Faşist Rejimin Dayatmaları ve Mücadele Perspektifimiz

Totaliter rejime bir sandık meşruiyeti kazandırmak için gerekli koşulları oluşturmaya çalışan ve uygun anı bekleyen Erdoğan, en elverişli koşulları yakaladığına hükmederek 2019’da yapılması gereken cumhurbaşkanlığı ve parlamento seçimlerinin 24 Haziran 2018’de yapılacağını açıkladı. Fakat bu karar öncesinde, son derece kaba bir şekilde işlenmiş bir oyun sahnelendi. AKP-MHP faşist koalisyonunun küçük ortağı Bahçeli, Türkiye’nin uluslararası alandaki sıkışıklığının yeni boyutlar aldığını ve ekonomideki olası kırılmaların bir “erken seçim”i gerekli kıldığını açıkladı. Bu dramatik açıklamanın ardından Erdoğan yıldırım hızıyla sahneye girerek, davet edilen seçime icabet edileceğini duyurdu. Böylece topluma dayatılan gayri meşru seçim kararı, sanki iktidarın bilgi ve onayı dışında gelişen bir sürecin sonucuymuş havası yaratılarak meşrulaştırılmak istendi, isteniyor.

Oysa tüm meşrulaştırma çabalarına rağmen, 24 Haziran seçimleri bir “erken seçim” değildir, bir oyundur. Gerçekte faşist rejim, muhalefetin tam anlamıyla hazırlıksız yakalandığı koşullarda, her türlü devlet imkânını kullanarak, hile ve manipülasyona başvurarak kitleleri bir oldubitti ile karşı karşıya bırakmayı, seçim oyunuyla kendisini sandıkta meşrulaştırmayı hedefleyen bir takvim açıklamıştır. Hiç şüphesiz bu gayri meşru dayatma, 1 Kasım 2015’in yeni koşullara uyarlanmasıdır. Lakin o günden bugüne köprülerin altından çok sular akmıştır. O dönemde tırmanışa geçen faşizm, 15 Temmuz ile birlikte iktidara oturmuştur. Faşist rejim, OHAL ve KHK uygulamasıyla parlamenter işleyişi ve onun kurumlarını tasfiye etmeye başlarken, kendi kurum ve kuruluşlarıyla vücut bulacağı yasal ve anayasal değişiklikleri de hayata geçirmiştir. Böylece çeşitli aşamalardan sonra, kurumsal bir nitelik kazanmıştır.

Hem Bahçeli hem de Erdoğan seçim oyununu gerekçelendirirken, Türkiye’nin uluslararası ölçekte ağırlaşan sıkışıklığını ve tüm üstünü kapatma çabalarına rağmen ekonomik alandaki kırılganlıkları dile getirdiler. Faşist rejimin zayıflıklarının ve kırılganlıklarının anlaşılması açısından bu açıklamaların çarpıcı kısımlarını hatırlatmakta yarar var. Bahçeli açıklamasında şunları dile getirmiştir: “Seçim sürecine giden yolda toplumsal, ekonomik ve siyasi dinamikleri etkileyen çok sayıda menfi faktör yeşermektedir… Önümüzde kontrol edilemeyen beklenmedik birtakım olumsuz gelişmelerin ortaya çıkma ihtimali ise asla göz ardı edilmemelidir ve bunun pek çok emaresi de şimdiden belirginleşmiştir... Seçim sürecini etkileyen faktörlerin başında, Türkiye’nin bölgesel ve uluslararası ilişkileriyle bunların sosyal, siyasal ve askeri yansımaları gelmektedir. Bir diğer tayin edici öğe ise ekonomik göstergeler ve hükümetin alacağı tedbirlerdir. Bir başka önemli unsur ise uluslararası aktörler tarafından yönlendirilen denetimsiz göç trafiğidir.” Söz konusu açıklamanın içindeki şu ifadeler ayrıca dikkat çekicidir: “Türkiye’nin, ABD, Fransa, İngiltere ile ilgili kurulan ilişkileri değişime uğramıştır.” Erdoğan’ın açıklamaları ise şöyle: “Suriye’deki gelişmelerin hızlandığı, makroekonomik dengeden büyük yatırımlara kadar önemli kararlar vermemiz gereken bir dönemde seçim konusunu ülkemizin gündeminden bir an önce çıkarmak şarttır.”

