Toplumsal Bunalım Dönemlerinde Öfkenin Dışavurum Biçimleri

Günümüz Türkiye’si hem küresel sistem krizinin hem de kendi iç dinamiklerinin sonucu olarak olağanüstü bir dönemden geçiyor. Her yönüyle emekçi kitleleri vuran bu süreçte, kitleler ne yazık ki, durumun farkında olmadıkları için, öfkelerini ve tepkilerini asıl sorumlulara yöneltemiyorlar.

Kaotik dönemlerde günübirlik detaylara boğulmadan, devrimci Marksist bakış açısını yitirmeden tarihsel eğilimi görmek büyük önem taşıyor. “Kapitalizm artık tarihsel bir gerileme ve durgunluk eğilimi içine girmiştir. Bu eğilim, kapitalist ekonomideki kısa dönemli iniş çıkış döngülerinin çok ötesine geçen uzun dönemli bir düşüş dalgası yaratmıştır. Kapitalist işleyişin olağan periyodik krizlerinden ayırt etmek ve çarpıcı biçimde ifade etmek gerekirse, bu, kapitalizmin tarihsel bir sistem krizidir. Bugün dünyanın içinde bulunduğu durum, bu tespitimizin doğruluğunu açıkça gözler önüne seriyor. 2000’li yılların başından bu yana, ekonomik göstergeler burjuva iktisatçıları küresel kriz ve küresel durgunluk konusunda her geçen gün daha da ciddi endişelere sürüklüyor. Kapitalist kriz koşullarının yarattığı kötümserlik burjuva sınıfın ideologlarını da sarmış durumda. Hıristiyan âleminin Papa’sından bilim dünyasının ünlü ismi Stephan Hawking’e uzanan bir yelpazede, bizzat burjuva düzen içinden kapitalizmin korkutuculuğuna dair sesler yükseliyor.” (Elif Çağlı, Gerçekler Ortada!, 31 Aralık 2015, marksist.com)

Kimi burjuva iktisatçılar bile ‘29 krizini aşan büyüklükte bir buhran döneminin içinde olduğumuzu kabul ediyorlar. Elbette işçi sınıfının ürettiği zenginliklere el koyarak sefasını süren kapitalist sistemin efendileri veya onların ideologları, düzenlerinin bozulmasından endişe ettikleri için zaman zaman “bu kadar da olmaz” türünden eleştiriler getiriyorlar. Her zaman kapitalist sömürü düzeninin cefasını çeken emekçiler ise, krizin derinleştiği dönemlerde büsbütün kapitalizmin yarattığı sorunlarla boğuşmak zorunda kalıyorlar. Krizle birlikte yoksunluk, yoksulluk ve savaşın yaygınlaşması dünyanın her yerinde emekçiler için büyük bir umutsuzluk ve karamsarlık hali yaratıyor. Gelişmiş kapitalist ülkeler de bundan vareste değil. Yaşlı kürenin düne göre çok daha küresel olduğu ve dünyanın bir ucundaki hışırtının anında diğer ucunda da duyulduğu günümüz dünyasında, sadece emperyalist savaşın harlandığı ve büyük bir yıkımın yaşandığı Ortadoğu gibi coğrafyalarda değil, ABD ve Avrupa’nın gelişkin kapitalist ülkelerinde de geleceğe dair beklentilerde karamsar bir hava hâkim. Hatta kimi araştırma sonuçlarına göre G-7 ülkelerindeki karamsarlık dünyanın geri kalanına göre çok daha yüksek.[*] Meselâ AB ekonomisinin lokomotifi pozisyonunda olan ve istikrar bakımından örnek ülkelerden sayılan Almanya’da bile durum buna işaret ediyor. Geçtiğimiz aylarda yapılan bir kamuoyu araştırmasına katılanların %36’sı gelecek yıllardan umutlu olmadığını ifade ediyor. AB’den çıkmaya hazırlanan İngiltere’de bu rakam %44 düzeyinde. Gençlerde ise karamsarlık çok daha yüksek: %63

