışında zaten çoktandır tam denetim kurmuş durumdaydı. Modern zamanlarda medyanın ne denli büyük bir güç olduğu aşikârdır, Erdoğan faşizminin mevcut durumda temel dayanaklarının en başında da medya gelmektedir.

Bu sacayağı sayesinde faşist rejim toplumun dokusunu bozarak, yani toplumun sahip olduğu kimi olumlu değerleri tahrip ederek, değer yargılarını değiştirerek, kitlelerin bilincini faşizan bir temelde dini motiflerle, cihatçı, kinci, şoven ve militarist bir anlayışla doldurmak istiyor. Savaş, Erdoğan rejiminin bu amaç doğrultusunda ilerlemesine muazzam bir katkı yapıyor. Haksız ve işgale dönük savaş, İslami öğelerle bezenerek, “Türkün gücünün” kanıtı olarak sunulup meşru gösterilmeye çalışılıyor. Toplum üzerinde yürütülen tam kapsamlı psikolojik savaş her geçen gün toplumsal çürümeyi daha da boyutlandırıyor. Üretilen faşist söylemin yukarıdan aşağıya, gündelik hayatın bir parçası haline getirilerek normalleştirilmesi ve toplumun hücrelerine kadar işlenmesi hedefleniyor. Tüm gerçekler çarpıtılırken yalanı yaymakla görevli propaganda araçları kesintisiz çalıştırılıyor. Her sabah televizyonlarda TSK’nın Afrin’de kaç kişiyi “etkisiz hale getirdiği” yalanı resmi olarak açıklanıyor. Köy ve beldeler dâhil topu topu 372 yerleşim yeri bulunan Afrin’de Erdoğan daha şimdiden 1000 köyü ele geçirdiklerini açıklıyor. Rejimin tepesindeki despot, insanların gözünün içine baka baka yalan söylemekten çekinmiyor, tezahüratlarla coştukça coşuyor. Burjuva muhalefet ise, bir yandan “ordumuz savaşta” düşüncesiyle, bir yandansa şimşekleri üzerine çekmemek için sus pus vaziyette!

Afrin’deki kahramanlık destanları propagandasıyla rejimin gerek içerideki gerekse de dışarıdaki sıkışmışlığı gözlerden saklanmaya çalışılıyor. Rejim sıkıştıkça baskıyı da savaşı da harlıyor, zira girdiği yoldan vazgeçip normal bir burjuva işleyişe geri dönüş köprülerini bizzat Erdoğan çoktan yakmıştır.

Faşizm, kapitalizmin ürettiği hastalıklı zihniyeti körükleyerek genelleştirir

Normal dönemlerde, emekçilerin önemli bir çoğunluğunun, farklılıklara rağmen barış içinde yaşamaktan, bir başkasının hakkını hukukunu çiğnememekten, vicdandan, hoşgörüden, dayanışmadan, adaletten, eşitlikten, diğer halklarla kardeşlikten yana sınıfsal bir içgüdüleri ve eğilimleri vardır. Kimi önyargılarla bezeli de olsa ve kimi çelişik unsurları barındırsa bile bu duygu ve düşünceler insani değerler olarak genel bir kabul görürler, aksi düşünceler genelde yadırganır, ayıplanır. Ne var ki bu düşünceler kapitalist işleyişin genel mantığıyla bağdaşmaz; o insan insanın kurdudur anlayışıyla, bu değerlerin yerine rekabeti, bencilliği, militarizmi över. Kapitalizm emekçilerin bu güzel değerlerini yok etmeye çalışarak toplumu her geçen gün daha da derinden çürütür. Kapitalist toplumun çürümüş değerleri ve yaydığı hastalıklar en uç biçimlerine faşizm dönemlerinde kavuşurlar. Tüm faşist rejimler, bilhassa da sivil faşist rejimler, kapitalizmin ürettiği hastalıklı düşünceleri en saplantılı haliyle toplumun mümkün olan en geniş kesimlerinin bilinçlerine nakşetmek, onların gündelik yaşamlarındaki insani tepki ve davranışlarını bu doğrultuda dönüşüme uğratmak için var güçleriyle çabalarlar.