Faşist rejim kendi geleceğini de ilgilendiren önemli tespitler yapmaktadır. Daha önce pek çok kez vurguladığımız gibi, faşist rejimin geleceğinin belirlenmesinde emperyalist güçler arasındaki rekabet ve Ortadoğu’daki savaş büyük bir rol oynayacaktır. Faşist rejim altındaki Türkiye, büyük bir hırs ve hevesle Suriye’deki savaşın bir parçası olmuş ve son olarak Afrin’i işgal etmiştir. Ekonomik alandaki sarsıntılar da emperyalist savaş ve rekabetten bağımsız değildir. Sermaye birikim düzeyi ancak alt-emperyalist bir güç olmasına yeten Türkiye, Batı kapitalizmiyle iç içe geçmiş bir ekonomiye sahiptir. Kapitalizmin tarihsel kriz koşullarında, ciddi kırılganlıklara sahip bir ekonomik yapıyla rekabete girişerek emperyalist güçlere kafa tutmanın ağır sonuçlarının olması kaçınılmazdır.

Uluslararası alanda ağırlaşan sıkışıklık

Erdoğan liderliğinde şekillendirilen emperyal siyasetin amacı, bir taraftan Kürt halkının Ortadoğu’da statü kazanmasının önüne geçmek, öte taraftan ise ne pahasına olursa olsun emperyalist paylaşım masasına bir aktör olarak oturmaktır. Fakat bu doğrultuda ABD ve Rusya arasındaki çelişkilerden yararlanarak Suriye’de oyun kurucu olmaya çalışan Türkiye’nin manevra alanı giderek daralmaktadır. Neticede emperyalist güçler arasındaki çelişkilerin daha da keskinleşip kutuplaşma ve bloklaşma yönünde bir basıncın artmasıyla, Türkiye’nin izlediği siyaset de sınırlarına yaklaşmıştır. Sürekli dikkat çektiğimiz üzere, büyük oyun kurma ve süreci yönetme kapasitesine sahip olanlar, gerçekte büyük emperyalist güçlerdir. Erdoğan’ın alabildiğine hırslı bir siyaset izlemesi ve gözünü karartıp maceraya dalması bu gerçeği ortadan kaldırmıyor.

Faşist rejimin izlediği siyaset, Türkiye’nin stratejik pozisyonunu son derece kararsız, belirsiz ve kırılgan hale getirmiştir. Nitekim geçtiğimiz haftalarda ABD, İngiltere ve Fransa’nın Esad rejiminin kimyasal silah kullandığı yalanını ileri sürerek Suriye’ye saldırması, Erdoğan Türkiyesi’ni bir kez daha kararsızlık noktasında yakalamıştır. Batılı emperyalist güçlerin Suriye’ye dönük hamlelerinin asıl hedefi kuşkusuz Rusya ve İran’dır. Lakin bu saldırı, aynı zamanda, Batı ittifakından uzaklaşmaya başlayarak Rusya ile ilişkilerini derinleştirme sürecine girmiş Türkiye’ye verilmiş bir uyarıdır. Ondan somut tutum alması ve tarafını belirlemesi istenmiştir. Türkiye dört saat bekledikten ve Rusya’nın bu saldırıya aşırı sertlikte bir tepki vermeyeceğini gördükten sonra, “saldırıyı olumlu buluyoruz” demiştir. Bu durum, emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden yararlanma ve iki tarafa da oynama siyasetinin sonsuza açılmadığını bir kez daha gözler önüne sermektedir.

