Dindarlık Kisvesinde Kindarlık

Erdoğan-AKP iktidarı, dindarlaştırma adı altında, toplumun dokusunu bozacak denli tehlikeli “toplum mühendisliği” çalışmaları yürütmektedir. Milliyetçi, ırkçı, gerici ve totaliter düşünce kalıpları, içi boş demagojik söylemler eşliğinde topluma yutturulmaya çalışılmaktadır.

Erdoğan 2012 yılında, kendisine “dindar değil, din tüccarı” diyen Kılıçdaroğlu’na cevaben yaptığı bir konuşmasında şunları söylemişti: “Tabii ki dindar nesil yetiştireceğiz. Muhafazakâr demokrat partisi kimliğine sahip bir partiden ateist bir gençlik yetiştirmesini mi bekliyorsun?” Erdoğan, aradan geçen 5 yıl zarfında “dindar nesil” yetiştirmek konusundaki hedeflerinin değişmediğini, geçenlerde Ensar Vakfının (!)genel kurulunda yaptığı bir konuşmasında teyit etti: “Başbakanlığım dönemimde ‘Dindar nesil yetiştireceğiz’ dedim, birileri çılgına döndü. ‘Bir başbakan böyle konuşamaz’ dediler. Ben de niye konuşamayacağımı anlamadım. Bir başbakan olarak hedefimi böyle belirlemişim. (...) Hedefimiz dindar nesil.”

Erdoğan’ın bu “dindar nesil” yaratma hedefinin temelinde yatan saik, iktidarını pekiştirme ve sağlama almadır. Erdoğan-AKP iktidarının bu yöndeki çabaları 2012 yılından itibaren artarak devam etmiştir. Hatta gelinen noktada bu çabalar, toplumun dokusunu değiştirerek ve faşizme sivil bir taban yaratarak iktidarın geleceğini garanti altına almaya dönük politikalara evrilmiştir. Yeri geldiğinde Kemalistleri “toplum mühendisliği” yapmakla eleştiren AKP, “dindar nesil” yaratma adı altında aslında tam da kendisi “toplum mühendisliği”ne soyunmuş durumdadır ve kendi muhayyilesine göre bir “toplumsal tasarım”a girişmiştir.

Erdoğan-AKP iktidarının bu amaçla eğitim alanına yönelmesi, bolca İHL’ler (İmam Hatip Liseleri) kurdurması veya mevcut okulları İHL’lere dönüştürmesi boşuna değildir. “Dindar nesil” yaratmanın en önemli aracının eğitim olduğu çok iyi bilinmektedir. Erdoğan pek çok konuşmasında bu alanda yetersiz kaldıklarını vurgulamakta, eğitim alanına daha fazla yatırım yapmak gerektiğinden bahsetmektedir.

Eğitim alanında izlediği politikaların yanı sıra iktidar, tarikatları destekleyip önlerini açarak devlet içinde kadrolaşmalarına göz yummakta, kadınlara yönelik ayrımcılığı arttırıcı yasaları gündeme getirmekte ve bu tür tutumları desteklemekte, kadına yönelik şiddet ve istismarı görmezden gelmekte, milliyetçi-ırkçı yaklaşımların propagandasını yapmakta, emperyalist politikaları ve ideolojiyi Osmanlıcılık ve ümmetçilik üzerinden kitlelere empoze etmeye çalışmakta, en nihayetinde de dindarlığın-Müslümanlığın altını çıkarları temelinde doldurarak faşist bir ideoloji pompalamaktadır.

AKP, “dindar nesil yaratmak” gibi kavramlar ve dindarlık söylemleriyle asıl niyetini gizlemeye çalışmakta ve yaptıklarını özellikle dindar-muhafazakâr kitlelere hoş göstermeye çalışmaktadır. Oysa AKP’li egemenlerin asıl hedefleri dindar değil, kindar ve itaatkâr bir nesil-toplum yaratmaktır. Erdoğan’ın, yine başbakanken (2013 yılında) söylediği ve o dönemde de epey tartışma yaratan sözleri hâlâ hatırlardadır: “Altını çiziyorum; modern, dindar bir gençlikten bahsediyorum. Dininin, dilinin, beyninin, ilminin, ırzının, evinin, kininin, kalbinin davacısı bir gençlikten bahsediyorum.” AKP, yıllarca kitlelerin desteğini almasını sağlayan yakıtlarını tükettikçe toplumu kindarlaştırma-itaatkârlaştırma politikalarına da hız vermektedir. Bu “dindarlık” kisvesi altında yapılmaktadır, çünkü giderek, toplumun kendisini destekleyen kesimleriyle arasında “dindarlık”tan başka bir ortak payda kalmamaya başlamıştır. Yani “dindarlık” AKP’nin son kozudur.