Faşizm, gündelik yaşamın içine sirayet ederek, normal dönemlerde toplumun ancak küçük bir azınlığında var olan hastalıklı duygu, düşünceleri ve davranışları kitlelere aşılar. Bunu yaparken de, kapitalist toplumun kitlelerin bağrında yarattığı ne kadar önyargı, husumet ve düşmanlık varsa hepsini alabildiğine körükler, onları sistematize eder, belli bir bütünlüğe kavuşturur, siyasallaştırır. Faşizmin iktidarda olmadığı ama toplumun da krizlerle sarsıldığı dönemlerde, lümpen proletaryada ve yok olma tehdidiyle karşılaşan küçük-burjuva unsurlarda yaygınlaşan hastalıklı ruh hali, saplantı haline gelmiş önyargılar, ayrımcılık, kadın düşmanlığına varan bir erkek egemen bakış açısı, şiddet düşkünlüğü, güce tapınma, kendisi gibi olmayanı yok etme isteği gibi hastalıklı eğilimler faşizm dönemlerinde devlet eliyle yaygınlaştırılır. Normal dönemlerde aslında faşist bir zihniyete sahip bireylerin tekil, birbirinden kopuk olarak gösterebildiği bu doğrultudaki davranışlar, faşizm tarafından örgütlü bir biçime kavuşturulur.

Bugün Türkiye’de yaratılan suni düşmanlıklar, körüklenen her türlü ayrımcılık emekçi kitlelerin zihnini esir alıyor ve ne yazık ki gündelik yaşama sirayet edip yaygınlaşan faşist değerleri savunur hale gelebilen emekçiler, bunların faşist mahiyette olduğunun farkında bile değiller. Faşizm yarattığı kutuplaştırma sayesinde iktidara karşı olanları vatan haini olarak damgalıyor. “Bunca hainin cirit attığı bir toplumda” kendisini o güne kadar iktidarla özdeşleştirmemiş orta yolcular da tercih yapmaya zorlanıyorlar: ya hainlerden yana olacaklardır ya da iktidarın her dediğini doğru kabul edeceklerdir. Faşizm kurumsallaştıkça bu kutuplaşma da giderek daha ezici hale geliyor; bıraktık iktidarı eleştirmeyi, onu açıkça desteklememek, suskun kalmak bile hainlik göstergesi sayılmaya başlanıyor. Karanlığın tonları giderek daha da koyulaşırken, toplum dörtnala felâkete doğru koşturuyor. Bugün Afrin savaşına destek verdiğini ilan etmeyenlere karşı girişilen linç kampanyaları bunun bir örneğidir. Devlet el altından linç girişimleri örgütlüyor, ardından resmi yetkililer “halkımızın değerlerinin aşağılanmaması” gerektiğini söyleyerek mağdurları suçlu ilan ediyorlar. Medyanın devasa yalanlarıyla, ırkçı programlarıyla, şoven haber kalıplarıyla zehirlenen kitlelerin ilk tepkisi, “kutsalımıza dokundurtmayız” olabiliyor. Gayri resmi olarak körüklenen “oh olsunculuk” ilk tepki haline gelebiliyor.

Faşist zihniyet, yücelttiği değerlerin korunması ya da düşmanların yok edilmesi noktasında diğer her türlü insani, toplumsal ya da demokratik siyasal değerlerin bir tarafa konulması gerektiği, tüm bunların birer teferruattan ibaret olduğu düşüncesiyle kendini ele verir. Ona göre “kutsal” değerler zor yoluyla korunmalıdır; bu nedenle tüm faşist hareketler aynı zamanda hem bireysel şiddetten yanadır hem de militarizmi yüceltirler. Örneğin bugün çok sık duyduğumuz, “sözkonusu vatansa gerisi teferruattır” sözü bu durumu çok net ifade eder. Diğer her şey bir teferruat olunca, insanların acı çekmesi de katledilmesi de normalleştirilmiş olunur.