Doğu Guta’da kimyasal silah kullanıldığı bahanesiyle harekete geçen ABD, İngiltere ve Fransa’nın amacı, Esad rejimini ve Rusya’yı sıkıştırmak, pazarlık masasına çekmek ve daha fazla taviz kopartmaktır. Söz konusu saldırıdan sonra, Esad’ın pozisyonunu daha da güçlendirdiği değerlendirmeleri yapıldı. Oysa gelinen aşamada Batılı güçlerin hedefi, Rusya’nın savaş sahasında olduğu koşullarda Esad rejimini yıkmaya çalışmak değil, kendi çıkarlarını korumak üzere neleri göze alabileceklerini göstermektir. Batılı emperyalist güçler, Fırat’ın doğusunda kendi pozisyonlarını meşrulaştıracak bir planı Rusya’ya dayatmak üzere basınç bindiriyorlar. Önemli tarım alanlarının ve petrol yataklarının bulunduğu Fırat’ın doğusunu Kürtler kontrol ediyor ve ABD’nin bu bölgede en az 13 askeri üssü var. Suriye’deki paylaşıma dâhil olmak amacıyla ABD ile yakınlaşan Fransa’nın, Türkiye’nin Menbiç’e operasyonu gündemde tuttuğu günlerde, bu bölgeye asker göndermesi ve Macron’un Kürt güçlere desteğini açıklaması tesadüf değildir. Amerikan ordusunun olası bir saldırıya karşı Menbiç’te teyakkuza geçmesi de Türkiye’ye verilmiş ayrı bir mesajdır. Rusya’nın Suriye’de mutlak bir nüfuz elde etmesinin ve İran’ın Akdeniz’e açılmasının önünün kesilmesi bakımından Kürt güçlerin kontrol ettiği bölge, Batılı emperyalist güçler için çok önemli bir kazanım haline gelmiştir. Nitekim Amerika, Arap ülkelerini ve Fransa’yı da dâhil ederek, bu bölgeyi uluslararası bir güç yığınağıyla tahkim etmeye çalışıyor. Suudi Arabistan, Mısır ve Birleşik Arap Emirlikleri’nin Fırat’ın doğusuna asker göndermesi bu kapsamda gündeme getirilmiştir.

Hiç kuşku yok ki Arap ülkelerinin Fırat’ın doğusuna yerleşmesi hedefi, esas olarak İran’ı kuşatmaya dönüktür. ABD yönetimine daha savaşçı bir çizginin egemen olması, durup dururken olmamıştır. ABD’nin Suudi Arabistan öncülüğünde İran’a karşı hazırladığı “fırtına” giderek yaklaşıyor. Fakat İran’ın kuşatılması ve ona karşı çeşitli biçimlerde harekete geçilmesi, Türkiye’yi de hangi safta yer alacağı konusunda netleşmeye zorlayacaktır. Erdoğan Afrin fatihi pozları keserken, ABD emperyalizmi Ortadoğu ölçeğinde kurduğu oyunun bir parçası olarak Türkiye’yi gerçek bir sınavla karşı karşıya bırakabilir. Bunun yanı sıra, Arap ülkelerinin Fırat’ın doğusuna yerleşmesiyle, Türkiye’nin Kürtlerin kontrol ettiği bölgelere saldırmasının, işgal etmesinin ya da bu yönde sürekli bir gündem oluşturmasının önüne geçilmek isteniyor. Son Arap Birliği toplantısında Afrin’i işgal eden Türkiye’nin kınanması bu hedefin bir parçasıdır. Erdoğan rejimi, devamlı olarak ABD’yi dışarıdan Suriye’ye gelen bir güç olmakla eleştiriyor. ABD, İslam ve Arap dünyasını “temsil eden” bölge güçlerini devreye sokarak hem kendi üzerindeki yükü hafifletmeyi hem de kendi planlarını meşrulaştırmayı hedefliyor. Fırat’ın doğusu uluslararası güçlerin askeri merkezine dönüştürülerek, Türkiye’nin bu bölgeye dönük planları boşa çıkartılmak isteniyor. ABD’nin yeni dışişleri bakanı Pompeo’nun; Erdoğan, Ruhani ve Putin’in Suriye’yi bölüşmesine izin vermeyeceklerini açıklaması ve Türkiye’nin Afrin operasyonuyla Amerika’nın planlarına çomak soktuğunu dile getirmesi dikkat çekicidir.