Türkiye’de ise, 2015 sonunda yapılan Küresel Umut ve Mutluluk Araştırmasına göre “umutlu” olanların oranı %44. Her gün yeni gelişmelerle sarsılan Türkiye açısından 2015 yılına ait veriler güncelliğini yitirmiş olsa da, umutlu olanların yarıdan az olması bile yeterince düşündürücü. Rahatlıkla söyleyebiliriz ki geçtiğimiz bir yıllık süre zarfında geleceğe dair kaygı duyanların sayısı daha da artmıştır. Dış politikanın iflası, 15 Temmuz süreci, işsizliğin artışı ve son olarak TL’nin değer kaybetmesiyle birlikte ekonominin sarsılması, “bekle-gör” pozisyonunda olan emekçilerin düşüncelerini de olumsuza çekmiştir. Erdoğan iktidarının toplumun üzerine karabasan gibi çökmesine rağmen, kitlelerin hatırı sayılır bir kesiminin gelecekten umutlu olduğunu söylemesinde, Türkiye’nin kendine has özgünlükleri (tarihsel, siyasal, ekonomik arka plan) var. Bu arka planla birlikte, bugün iktidarın ipleri elinde tutmak için başvurduğu taktikler toplumda muazzam bir kutuplaşmaya yol açmıştır. Dolayısıyla, birçok konuda beyan edilen görüşler, gerçekliği veya samimi düşünceleri ifade etmekten çok, örgütsüz kitlelerin kendilerini ait hissettikleri kutbun görüşlerini ifade ediyor. Özellikle 15 Temmuz sonrasında uygulamaya konulan OHAL ile birlikte bu kutuplaşma daha da derinleşmiştir. Meselâ geçmişte “alınları secdeye değdiği için” sempatiyle bakılan Gülen cemaatinin mensupları en azılı teröristler olarak görülmektedir şimdilerde. İktidar ne derse, arkasına yedeklediği örgütsüz kitleler de aynısını söylüyor. İktidarın politikalarını eleştirmenin vatan hainliğiyle eşdeğer tutulduğu bir konjonktürde, emekçilerin bir kısmı iktidarı daha fazla sahiplenirken, geri kalanların önemli bir çoğunluğu ise sessiz kalmayı tercih ediyor.

Kuşkusuz bu tablonun oluşmasında hem ideolojik aygıtların hem de baskı aygıtlarının çok büyük bir rolü var. “Burjuva ideolojik aygıtların en önemli faaliyetlerinden biri burjuvazinin çıkarları doğrultusunda düşünce, kanaat, yorum, yalan ve imaj üretimidir. Bu ürünleri yayan propaganda, psikolojik savaş yöntemlerinden biridir ve böylece kitlelerin algısı manipüle edilerek arzulanan kitle psikolojisi oluşturulur. Burjuva ideolojik aygıtların propaganda bombardımanı altında algıları biçimlenen ve gerçek bilgi kaynaklarına ulaşamayan kitleler, vicdanları titretecek en can yakıcı olayları dahi iktidarın empoze ettiği açıdan görebilirler. Normalde barışçı bir atmosferi arzu edecek kitleler, özellikle olağanüstü rejim dönemlerine eşlik eden kara propagandalar temelinde haksız savaşlara alkış tutan bir çılgınlığa sürüklenebilirler. Kitleler kendi yaşamlarını cehenneme çeviren sorunların, tepelerine çöreklenmiş burjuva iktidarlardan değil de çeşitli komplolarla ülkeyi zayıflatmaya çalışan iç ve dış düşmanlardan kaynaklandığı yalanına kanabilirler.”    