AKP’nin dindarlığı

AKP’nin “dindarlık” veya “dindarlaştırma” içerikli söylemlerinin toplumda halen yankı bulmasının temel sebebi, dini duygu ve inançların güçlü olduğu bir toplumda yaşıyor oluşumuz ve AKP’nin de kendini dindar-muhafazakâr yaşam tarzının tek temsilcisi olarak lanse etmekteki başarısıdır. Erdoğan ve AKP, dindar-muhafazakâr kesimin zihninde öyle bir algı yaratmıştır ki, Erdoğan düşerse AKP düşecek ve AKP düşerse de eskiden olduğu gibi “laik-dinsiz Kemalistler” dindar-muhafazakâr kesim üzerinde tekrar baskı kurarak onların yaşam tarzlarına müdahale edecek ve AKP döneminde elde edilen kazanımlar buhar olup uçacak, hatta iş intikam almaya dönecektir! Kimi AKP’li yöneticilerin “referandumda kaybedersek iç savaş çıkar” söylemlerinin arkasında bu korkuyu diri tutarak her koşulda Erdoğan’ın ve AKP’nin desteklenmesini sağlama çabası yatmaktadır.

Oysa AKP en başından beri dini ve dindarlığı bir istismar aracı olarak kullanmıştır. Buna rağmen AKP’nin toplumla din üzerinden kurduğu bu ilişkinin ve elde ettiği başarının anlaşılması bakımından, AKP’nin ortaya çıktığı sürece ve İslamcı-dindar kimliği nasıl kullandığına dair hatırlatmalar yapmak yerinde olur.

AKP, Milli Görüş geleneğinden kopan “mütedeyyin” kadroların kurduğu, İslamcı ve muhafazakâr bir parti olarak ortaya çıkmıştı. Ancak içinden çıktığı Milli Görüş geleneğinden farklı olarak, Batı’nın ve TÜSİAD burjuvazisinin ilgisine ve desteğine mazhar olacak ölçüde de “modern”di. Bir anlamda, dindar-muhafazakâr kitlelerin desteğini alarak statükocu-Kemalist kesime karşı mücadele edebilecek ve büyük burjuvazinin istediği yapısal dönüşümleri gerçekleştirebilecek bir parti olarak görülüyordu. Statükocu-Kemalist kesime karşı verilecek kavganın zorlu olacağı açıktı ve bu bağlamda AKP’nin toplumun çoğunluğunun desteğini arkasına alması şarttı. İşte tam da bu noktada devreye AKP’nin İslamcı-muhafazakâr ve sözde demokrat çizgisi giriyor, AKP, Menderes’in Demokrat Partisinin, Demirel’in Adalet Partisinin ve Özal’ın ANAP’ının sahip olduğu “merkez sağ” tabanı kendi arkasında toplamayı başararak geniş çaplı yapısal dönüşümlere girişiyordu.

AKP, statükocu-Kemalistlerin seçkinci ve topluma üstten bakan, ceberut devlet geleneğini sürdüren anlayışından zaten bıkmış olan kitlelerin karşısına “içimizden, halktan biri” olarak çıkmıştı. AKP’nin İslamcı kadroları, Kemalist modernleşmeciliğin unutturmaya çalıştığı geleneksel motifleri hatırlatarak, kendi ifadelerince “TC’nin kuruluşundan itibaren baskı altında tutulmuş olanın geri dönüşünden” bahsediyorlardı. Bu sayede de, dindar-muhafazakâr yoksul kesimlerin laik-Kemalist elitlere karşı duyduğu tepkiyi ve öfkeyi arkasına alabiliyor, onlara, kabul görecekleri bir toplumsal düzen projesi sunuyorlardı. Bu noktada, İslamcı kadroların 70’li yıllardan bu yana uyguladıkları ve AKP’nin de zenginleştirerek sürdürdüğü pratiklerin; yüz yüze ilişkilere ve kültürel bağlara, dayanışmaya, birbirini kollamaya önem veren pratiklerin etkisini de unutmamak gerekir. Toplumun çoğunluğunu oluşturacak denli önemli bir kesimin gözünde AKP, seçkinci-dinsiz-ceberut Kemalistlerden farklı olarak “Müslüman”, “halktan”, “Anadolu’dan” ve “içimizden biri” olarak görülüyor, “yerli”, “yeni” ve “mağdur” olarak kabul görüyordu.