Tüm bu gelişmeler, Erdoğan’ın Rojava’da savaşı tırmandırmaya ve içeride iktidarını mutlaklaştırmaya dönük oyun planına önemli bir darbe vurmaktadır. Önümüzdeki dönemde Türkiye’nin Afrin ve diğer işgal ettiği bölgelerde kalıp kalamayacağı da belirsizdir. Türkiye’nin bunu yapabilmesi Rusya’nın onayına bağlıdır. Türkiye’ye kısmi alanlar açarak onu Batılı güçlerden ve NATO’dan uzaklaştırmaya, aralarındaki çelişkileri büyütmeye çalışan Rusya, aynı oyunu sürdürmek için bu kez de işgal ettiği bölgelerde kalmasını sağlayabilir. Şam’ın dış mahallesi Doğu Guta’nın ve kimi iç bölgelerin cihatçılardan temizlenmesiyle Esad rejimi elini oldukça güçlendirmiş ve sıra İdlib gibi kentlere gelmiştir. Suriye’nin iç bölgelerinden temizlenen cihatçılar ve aileleri ya İdlib’e ya da Türkiye’nin işgal ettiği Cerablus, el-Bab veya Afrin’e gönderilmiştir. Silahlı on binlerce cihatçı Türkiye sınırına yığılmış bulunuyor. Önümüzdeki günlerde Suriye, İran ve Rusya’nın bu bölgelere operasyon başlatmasıyla, buralara yığılmış on binlerce cihatçının ve yüz binlerce insanın Türkiye’ye doğru akacağı bir sır olmasa gerek. Nitekim Bahçeli’nin “uluslararası aktörler” vurgusuyla “denetimsiz göç” trafiğine dikkat çekmesinin nedeni budur. Rusya’nın bu göç dalgasını Türkiye üzerinde bir baskı aracı olarak kullanmaması düşünülemez.

Erdoğan, Türkiye’nin Suriye’ye girmesini ve özellikle Afrin işgalini bir fetih olarak sunuyor. Yandaş medya ve hırslı ideologlar, Türkiye’nin Osmanlı’dan sonra yeniden ayağa kalktığını iddia ederek coşuyorlar. Oysa Türkiye emperyalist politikaları doğrultusunda kimi hamleler yapsa da, gerçekte büyük güçlerin sağlı sollu basıncı altına girmiştir. Türkiye’nin Rusya ile yaptığı S-400 füze anlaşmasına karşı ABD kimi yaptırımları gündeme getiriyor. Cumhuriyetçi senatörlerin F-35 savaş uçaklarının Türkiye’ye satışının engellenmesi için hazırladıkları tasarıda şunlar yazıyor: “Türkiye’nin stratejik kararları ne yazık ki Amerikan çıkarlarının giderek daha fazla dışına çıkıyor ve bazen bu çıkarlarla çatışıyor. Bu faktörler, hassas F-35 teknolojisinin Erdoğan rejimine transferini giderek riskli hale getiriyor.” İngiliz Times gazetesinin şu satırları da aynı minvaldedir: “Erdoğan erken seçim öncesi muhalefeti korkutmakta kararlı. Gerek Kuzey Suriye’de cephede, gerek iç kamuoyunda hayali düşmanları hedef alıyor. Rus silahlarını alması ve ABD ile vekâlet savaşı yürütmesi de giderek NATO üyeliği ile daha da uyumsuz bir ortam yaratıyor.”

Neticede Kürt sorununu çözmeye yanaşmayan ve üstelik Kürt halkının kazanımlarını Ortadoğu’da kanla bastırmayı ve bu arada emperyalist emellerini hayata geçirmeyi hedefleyen faşist rejim, uluslararası alanda daha fazla sıkışmıştır.