“Burjuva düzenin olağan işleyiş dönemlerinde ideolojik aygıtlar toplumda görece istikrar ve huzurlu bir gelecek beklentisi yaratan bir psikoloji oluşturabilmektedir. Ne var ki kapitalist sistemin derin krizlerinin burjuva düzeni sarsmaya başladığı ve emperyalist savaşın ortalığı kasıp kavurduğu olağanüstü dönemlerde, burjuva siyaset dünyasına da olağanüstü uygulamalar damgasını basmaya başlar. Kuşkusuz sonucu belirleyecek olan, somutta burjuva iktidarların sıkışmışlığının derecesi, iç ve dış güçler dengesi ve işçi-emekçi kitlelerin mücadele düzeyi gibi faktörler olacaktır.”

“Bugün Türkiye’de, sözünü ettiğimiz tüm bu hususları yakıcı biçimde siyasi gündeme yerleştirmiş bulunan bir süreç yaşanıyor. 2011 dönemeci öncesinde askeri vesayet rejimini geriletmekle, demokratik açılımlarla övünen Erdoğan iktidarı, şimdi Türkiye toplumunu tek lider sultasında simgelenen bir sivil vesayet altına almıştır. Paralelciler bahanesiyle yürütülen operasyonlar neticesinde polis teşkilatının altı üstüne getirilirken, fiili Başkan Erdoğan kendine bağlı bir polis teşkilatı yaratmış ve polis devleti uygulamalarını yoğunlaştırmıştır. Türkiye’de kitle algısıyla oynanarak korku toplumu yaratılmıştır. Uyguladıkları her türlü melanete rağmen, eğer kendilerine karşı çıkılırsa felâket olacağı yolunda bir kitle psikolojisi yaratmak otoriter rejimlerin ortak karakteridir. Pozitif uygulamalarla toplumsal destek sağlamak mümkün olmadığında, egemenler korku ve dehşet salma temelinde bir «istikrar» yanılsaması yaratırlar.” (Elif Çağlı, Otoriterleşme ve İdeolojik Aygıtların Rolü, Kasım 2015, marksist.com)

Muazzam bir medya tekeli yaratan Erdoğan iktidarı, “Erdoğan giderse Türkiye biter” algısı yaratarak kitlelerden “büyük oyunu” görmelerini ve bozmalarını istiyor! Böylece, örgütsüz kitleler kendi sınıfsal çıkarlarını düşünmek yerine, iktidarın zalimce uygulamalarına alkış tutuyorlar. Resmi rakamlara göre bile işsizlik giderek tırmanıyorken, ücretsiz izinlerde artış başlamışken, işçilerin çalışma ve yaşam koşullarının durumu ortadayken ve iktidarın politikaları yüzünden nice yaşam sönüyorken Erdoğan’ın iktidarını koruyabilmesi baskı aygıtlarının ve ideolojik aygıtların sayesinde mümkün olabiliyor.

Toplumun ruh hali

AKP-Erdoğan’ın kitle desteğini veya anketlere yansıyan kitlelerin haleti ruhiyesini bir kenara bırakacak olursak, AKP’ye oy vermiş sıradan emekçiler de dâhil olmak üzere, kitleler Türkiye’nin hal ve gidişatından gerçekten de memnunlar mı? Elbette, değiller. Nitekim bunun tezahürlerini, politik bir mücadele olarak değil ama memnuniyetsizliğin ve öfkenin bireysel dışavurum biçimlerinde (bireysel şiddet, yaralama, öldürme, intihar) görüyoruz.