Tabii AKP’nin başarısında öne çıkan bu “dindar, Müslüman” görünümün arkasındaki gerçek tablo farklıydı. “AKP Milli Görüş’ten kopan ve kendilerini hem liberal hem de muhafazakâr-demokrat olarak tanımlayan «mütedeyyin» siyasi kadroların kurduğu yeni bir partiydi. (...) İslâmî ideolojiyi benimsediği ve muhafazakârlık temelinde bir siyasal kimliğe sahip olduğu bilinen (...) AKP iktidara gelir gelmez, büyük kitleleri ilgilendiren ama statükocu-bürokratik devletin yıllardan beri çözümsüzlüğe terk etmiş olduğu pek çok soruna el atarak başlamıştı işe. AKP bu süreçte halkın hoşuna gidecek icraatları hızlı bir şekilde yaptığı için, geniş bir halk kesiminin desteğini arkasına almıştı. AKP bu desteği dinci, İslamcı bir çizgi izlediği için değil, halkın demokrasi ve değişim istemlerine göz kırptığı ve yerine getirme sözü verdiği için kazandı. Kendisi muhafazakâr bir parti olmasına karşın, geniş kitle desteği edinebilmek için liberal-demokrat bir görünüm sergiledi ve hem kendi çıkarı o yönde olduğu için, hem de geniş kitlelerin eğiliminin o yönde olduğunu bildiği için AB yanlısı bir tutum takınmaya özen gösterdi. Nitekim AKP’nin izlediği bu siyasal çizgi, onun iktidardaki konumunu her geçen gün biraz daha sağlamlaştırdı.”[1]

AKP’nin ortaya çıkış ve hükümet oluş süreci ile ilgili önemli noktalardan biri de; bu partinin otoriter-statükocu laik devlet anlayışından mustarip oluşu ve siyasi varlığını bu devlete kabul ettirebilmek için bir “meşruiyet” savaşı vermek zorunda kalacağı; bu bağlamda da, hem burjuvazinin önemli bir kesiminden hem de ABD’den icazet almak zorunda olduğuydu. AKP, İslamcılıkla demokratlığı birleştirebilen bir parti görünümü çizmeyi becerebilmişti. Avrupa’nın Hıristiyan demokrat partilerine benzeyen muhafazakâr demokrat bir görüntü çiziyor, bunu ılımlı İslamcılıkla birleştiriyor, ekonomide neo-liberal politikaları önüne koyuyor, Kürt sorunu ve Kıbrıs meselesi gibi kangrenleşmiş siyasi sorunlara farklı yaklaşımlar getirebileceğini beyan ediyordu. Bu yüzden de, burjuvazi, denize düşen yılana sarılır misali, AKP’nin meşruiyet kazanması için el altından ona destek verecekti.

Bu arada statükocu-Kemalist kesimin AKP’nin iktidara gelmesini “gerici, dinci-şeriatçı, çağdışı” güçlerle “modern, çağdaş, laik, cumhuriyetçi” güçler arasındaki tarihsel bir kavganın başlangıcı olarak değerlendirip bu temelde bir muhalefet sergilemesi de AKP’nin kitleler nezdindeki popülaritesini arttırmaktan başka bir işe yaramayacaktı. Çünkü topluma tepeden bakmaya alışmış bu statükocu-Kemalist seçkinlere göre AKP’yi destekleyen seçmen kitlesi sanki bir anda zuhur etmişti ve “gerici, çağdışı” bir güruhtu! Sözü edilen bu insanların Türkiye halkının önemli bir çoğunluğunu oluşturduğu ve çeşitli sınıflara mensup oldukları unutuluyordu. Dolayısıyla AKP’nin kitleler gözünde gittikçe popülerleşmesinde ve İslamcı-dindar kimliğinin öne çıkmasında, kendi icraatları ve söylemi kadar, karşıtının yanlış söylemi ve politikaları da rol oynamıştır.