Rejimin bir diğer yumuşak karnı: Ekonomi

Ekonomik alandaki sıkıntılar da bu süreçten bağımsız değildir. Uluslararası kredi derecelendirme kuruluşlarının Türkiye’nin notunu düşürmeleri, döviz kurlarının yükselmesi sonucunda liranın tüm diğer para birimleri karşısında değer kaybetmesi, tırmanışa geçen enflasyon, yükselme eğilimindeki işsizlik, dış borcun artması, kısa vadeli dış borçların çevrilemeyecek düzeye gelmesi ve cari açığın büyümesi… Erdoğan rejiminin ne pahasına olursa olsun ekonomiyi büyütme arzusu yeni mali sıkıntılara yol açmaktadır. Bütçe büyük bir açık vermiş durumda. Fakat onca devlet teşvikine, Kredi Garanti Fonunun devreye girerek bankaları ucuz kredi vermeye zorlamasına, İşsizlik Fonunun yağmalanarak sermayeye aktarılmasına rağmen ekonomi istenen tarz ve düzeyde büyüyemiyor, istihdamda ciddi bir artış sağlanamıyor. Döviz ve faiz oranları aynı anda artıyor, faizlerin artması tüketici kredilerinin tıkanmasına ve konutların satılamamasına neden oluyor.

Faşist rejim, iktidarını garanti altına almak ve Türkiye’nin uluslararası alanda etkili ve kalıcı rol oynaması için güçlü bir ekonomiye sahip olmak istiyor. 2023 hedefinin bugünkü anlamı da tastamam budur. Rejim bu doğrultuda tüm gücüyle abanıyor, büyük projeleri devreye sokuyor, doğayı talan etmekten geri durmuyor. Fakat kapitalizmin tarihsel krizde olduğu ve dolayısıyla sistemin canlandırıcı potansiyellerini büyük ölçüde tükettiği şartlarda, faşist rejimin kontrolsüz zorlamaları ekonomik büyümenin arzu ettiği düzeye ulaşmasına yetmiyor. Üstelik bu zorlama bir taraftan ekonominin iç dengelerini sarsıp güçlü bir krize zemin hazırlarken, öte taraftan işçi sınıfının alabildiğine sömürülmesine, işçi kitlelerinin yoksullaşmasına ve hayatlarının cehenneme dönmesine neden oluyor. İş saatlerinin uzaması, iş cinayetlerinin savaşı andıran ağır bir yıkıma dönüşmesi, işsizliğin artması, bu arada işçi sınıfının borç batağına batması ve geleceğini bankalara ipotek ettirmesi…

Faşist rejim, işçi ve emekçi kitleleri daha da yoksullaştıracak büyük bir saldırının planlarını yapıyor. Gerek Bahçeli gerekse Erdoğan’ın ekonomik alandaki sıkıntılara ve hükümetin alacağı tedbirlere işaret etmeleri tesadüf değildir. AKP hükümeti, seçimlerden sonra emekçilerin sırtındaki vergi yükünü daha da artırmayı, kamu çalışanlarının iş güvencesini ortadan kaldırmayı, kıdem tazminatına el koymayı, iğneden ipliğe her şeye zam yapmaya hazırlanıyor. Şu anda verilen seçim rüşvetlerinin misliyle geri alınacağını Bahçeli ve Erdoğan’ın açıklamaları tüm çıplaklığıyla ortaya koyuyor.