“Adalet düzenini sevmiyorum” diyen bir genç Kayseri Adliyesi’ne pompalı tüfekle saldırdı; fındık toplama işçisi tartıştığı patronunu silahla vurarak yaraladı; güvenlik görevlisi kendisini ikaz eden amirini vurduktan sonra intihar etti; metrobüs şoförüyle tartışan yolcu şoföre şemsiyeyle vurdu, faciadan kıl payı dönüldü; metrobüs şoförü “klimayı neden açmıyorsun” diye soran yolcuya bıçakla saldırdı…

Bunlar yakın zamanda haberlere yansıyan şiddet içerikli olaylardan sadece birkaçı. Haksızlığa uğrayan işçinin patronunu veya müdürünü vurması, ölümle sonuçlanan trafik kavgaları, otopark cinayetleri, kadına şiddet giderek artıyor. Elbette benzer olaylar geçmişte de sıklıkla görülüyordu. Ancak olağan dönemlerden farklı olarak şiddet ve bireysel tepkinin dışavurumunun çığrından çıktığı bir dönemden geçiyoruz.. Türkiye’nin farklı bölgelerinde gerçekleşen bu olayların tek tek sebepleri farklı görünse de, içinde bulunduğumuz dönemin ürünü oldukları ortadadır.

Adalet saraylarıyla örtülmeye çalışılan adaletsizlik sadece Kayserili gencin şikâyetçi olduğu bir konu değil. Patronunu öldürmesiyle haberlere konu olan işçinin sorunları sadece kendisinin sorunları değil. İşçiler her yerde haksızlığa uğruyor, eziliyor, düşük ücretlerle yaşamını idame ettirmeye çalışıyor, insanca bir yaşamın hayalini kuruyorlar. Peki ya toplu taşıma araçlarında çile çeken milyonlarca yolcu? Belediyeler veya İETT gibi kurumlar milyonlarca yolcuyu metroyla, metrobüsle taşımakla övünüyorlar ama saatlerce çalışmanın verdiği yorgunluğun üzerine balık istifi yolculuk etmek zorunda kalanların sorunlarıyla ilgilenmiyorlar bile. Böylece toplu taşıma araçları ve trafik biriktirilmiş olan öfkenin en çok dışa vurulduğu alanlar arasındaki yerini alıyor.

Hastane, adliye gibi devlet kurumlarında hizmet almaya çalışan vatandaşlar ile görevli memurlar arasında yaşanan vakalar toplumsal sinir bozukluğunun bir başka dışavurumu olarak kendini gösteriyor. Sağlık alanı AKP’nin kendisini en başarılı gördüğü alanlardan birisi ve geçmişte hastane önündeki kuyruklara ve geceden sıraya giren hastaların çilesine vurgu yaparak sağlıkta devrim yapmakla övünüyorlar. Ama ne hikmetse bu alanda yapılan düzenlemeler, ne sağlık çalışanlarının sorunlarını ortadan kaldırdı, ne de emekçilerin kaliteli bir sağlık hizmeti almasını sağladı. Tersine geçmişte ancak istisna olarak meydana geldiği için toplumun çoğunluğunun gündemine dahi girmeyen sağlıkta şiddet konusu sağlık sisteminin en önemli sorunlarından birisi haline geldi. Son rakamlara göre günde ortalama 31 sağlık çalışanı sözlü veya fiziksel şiddete maruz kalıyor. Sağlıkta dönüşüm adı altında sağlık hizmetinin özelleştirilmesi, performansa dayalı çalışma sistemi ile hastaya ayrılan muayene süresinin düşmesi ve doktorların çoğunlukla hastalara tepeden bakmaları devlet hastanelerindeki sağlık hizmetinin kalitesini düşürüyor ve bunun sonucu olarak da hastalar veya hasta yakınları hınçlarını sağlık çalışanlarından alıyorlar.

Sorunların temel kaynağını görmemek ve bireysel yollarla çözüm bulmaya çalışmak örgütsüz kitlelerin tipik özelliğidir. İşyerindeki sorunları çözmek için birlikte mücadele etmek gerektiğini anlatsanız dinlenmez veya örgütlü mücadelenin bir parçası olmaktan korkulur ama ustabaşını döver hatta bazı örneklerde görüldüğü üzere iş amirini veya patronunu öldürmeye kadar varır bile. Olağan dönemlerde nadir görülen bu türden vakalar, toplumsal bunalım dönemlerinde sıçramalı bir artış gösterir. Hatta öyle zamanlar olur ki toplumun cinnet geçirdiğinden bahsedilir.