Sivil faşist rejimlerde, baskılanmış, iradesizleştirilmiş, değersizleştirilmiş yığınların, baskılayıcı, iradesizleştirici, değersizleştirici bir iktidarla kendilerini özdeşleştirmeleri, muazzam bir yanılsamadır, trajik bir durumdur ve sonuçta hastalıklı bir ruh haline de yol açar. Farklı düşünen, davranan ya da yaşayan herkesi düşmanlaştıran faşist rejimlerde, insanların “kendisinden” olmayanla empati ve iletişim kurma durumu önemli ölçüde ortadan kalkmıştır. Vicdanlar körleştirilmiştir. Toplum vicdanı çürüdükçe, insanlar iktidarın zalimliklerine kayıtsızlaşırlar, her şey gerçekliğini yitirerek bir oyun haline gelir, insanlar kendi kabuklarına daha da çekilir, varsa ait oldukları topluluklara sığınma eğilimi artar, toplum iyice parçalanır ve parçalara ayrılmış bir toplumu sopayla bir arada tutmak kolaylaşır. Bu ortamda sanatçılar, aydınlar, akademisyenler tutuklanır; bölücülükle hainlikle suçlanır, körleştirilmiş yığınlar “tamam o zaman” refleksiyle davranırlar. Tam da bu tarz tepkileri beslemek için, sıradanlığa, düzeysizliğe ve vasatiliğe güzellemeler yapılır, entelektüel birikimin karşısında cehalet pompalanır. Erdoğan faşizmi altındaki durum da tastamam budur.

Lümpenliğin, sıradanlığın, geriliğin pohpohlanması

Faşizm, seslendiği ezilmiş bireyi mevcut durumu içinde yüceltir, pohpohlar, kendini önemli hissettirir. Ama bunu yaparken ona yeni ufuklar açmaz, ezilmişliğinin nedeni olarak önüne sahte düşmanlar koyar, bunun doğurduğu yıkıcı öfkeyi suiistimal eder. Ulaşamadığı, sahip olamadığı, vakıf olup anlayamadığı her şeye karşı yalnızca içten içe değil, açıkça dışa vuran hastalıklı bir haset duygusu ve onu yok etme arzusu faşist zihniyetin tipik özelliklerinden biridir. Gündelik yaşam içerisindeki faşist “küçük adam”, sanata da, bilime de, kültüre de bu nedenle düşmandır. Onun gözünde tüm bunlar entelektüel zırvalıklardır, “içine tükürülesi” şeylerdir.

Faşizm topluma sıradanlığı bir marifet olarak dayattıkça toplumun kültürel hayatında da bunun karşılığı olur. Sanat denen şeyin köküne kibrit suyu dökülmüştür zaten, faşizmin mabetlerinde arzı endam edenlerin sanatçılığı da kendinden menkuldür. Bu yardakçılar kendilerini gündemde tutabilmek için faşist liderin ihsanına muhtaçtırlar. Onun resmikabullerinde boy göstermek, liderle resim çektirmek, ondan iltifat duymak, hele de devlet nişanlarından birini göğsüne asmak kolay iş değildir. Bunun için faşizmin kendisinden beklediklerinin yerine getirilmesi gerekir.

Yaptığı ve ettikleriyle toplum tarafından hakiki olarak beğenilen, şu ya da bu düzeydeki üretkenliğiyle, sorgulayıcılığıyla, insani duruşuyla sanatçı sıfatını hak edenler gözden uzaklaştırılıp susturulurken, ortalık geçmişin kalıntısı olan pili tükenmiş sanatçı müsveddelerinden ve müsvedde bile denemeyecek yalaka tiplerden geçilmez olur: Tüm yaşananlara rağmen “bu ülkede bence kimse baskı altında değil, herkes fazla özgür” diyebilecek kadar vicdandan yoksun olanlar, kabalığı, sıradanlığı, lümpenliği ve düpedüz öküzlüğü kahramanlaştıran Recep İvedik tiplemeleri, Afrin’i işgal savaşına destek için bir araya gelip açıklama yapan eski türkücüler, popçular, dizi oyuncuları…