Faşist rejim, meselâ bir zamanlar Hitler Almanyası’nın kitlelere sunduğu olanaklardan yoksundur. Şimdilik kutuplaştırma siyasetiyle işçi-emekçi kitleleri bölüyor; savaşa başvurarak, milliyetçiliği kışkırtarak ve medyayı kullanarak manipüle ediyor. Fakat rejimin itaatkâr ve kindar bir nesil yetiştirme doğrultusunda toplumun dokusunu bozma çabaları; mezhepçiliği ve kültürel farklılıkları kullanarak kutuplaşmayı büyütmesi; baskıyla, yasakla ve işten atmalarla muhalif kesimleri sindirme girişimleri toplumun bir kesiminin öfkesini daha da biliyor. Bu arada işçi sınıfının bağrında derinden derine büyük bir öfke mayalanıyor. Erdoğan, her ağzını açtığında OHAL’i grevleri yasaklamak ve sermayeyi korumak için kullandıklarını söylüyor. Ancak hiç şüphe yok ki, işçi sınıfı, en azından onun duyarlı kesimi bu pervasız konuşmaları bir kenara kaydediyordur. 16 Nisan referandumunda işçi-emekçi kitlelerin yoğunlaştığı büyük kentlerin tek adam rejimine HAYIR demesi bir tesadüf değildir. Nitekim büyük kentlerin HAYIR’ından sonra Erdoğan, oy oranlarının düştüğünü görerek hızla yeni adımlar atmış, yıpranmış kimi belediye başkanlarının ipini çekmiş ve MHP ile açık ittifak kurmak zorunda kalmıştır.

Tüm bunlar bir gerçeğe işaret ediyor: Ekonomik sıkıntılarla boğuşan kitleleri uyutmak, gözlerini boyamak ve dikkatlerini dağıtmak için, Erdoğan rejimi savaşa başvurmak, savaş söylemini sürekli kullanmak, milliyetçi temelde kitleleri galeyana getirip harekete geçirmek durumundadır. Afrin işgalini bu temelde kullanan rejim, savaş gündemini canlı tutmak için Tel-Rıfat, Menbiç, Sincar ya da Kandil’e operasyonu gündeme getirmiştir. Ancak uluslararası alandaki gelişmeler buralara operasyonu büyük ölçüde imkânsız kılmaktadır. Afrin savaşıyla yaratılan olağanüstü durumu aylar boyunca sürdürmek mümkün olmamıştır. Nitekim işgal harekâtı tamamlandıktan sonra kitleler yine kendi acil sorunlarıyla baş başa kalmışlardır.

Özetle, rejimin uluslararası alanda daha fazla sıkıştığı, ekonomik alandaki kötü gidişatın sürdüğü, kitlelerdeki hoşnutsuzluğun arttığı, sermaye çevrelerinin yurtdışına para transferi yaptığı koşullarda Erdoğan’ın seçimi 2019’a bırakması olanaklı değildi. Erdoğan, Afrin savaşıyla birlikte yakaladığı ivme tümüyle berhava olmadan, uluslararası alandaki gelişmeler Türkiye’yi bugünkü pozisyonlarından daha gerilere itmeden ve rejimi büsbütün sıkıntıya sokmadan, muhalefeti tümüyle hazırlıksız ve aciz yakalayarak, her türlü hileye başvurabileceği bir seçim oyunuyla hedefine ulaşmak, kendini güçlendirmek istiyor. Hiç kuşku yok ki şu andaki durum Erdoğan’ın tam istediği koşulları ifade etmiyor. Ancak beklemek rejim için daha fazla handikap anlamına geliyor. Zira mevcut koşulların ağırlaşmasıyla toplumsal hoşnutsuzluk artabilir ve kitleler “artık yeter, bu rejim gitsin” noktasına gelebilirlerdi. Tüm bu gelişmeler, rejimin arzu ettiği koşullar tam anlamıyla oluşmadan ani bir “seçim” kararı almasında etkili olmuş, Erdoğan planlarını öne çekmiştir.