Toplumsal bunalım dönemlerinde fatura her zaman şu veya bu şekilde emekçilere çıkar. Kârlılık azalırsa veya ekonomik büyüme hız kaybederse bunun acısını sofrasındaki ekmeğin azalmasıyla işçiler çekerler. Kışkırtılan milliyetçilik ve savaşın sonunda cephelere sürülen de, cephelerden tabutları gelenler de emekçilerin çocuklarıdır. Dilleri “vatan sağ olsun” dese bile yürekleri acı söyler. İşyerinde, evde, sokakta, otobüste, okulda kısacası her yerde huzursuzluk kol gezer. Tek tek bireylerde tepki biriktikçe birikir. Kitleler örgütsüz oldukları için, yani bu tepkilerini yaşanan sorunların asıl müsebbibi olanlara karşı yöneltebilecek mekanizmalara sahip olmadıkları için, öfkelerini kendileri gibi sıradan insanlara kusarlar.

Şu anda içinden geçmekte olduğumuz dönem de böylesi bir dönemdir. Henüz arzuladığı rejimi tam olarak kuramamış olan Erdoğan, toplumu bütünüyle cendere altına almaya çalışmakta ve tek bir farklı sesin dahi çıkmaması için her yola başvurmaktadır. Türkiye burjuvazisini tamamıyla biat ettirmek, muhalif kesimleri tam olarak bastırmak ve totaliter rejimini kurumsallaştırmak için kullandığı dinamiklerin tersi yönde etkileri ile birlikte toplumun tansiyonu arttıkça artıyor. Erdoğan’ın başkanlığını tescilleyecek anayasa değişikliğinin ve bunun referandum tarihinin netleşmesindeki gecikme, uygulanan politikaların toplumun haleti ruhiyesini henüz istenilen hale getiremediğine işaret ediyor. Bu sonuca ulaşana kadar da toplumdaki huzursuzluğu, karamsarlığı, tahammülsüzlüğü arttıran politikalara başvurmaya devam edecekler. Görünen o ki, Erdoğan’ın bu referandumdan başkan olarak çıkması yüzde yüz garanti değil. Erdoğan, bu referandumdan “hayır” sonucunun çıkmayacağından emin olmak, tarihi buna göre belirlemek istiyor. “Allah’ın izni ve yardımıyla yeni Türkiye’nin ufukta belirmeye başladığına ben inanıyorum” dese de bunun kitlelerin gönlündeki “yeni Türkiye” olmadığının farkında. Seçmenler, ekonomik ve siyasi istikrarsızlığın beslediği kaygıların kol gezdiği Türkiye için oy vermediler AKP ve Erdoğan’a. Erdoğan’ın vaat ettiği huzur ve istikrar ufukta görünmüyor “yeni Türkiye”de. Bu yüzden “Yeni Türkiye için başkanlık şart” argümanı istenilen desteğe ulaşamadı. Toplumun azımsanamayacak bir bölümü halen korku ve baskıyla sindirilmeye çalışılıyor. AKP’ye oy vermiş olanlar için bile her şey güllük gülistanlık değil. Erdoğan, bütün bu gelişmelere rağmen, kendi tabanını diri tutmak için korkuya dayalı faşist uygulamalara daha fazla başvuruyor. Henüz faşizmin tırmanışının devam ettiği bir süreçte, kitleler isyan edemiyorlar ama tepkilerinin kaynağında neyin olduğunun farkında olmadan memnuniyetsizliklerini ve öfkelerini bireysel düzeyde başka alanlarda ve başka şekillerde dışa vuruyorlar. Bu açıdan baktığımızda meselâ trafikte yaşanan kavgaların tek sebebi acemi veya kurallara uymayan sürücüler değil. Bazen ölümle sonuçlanan bu kavgaların asıl sebebi de trafiğin yarattığı gerginlik değil. Bu biriktirilmiş öfkenin kendisine bir kanal bularak açığa çıkmasından başka bir şey değil. Siyasi gelişmeler ekonomik sorunları doğuruyor, ekonomik sorunlar psikolojik sorunları tetikliyor hayatın her alanında. Midas’ın berberinin kuyu başında bağırması gibi bireyler de içlerindeki öfkeyi boşaltacak bir kuyu arıyorlar.