Tüm bu süprüntü takımı, bugün yaptıklarıyla Saray’ın gözüne girdiklerinden ve yarın kendilerinden bunların hesabının sorulamayacağından emin gözüküyorlar. Pervasızlıklarının kökeninde biat edip yalakası haline geldikleri faşist rejimin ve onun Reisinin yıkılmayıp baki kalacağına duyulan inanç yatıyor olsa gerek. Zira yalakalık çizgisini o denli aştılar ki, yarın “vallahi de kandırılmışız” deme şansını bile kendi elleriyle yok ediyorlar. Ancak buna şaşırmamak gerekiyor, nitekim toplumun AKP karşıtı geniş kesimlerinin çoğunluğunda da aynı “yıkılmazlık” algısı kök salmış, bu da beraberinde moral bozukluğunu ve sinmişliği getirmiştir. Bu algıyı yaratabilmesi, maalesef ki faşist rejimin önemli bir başarısıdır.

İhbarcılık körükleniyor

Faşizm gündelik hayatta kişiyi yalnızca daha da çürütmekle kalmıyor, onu devletin muhbiri haline getiriyor. “Sayın muhbir vatandaşlar”ın sayısı ve faili oldukları ihbar vakaları giderek artıyor. Bu ülke faşizmi ilk kez yaşamıyor, geçmişte de askeri biçimler altında faşizm dönemleri yaşandı. 12 Mart yarı-faşist diktatörlük döneminde, generaller toplumdan açıkça ihbarcılık yapmasını talep ediyor, halkı göreve çağırıyordu. “Sayın muhbir vatandaş” deyimi de o zamandan kalmadır. Sokakta, kahvede, berberde, okulda, işyerinde vb. tanıdığı ya da tanımadığı kişilerle yaptığı sohbetlerin sonucunda karakolun yolunu tutanların sayısı hiç az değildi. 12 Eylül’de bunlara itirafçılar kategorisi eklendi. Ergenekon operasyonları sürecinden itibaren de yenileri arzı endam ettiler, gizli tanık sıfatıyla. Demirtaş’ın son mahkemesinde gizli tanıkların nerede olduğu sorulduğunda, “onların varlığının gerekli olmadığı, önemli olanın işlevleri olduğu” da söylendi.

Bugünlerde ihbarcılık yeniden tırmanışta. Ama birilerini ihbar etmek için artık onunla sohbet etme zorunluluğu da ortadan kalktı, ihbar edilecek kişinin cep telefonunda, tabletinde vs. neyi okuduğunu ya da yazdığını dikizlemek bile yeterli.

Polis, savcılar ve hâkimler ihbarcı vatandaştan gelecek bilgiler için teyakkuzda bekliyor. Öyle ki, “muhbir vatandaş” otobüste ön sırada oturan kadının cep telefonunda yaptıklarını dikizleyip polisi aramaya görsün, polis daha son durağına varmadan otobüsü çevirip durdurmayı başaracak, savcı koşturarak ifadesini alıp mahkemeye sevk edecek ve yargıçlar da tutuklama kararını vereceklerdir. Ne de olsa sayın muhbir vatandaşın emeği boşa gitmemelidir! Hatta sosyal medya sayesinde, hiç tanımadığınız ve görmediğiniz biri tarafından bile yaptığınız paylaşımlardan hareketle ihbar edilmeniz de mümkün. Gerek bu ihbarların gerekse de devletin takibi sayesinde, Afrin savaşına karşı oldukları gerekçesiyle bir ay içerisinde 900 civarında insan gözaltına alınmış durumda.

İhbar kültürü, baskıyı ve korkuyu toplumun hücrelerine yaymakta önemli bir rol oynuyor. Herkesin hem kendi zihnini hem de bir diğerininkini gözetlemesi teşvik ediliyor. İhbarcı, vicdandan arınmıştır, insani değerlerden de.