Faşist rejimin dayatmaları ve mücadele perspektifimiz

Burada birkaç hususun altını çizmekte fayda var: Totaliter rejim bir seçim kararı almaya mecbur olmuştur. Erdoğan, ya burjuva muhalefet de dâhil olmak üzere Kürt hareketini ve sosyalist örgütleri tümüyle ezecek, partileri kapatacak ve yöneticilerini cezaevine tıkacaktı ve böylece iktidarına karşı tehdit oluşturabilecek her türlü oluşumdan kurtulacaktı ya da sanki demokratik süreç ve mekanizmalar işliyormuş rolü oynayarak bu doğrultuda kimi göstermelik adımlar atacaktı. Şüphe yok ki, Erdoğan, koşullar zorunlu kıldığında Hitler gibi tüm partilerin kapısına kilit vurmaktan geri durmaz. Lakin bugünkü dünyada, Türkiye’nin içinde bulunduğu koşullar burjuva muhalefetin Hitler tarzı ezilmesine, ABD ve Avrupa ile köprülerin atılmasına olanak vermiyor. En azından durum şimdilik böyledir.

Türkiye, ekonomisi Batı kapitalizmine derinden entegre olmuş bir ülkedir. Tekelci sermaye Batı’nın tekelci sermayesiyle iç içe geçmiştir. Türkiye’nin 160 milyar dolarlık ihracatının yarısından fazlası Batı ülkelerine yapılıyor. Batı bankalarından borçlanan Türkiye’nin, devlet ve özel şirketler dâhil 405 milyar dolarlık dış borcu bulunuyor ki, bu borç gayri safi hâsılanın yarısıdır. Türkiye hâlâ Batı ittifakının bir parçası konumundadır, NATO ülkesidir. Zaten emperyalist güçler arasındaki çelişkilerden faydalanmasını sağlayan da onun bu konumudur. Fakat onun bu siyaseti, uluslararası alanda sıkışmasını, ekonomi dâhil birçok alanda Batılı emperyalist güçlerin baskısını ve pek çok açmazı da beraberinde getirmektedir. İşte tüm bunlar, Türkiye’deki faşist rejimin yumuşak karnını ve kırılgan yönlerini oluşturuyor.

Dolayısıyla Erdoğan rejimi, bir taraftan demokratik süreç ve mekanizmalar işliyormuş algısı yaratmak, öte taraftan her türlü gayri meşruluğa, hile ve manipülasyona başvurarak iktidarını güçlendirmek ve ona bir sandık meşruiyeti kazandırmak üzere hareket etmektedir. Burjuva demokratik yapı sanki varlığını hâlâ koruyormuş gibi siyaset yapan muhalefetin aymaz tutumu, Erdoğan’ın kurguladığı bu oyunu rahatça oynamasına imkân veriyor. Oysa faşist rejim 94 yıllık cumhuriyetin geleneksel yapısını değiştirmiş ve bunu anayasal bir çerçeveye oturtmuştur. Parlamenter sisteme ve onun mekanizmalarına son vermiş, Meclis ise faşist diktatörlüğü örten bir şala dönüşmüştür.

Afrin savaşı sürecinde rejim, seçim yasasını değiştirerek her türlü devlet baskısını ve kontrolünü garanti altına almış ve gayri meşruluğa yasal bir kılıf sağlamıştır. Gayri meşru seçim kararı alınmadan haftalar önce en büyük medya grubunun zorla yandaş gruplara sattırılması, ana akım burjuva medyada tam anlamıyla bir tekelleşmenin ve tek sesliliğin sağlanması rejim açısından son derece önemli bir adım olmuştur. Dolayısıyla 24 Haziran seçimleri, faşist rejimin elini güçlendirdiği, muhalefetin hazırlıksız yakalandığı, kitlelerin bir oldubitti ile karşı karşıya kaldığı koşullarda gerçekleşecek. OHAL, faşist rejimin her türlü baskı ve zorbalığının yasal kılıfı olmaya devam edecektir. Erdoğan, elinde tuttuğu tüm devlet imkânlarını sonuna kadar kullanmaktan, bu doğrultuda provokasyonlar örgütlemekten, savaşı yeni alanlara taşımaktan, savaş söylemlerini sürdürmekten geri durmak istemeyecektir. Medya eliyle muhalefeti yalıtmaya çalışırken, kitlelerin karşısına “kaos mu düzen mi” ikilemini koyacaktır.