AKP’ye oy verenler de dâhil olmak üzere geniş kitleler, kendileri tam anlamıyla bunun farkında olmasalar da, muazzam bir çıkışsızlık ve umutsuzluk içindeler. Hapishanelerdeki artan nüfustan, anti-depresan kullanımındaki artışa kadar çeşitli veriler bunun açık kanıtı. Fakat bu ruh halinin kapitalizmin kriziyle ve bu krizden kurtulmak için egemenlerin başvurduğu politikalarla bağını kuramaz örgütsüz kitleler. Alkış tuttuğu partinin yaşadığı sorunların baş müsebbibi olduğunun farkına bile varamaz. Tersine iktidarın düşmanlaştırdığı ve hedef gösterdiği partileri, muhalif kesimleri, dış güçleri vb. huzurun ve istikrarın bozulmasının tek sorumlusu olarak görür. Bu sahte düşmanlara karşı tahammülsüzlük had safhadadır. Fakat tepki sadece bunlara karşı açığa çıkmaz. Evde eşine, işyerinde mesai arkadaşına, gücünün yeteceğini düşündüğü insanlara veya kendinden zayıf herkese karşı öfkesini kusar. Klasik faşizm örneklerinde de faşist partiler, çıkışsızlık psikolojisine sürüklenen kitlelerin üzerine basarak iktidara yürümüşlerdir.

Faşizm kitlelerin umutsuzluğundan beslendiği için şiddet ortamını sürekli kılmaya çalışır. Bu bağlamda, bugün yaşanan şiddet vakalarının bir kısmı da doğrudan iktidar tarafından faşist tırmanışın bir parçası olarak organize edilenler. Meselâ Kürtleri veya muhalif gazete ve gazetecileri hedef alan faşist saldırılar bu kapsamda sayılabilir. Bunlar bireysel tepkilerden tamamıyla ayrı bir kategoride yer alıyorlar. Fakat iktidardan gücünü alan faşist saldırılar, yine iktidara dayanan bireysel şiddet eylemlerini de beraberinde getiriyor. Sürecin bir parçası olan faşist saldırılardan feyiz alan kişiler kendi çaplarında iktidarın tetikçiliğine soyunabiliyorlar. Bunlar nasıl olsa ceza almayacaklarını düşündükleri için veya ceza alsalar bile takdir edileceklerini öngördüklerinden fırsatını bulduklarında toplum polisliğine soyunabiliyorlar. Otobüste şortlu kadına tekme atan saldırgan tam da bu türün örneğidir. “Neden mırıldanmakla yetinmiyorsun” diyen bir zihniyet iktidardaysa, kıyafetini, saçını veya konuşmasını beğenmediklerine tekme atanlar daha çok çıkar. Nitekim çıkıyor da!