Nazilerin gizli polis aygıtı olan Gestapo’nun icraatlarında ihbarlar çok önemli bir rol oynuyordu. İhbarcılık makbul vatandaş olmanın bir gereği idi. Bugün de öyle. Güya ilim irfan yuvası olan, güya fikir özgürlüğünün mabedi olan üniversitelerde yalnızca devletin resmi ya da gayri resmi muhbirleri değil, faşist zihniyetteki öğrenciler de diğer öğrencilerin yanı sıra hocalarını da ihbar ediyorlar. Örneğin Amasya’da ders sırasında ihbar edilen bir öğretim üyesi, daha ders bitiminde amfi çıkışında derdest edilerek gözaltına alınabiliyor. Barış bildirisine imza atan akademisyenler kendi öğrencileri tarafından ihbar ediliyor, odalarının kapılarına tehdit notları bırakılıyor, medya organlarında ifşa ediliyorlar. Bu ihbarların konusu illa ki Kürtlere destek ya da Erdoğan karşıtlığı olmak zorunda da değil; “eşcinsel grupları destekliyor” diye ya da “Darwin’i anlatıyor” diye ihbar edilen akademisyen ve öğretmenler de mevcut!

Okullarda savaş ve şiddet karşıtlığı külliyen yasak!

Geçmişine, kültürüne ve kendine has özelliklerine bağlı olarak dozajı değişse bile tüm kapitalist toplumların eğitim kurumlarında, burjuva ideolojisi, en başta da milliyetçilik ve militarizm bir davranış kalıbına dönüştürülerek yıllar boyunca her gün öğrencilere talim ettirilir. Bizimki gibi toplumlarda öğrenciler, bilhassa da erkek öğrenciler otoriter bir kişilik kalıbına sokulurlar. Kendinden güçlüye, lidere itaat et, emrin altındakilere ya da gücünün yettiğine de itaat ettir!

AKP nicedir itaatkâr ve kindar nesiller yetiştirme hedefinde olduğunu açıkça beyan ediyor. Zaten pespaye durumdaki eğitim sistemi hallaç pamuğu gibi atılarak bu amaç doğrultusunda yeniden yapılandırıldı. Bu uygulamaların yıkıcı etkileri yalnızca bugünü değil, geleceği de etkileyecektir. Faşist rejimin bu açıdan katettiği mesafeyi ve kendi adına ulaştığı başarıyı küçümsemek asla doğru olmaz.

Birkaç örnek gelinen durumu çarpıcı bir şekilde özetliyor. İşler o denli çığırından çıkmış durumda ki, Akhisar’da İlçe Milli Eğitim Müdürlüğü, ilkokul öğrencilerinin hazırladığı bir tiyatro oyununu “savaş ve şiddet karşıtı olduğu” gerekçesiyle yasaklayabiliyor. Haksız savaşa karşı çıkanlar polis takibine alınırken, hükümet kuruluşlarından belediyelere, milli eğitim müdürlükleri ve üniversitelerden çeşitli cemaat ve dinci vakıflara kadar sayısız kurum, cihadın, işgalin, savaşın propagandasına yoğunlaşıyor. Şiddet ve savaşa övgü, militarizme tapınma etkinlikleri teşvik ediliyor. Okullarda 15 Temmuz darbesini lanetleyen köşelerin yerine ya da yanına Afrin savaşına övgü köşeleri oluşturuluyor. Bilhassa imam-hatip okulları bu tür faşist etkinliklerde başı çekiyorlar. Okul bahçelerinde yapılan törenlerde gerici ya da faşist şiirler okunup ardından ölmeye çağrılan çocuklara tekbirler getirtiliyor. Kimi imam-hatip okullarında hem öğretmenler hem de öğrenciler tüm gün boyunca askeri kamuflaj kıyafetleriyle ders yapıyorlar, konu elbette cihat, şehadet ve Afrin savaşı. Kendi torunları Amerikan kolejlerinde okuyan Erdoğan, kürsüde konuşma yaparken küçücük bir kız çocuğunu yanına çağırıyor, askeri kıyafet giydirilmiş kız çocuğunun cebindeki bayrağa işaret ederek, “bayrağı da cebinde, şehit olduğunda üstüne örterler” diyebilecek kadar pervasızlaşabiliyor.