Nitekim rejim ilk hamlesini yapmıştır: AKP’nin içinde ve tabanında bir kırılma yaratma potansiyeli olan, Batılı sermaye çevrelerinin de desteğini alan Gül’ün adaylığı engellenmiştir. Üstelik Erdoğan, Gül’ün aday olmaması için bizzat Genelkurmay başkanını devreye sokmuştur. Apoletlilerin Türkiye siyasetini yıllarca bu tarz müdahalelerle belirledikleri, istemediklerini tehdit ve şantajla cumhurbaşkanı adayı yaptırmadıkları düşünülürse, Genelkurmay başkanının helikopterle Gül’ün bahçesine inmesinin sembolik anlamı daha iyi ortaya çıkar. Çok açık ki faşist rejim, silahlı gücün tepe yöneticisini de kullanarak en ciddi rakibi olacak Gül’ü bir “muhtıra” ile devre dışı bırakmıştır.

Faşist iktidarın, seçim sandıklarından istediği sonucu çıkarmak için elinden geleni yapacağı açıktır. İlk hedefinin HDP’yi baraj altında bırakarak saf dışı etmek olduğu ve bunun için Kürdistan’da her türlü hileye ve baskıya başvuracağı da aşikârdır. Dolayısıyla yapılması gereken, yanılsamalar yaymak yerine toplumsal muhalefeti faşist iktidarın her türlü oyun planına ve saldırısına karşı uyanık ve dinamik tutmaktır.

Şu anda sosyalist hareket siyasal süreçleri belirleyecek politik bir güç konumunda değil. Fakat politik süreci doğru tahlil etmek, buna göre tutum almak ve geleceğe dönük bir mücadele perspektifiyle hareket etmek çok önemlidir. Bir taraftan rejimin zorbalığını ve gayri meşruluğunu teşhir ederken, öte taraftan muhalif kitlelerin tepkisini totaliter rejime karşı bir HAYIR protestosuna; ezilenlerin, sömürülenlerin, işsiz ve yoksul kitlelerin, emekçi kadınların tepkisinin bir aracına dönüştürmek son derece hayatidir. Faşizmin tüm dizginlerinden boşalarak mutlak bir zafer kazanmaması perspektifiyle, işçi sınıfı içinde çalışma yürütmek günün görevidir. Faşist rejim her türlü zorbalığa ve gayri meşruluğa başvurarak bu seçim dayatmasından zaferle çıksa da, önümüzdeki dönemde rejimin zayıflıkları ve kırılganlıkları baki kalacaktır.

Unutmayalım ki her şey kapitalizmin tarihsel kriz sahnesinde cereyan ediyor. Erdoğan Türkiye’sinin önünde parlak bir gelecek bulunmamaktadır. Dolayısıyla asıl belirleyici olan, hileli sandıktan çıkacak sonuçlar değil, sandığa kadar ve sonrasında izlenecek mücadele hattı olacaktır. Zorbaların üstesinden gelebilecek tek güç ezilen, sömürülen işçilerin, emekçilerin gücüdür. Rejime tepki duyan işçi ve emekçi kitlelerin 1 Mayıs alanlarında yerlerini almaları, mitinglerde oluşan ruh hali ve ortaya konan talepler, faşist rejime karşı mücadele tarzının ve niteliğinin ne olması gerektiğini de ortaya koymaktadır.

Daha önce de ifade ettiğimiz gibi, rüzgâr eken fırtına biçer! Erdoğan, iktidarını kalıcı hale getirmek amacıyla tüm kurulu düzeni kökünden sarsıyor. Böylece eski koşullara dönüşün önünü de kapatmış oluyor. Tarihsel deneyimin ortaya koyduğu gibi; kurulu düzenin sarsıldığı, ülkenin savaş ve çalkantıya itildiği koşullar, aynı zamanda derinden derine devrimci bir sürecin nesnel zeminini döşer.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Faşist Rejimin Dayatmaları ve Mücadele Perspektifimiz, 2 Mayıs 2018, https://enternasyonalizm.org/node/194

next article ...
T A M A M derken
published on 2 May 2018