Erdoğan rejiminin uzun yıllardır izlediği politikalar, Türkiye’de bireylerin kendilerinden farklı olana karşı düşmanca duygular ve nefret beslemesini daha da körüklüyor. Erdoğan, hemen her konuda yaptığı yorumlarla toplumun yapay bir biçimde kutuplaşmasına yol açıyor. Erdoğan’ın en basit meseleleri dahi kutuplaştırıcı bir dille ele alması kendi tabanını tahkim etme amacıyla başvurduğu bilinçli bir taktik. Erdoğan karşı tarafı öfkelendirdiği ölçüde kendi destekçilerinin de öfkesini bileyeceğinin, kendi destekçilerini öfkelendirdikçe karşı tarafı sindireceğinin farkında. İktidarda olmanın avantajları sayesinde bu karşılıklı öfke ve nefretten kendisinin kazançlı çıkacağını düşünüyor ki bugüne kadar bu taktiğiyle en kritik anlarda bile gemisini yüzdürerek güvenli limana çıkarmayı başarabildi. Bu yüzden kendi Türk-İslam anlayışı üzerinden, kimi zaman dizileri vesile ederek, kimi zaman Lozan gibi tarihsel meseleleri gündeme getirerek, kimi zaman da açık açık yalan söyleyerek nefret tohumları ekiyor. Erdoğan, AKP’nin Gençlik Kollarına yaptığı bir konuşmada kindar bir gençlik istediğini söyleyerek bu söylemin amacını da açıkça belirtmişti zaten.

Tepedeki bu kutuplaştırıcı dil, toplumu onlar ve bizler olarak yapay bir şekilde bölüyor ve kutupların birbirinden nefret etmesine yol açıyor. Bu nefret gerilimi tırmandırdıkça tırmandırıyor ve bir noktadan sonra sözlü veya fiziksel şiddete çeviriyor. Sosyal medya kanallarında bu nefret ve öfke çok bariz bir biçimde görülüyor. Fakat sorun sanal âlemle sınırlı kalmıyor. Evde, sokakta, işyerinde, okulda hemen yerde karşı karşıya gelen bu “bizler ve onlar” ateşle barut gibi. Kuşkusuz bir tarafta iktidarın toplumdaki tabanı, diğer tarafta ise farklı kesimlerden muhaliflerin (Kürt, Alevi, solcu) tabanının karşı karşıya geldiği bu tabloda güçler dengesinde iktidardan yana bir eşitsizlik durumu var. İktidarı arkasına almanın verdiği rahatlıkla bu kesimler çok saldırgan olabiliyorlar. Baskı aygıtlarıyla sindirilmiş olan muhalifler ise, öfkelerini çok daha dolaylı yollardan açığa vurabiliyorlar.

Günümüz Türkiye’si hem küresel sistem krizinin hem de kendi iç dinamiklerinin sonucu olarak olağanüstü bir dönemden geçiyor. Her yönüyle emekçi kitleleri vuran bu süreçte, kitleler ne yazık ki, durumun farkında olmadıkları için, öfkelerini ve tepkilerini asıl sorumlulara yöneltemiyorlar. Ama bunun ilânihaye böyle sürmeyeceğini de farklı tarihsel örnekler gösteriyor. Çıkışsızlık Almanya ve İtalya örneğinde olduğu gibi, geniş emekçi kitleleri faşizmin payandası haline getirdi ama ne İl Duçe ne de Führer emekçileri büyük krizin pençesinden kurtarabildi. Tersine çok daha büyük acılara, katliamlara ve savaşlara yol açtı. Bugünün Türkiye’sinde çıkışsızlıktan beslenen bir iktidar emekçileri daha büyük acılara gark etmek pahasına iktidarını korumaya çalışıyor. Ne var ki, tarihten de biliyoruz ki, zulüm ile abat olanın sonu berbat olurmuş.

 

Enternasyonalist Komünist



[*] WIN/Gallup International’ın 2015 yılında yaptığı araştırmanın sonucunda, 2016 yılından umutlu olanların oranı G7 ülkelerinde %29, gelişmekte olan ülkelerde %63, diğer ülkelerde ise %48, dünya ortalaması ise %54.

link: Enternasyonalist Komünist, Toplumsal Bunalım Dönemlerinde Öfkenin Dışavurum Biçimleri, 5 Ocak 2017, https://enternasyonalizm.org/node/183

published on 5 January 2017