Faşist zihniyetin kolay hedefi: Kadın ve çocuklar

İstisnasız tüm faşist hareketler şu ya da bu ölçüde kadın düşmanıdırlar. Günümüzde bazı faşist ya da faşizan hareketlerin vitrininde kadın figürlerin görünebiliyor olması bu gerçeği değiştirmiyor. Aksine faşist partilerde bu tür figürlerin kullanılması, onların kadınlar, gençler nezdindeki inandırıcılığını arttıran bir faktör olarak görülmektedir. Oysa gerçek şu ki, faşist ideolojide başrol erkeğindir, güçlü olan, yalın olan, sarih olan, katı olan odur; kadın ise zayıftır, korunmaya muhtaçtır ama aynı zamanda karmaşıktır, içten pazarlıklıdır, yumuşak ve hatta gevşektir, tüm bunlardan dolayı da güvenilmezdir, kontrol ve baskı altında tutulmalıdır! Propagandası yapılan şey, anneliğe ve erkeklere hizmetçi olmaya indirgenmiş, dolayısıyla kamusal alandan dışlanıp eve kapatılmış bir kadınlıktır.

Bu bakış açısı doğal olarak kadınlara yönelik şiddet ve tacizi daha da körüklemektedir. Bakanlık verileri, şiddet gören kadınların oranının yüzde 40 olduğunu söylüyor ki, kadınların çoğu yaşadığı şiddet ve taciz hakkında suskun kalmayı tercih ediyorlar. Konuyla ilgili çalışma yürüten kuruluşlar, bu tür saldırıların yalnızca yüzde beşinin mahkemelere yansıdığını söylüyorlar.

Gerek bu olgu gerekse çocuklara yönelik cinsel istismar vakalarındaki patlamalı yükseliş kapitalist çürümenin doğrudan sonucu olsa bile, bu tür vakaların artışında faşizmin önemli bir katalizör rolü üstlendiğine şüphe yoktur. Yalnızca Türkiye’de değil tüm dünyada otoriter veya totaliter eğilimler güç kazanırken, topluma yukarıdan aşağı, kokuşmuş ve yozluğun zirvesindeki bir muhafazakârlık/dinselleşme daha sistematik bir şekilde dayatılıyor. Tepe despotlaşırken, tabanda gücünün yettiğini ezme eğilimi güçlenip daha geniş bir meşruluk kazanıyor. Toplumun en korunaksız kesimleri, kadınlar, kız ve erkek çocuklar, LGBTİ bireyler bu ezilmeden paylarına düşeni fazlasıyla alıyorlar. Bu kesimlere karşı girişilen şiddetin failleri, erkek egemen zihniyeti her şekilde pohpohlayan faşist rejim altında, korunup kollanacaklarına sonsuz güven duymaktadırlar. Zira şikâyet için gidilen karakollarda olayın üstünü örten polisler, dava açmamak için kırk dereden su getiren savcılar, iyi hal indirimi yapmak için birbirleriyle yarış halindeki hâkimler, faşist zihniyetle harmanlanan bu erkek egemen anlayışın korunması için çaba gösteriyorlar. Bu tablodan çıkan tek bir sonuç vardır: Kapitalist düzen hele de otoriterleştikçe kadına ve çocuklara dönük şiddet ve tacizin nesnel zeminini daha da güçlendiriyor.

Tecavüz, taciz, cinayet ve şiddet vakalarındaki patlamalı artışta faşist iktidar fazlasıyla rol oynuyor. İşler vahim boyutlara ulaşıp artık bir toplumsal hezeyan kaynağına dönüştüğünde, hükümet sanki bu durumun baş sorumlularından biri kendisi değilmiş gibi, güya bu saldırıları önlemek için önlemler alınacağını açıklıyor. Daha yakın zamanda, tecavüz ettiği kadınla evlenenlere, kız çocuklarıyla evlenenlere af yasası çıkartmaya çalışan hükümet, mide bulandırıcı bir ikiyüzlülükle çocuk istismarının bir insanlık suçu olduğunu höykürüyor. 15 Temmuz darbe girişimini Allahın lütfu diyerek faşist kurumsallaşma yolunda istismar eden Erdoğan, her fırsatı, tasavvurundaki faşist karanlığı tam olarak hayata geçirmek için istismar etmekten çekinmiyor. Çocuk istismarına karşı gelişen haklı nefreti de kendi melun hedefleri için suiistimal ediyor. Bir yandan zina tartışmasını tekrar canlandırıyor, diğer yandan da bu haklı öfkeden, yeni baskı yasaları çıkartmak, belli suçlar için (tabii ki “terör” suçu da dâhil) idam cezasını geri getirmek amacıyla yararlanmaya çalışıyor.

Bu minvalde bir hususun daha altını çizmekte yarar var. Toplumsal muhalefet bu denli gerilediği için, kadın ve çocuklara dönük şiddet, taciz ve tecavüz vakalarının gündemin ilk sıralarına yerleşmesi, sonuçta dönüp dolaşıp egemenlerin ekmeğine yağ sürmekte, onlar tarafından suiistimal edilmekte ve bu sorunun sorumlusu sanki kendileri değilmiş gibi poz kesmelerine fırsat sunmaktadır. Dahası Türkiyeli olanlar da dâhil tüm kapitalist güçler bunu fırsata çevirerek, işledikleri diğer insanlık suçlarının da gündemden uzak tutulmasını sağlamaktadırlar. Unutmayalım, başta Ortadoğu olmak üzere dünyanın çeşitli bölgeleri emperyalist paylaşım savaşının alevleriyle kavruluyor. Bu savaşlarda daha şimdiden çoğunluğunu kadın ve çocukların oluşturduğu milyonlarca sivil katledilmiş durumda. Özellikle ileri kapitalist ülkelerde, emperyalist savaşa karşı anlamlı bir mücadele yürütmeyenlerin, kadınlara dönük saldırganlığı “ben de” benzeri kampanyalarla öne çıkarmalarının, başta medya olmak üzere büyük sermaye kuruluşlarının bu tarz kampanyalara destek vermesinin altında bir bit yeniği aramak gerekmez mi?

Faşizmin hükmü sonsuz değildir

Özetleyelim. İster askeri ister sivil olsunlar tüm faşist rejimler, toplumu kendi tasavvurlarına göre yeniden biçimlendirmek isterler. Baskı aygıtları tam gaz çalıştırılıp çeşitlendirilirken, ideolojik propaganda ve yalan aygıtları da alabildiğine yetkinleştirilir. Sivil faşist iktidarlarda bu ikincisinin daha büyük rol oynamasının uzun vadeli yıkıcı ve çürütücü etkileri sözkonusudur. Toplumun alıklaştırılması, yalanla beslenmesi, bir yandan baskı ve sopa zoruyla sindirilirken bir yandan da en azından belirleyici bir toplum kesiminin kendisini faşist iktidarla özdeşleştirerek ona dayanak olması sağlanmaya çalışılır. Bu çabalar bilhassa genç kuşaklar üzerinde yoğunlaşır. İtaatkâr, kinci, kendini “reisine ve devletine adamış” ve onun için ölmeye hazır, faşist zihniyetteki genç kuşaklar ne denli yaratılabilir, örgütlendirilebilir ve seferber edilebilirse, faşist rejimin dayanakları da o kadar güçlendirilmiş olur.

Ama tarihten de biliyoruz ki ne denli çabalarsa çabalasın, faşist rejimlerin ilânihaye ayakta kalması mümkün değildir; iç çelişkilerinin kemirmesiyle, bastırılan sınıf çatışmasının eninde sonunda tekrar canlanmasıyla, içerde ve dışarıda giriştiği maceracı saldırganlığın yol açtığı hezimetlerle faşist rejim er geç yolun sonuna gelir.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Faşizmin Gündelik Yaşama Sirayeti, 27 Şubat 2018, https://enternasyonalizm.org/node/200

published on 27 February 2018