Tüm bu süreçte AKP, kendisini destekleyen kesimlerin sosyo-kültürel dönüşümünü de sağlayacaktı. “Kırsal kesimden kente göçmüş, varoşlara yerleşmiş ve genellikle dinsel ağırlıklı eğitim almış orta ve alt gelir grubundan halk kesimleri bu süreçte kent yaşamına, dolayısıyla kapitalist tüketim çemberine daha fazla katılmaya ve kamusal alanda daha fazla görünür hale gelmeye başladılar. Kırsal kesimden kente gelen göç dalgaları, eski geleneklerin çözülmesini de beraberinde getirdi kuşkusuz. Bu kitleler temelde dindar ve muhafazakârdılar ama şimdi daha eğitimli, daha modern hale gelebilmenin imkânlarına kavuşmuş hissetmeye başladılar kendilerini. AKP bu halk kitleleri arasındaki çalışmalarında kuşkusuz İslami referanslarla konuştu ve Müslümanlığa dayalı bir siyasal kültür inşa etmeye çalıştı. Ama aynı zamanda, eski kırsal kesim dindarı olan bu kitleleri daha modernleştirici, daha kentlileştirici bir işlev de yerine getirdi. Ayrıca söylemleriyle ve yürüttüğü propaganda çalışmalarıyla, bu büyük kitlenin gelecek umudunu da her daim canlı tutmayı ve bir bakıma onlara yoksulluklarını unutturmayı başardı. AKP’nin her geçen gün kitle desteğini arttırmasının ve iktidarını bu kadar uzun süre koruyabilmesinin temel nedeni, büyük göç kitleleriyle kentsel ortamda kurduğu bu sağlam ittifaktır kuşkusuz!”[2]

Statükocu-Kemalist kesimin kopardığı “şeriatçı AKP” vaveylasına rağmen, AKP’nin dindarlık-İslamcılık anlayışının şeriatla alâkasının olmadığının ve hatta Milli Görüş çizgisinden daha ılımlı ve modern olduğunun altını çizerek hatırlatmalarımızı noktalayalım.

“Dindar nesil”: Faşizmin sivil tabanını yaratmak

Ancak AKP’nin büyüsünün ve yakaladığı başarının sonsuza kadar sürmeyeceği açıktı. Nitekim 2010 dönemecinden sonra yaşanan gelişmeler bunu gösterdi. İktidara iyice yerleşen AKP’nin demokrat ve liberal yaldızları dökülüp muhafazakâr ve devletçi yönü daha fazla açığa çıkmaya başladı. AKP, AB’ye katılım, Kürt sorunu, Kıbrıs sorunu, Ermeni meselesi gibi kangrenleşmiş dış politika konularında giderek devletin geleneksel pozisyonlarına dönmeye başladı. 2008-2009 yıllarında patlak veren küresel ekonomik krizin sonucu olarak, AKP’nin başarısının temel dinamiği olan ekonomik büyüme de yerini giderek durgunluğa bıraktı. Erdoğan’ın başlangıçta kendisini destekleyen ve hatta “model ülke” olarak lanse eden Batı’yla arası da, izlediği dış politikalar ve boyunu aşan emperyal hevesleri nedeniyle açılmaya başladı. Buna, iktidar kavgasına giriştiği Fethullahçılarla olan kapışması da eklenince, aslında 2013’ten itibaren AKP açıkça düşüş trendine girmiş oldu.

“Erdoğan’ın, işler yolunda gider görünürken birdenbire yükselişten düşüşe geçen yeni bir sürecin başlamasına şaşması ve bu değişimin arkasında iç ve dış komplolar araması beyhudedir. Erdoğan gibi şimşekleri üzerlerine çeken siyasetçiler, altlarını oymak için fırsat kollayan iç ve dış muhalefet odaklarının elini güçlendirecek yanlışlar yaparlarsa o muhalif güçlerin eli de armut toplamaz kuşkusuz. (…) Açık ki, belirli bir süre boyunca önlenemez yükseliş eğilimi sergileyerek muhaliflerinin cesaretini kıran Erdoğan faktörü, onun gerçekte o kadar da büyük olmamasından beslenen bir diyalektik yasa gereği süreçte ters rol oynamaya başlamıştır. Erdoğan’ın kendince büyüklük addettiği çapının gerçekte sığ olan boyutlarının ortaya çıkması, burjuvazi içinde bir süre yatışmış görünen kapışma ateşini yeniden harlamıştır. (…) Olayların başlangıç noktasından adını alarak kısaca «Gezi» diye adlandırılan gelişmeler, ayrıntılar bir yana, AKP iktidarı döneminde yaşanan çok önemli bir kırılma noktasıdır. (…) Erdoğan rakipsiz başkanlık tutkusuyla tam dimyata pirince giderken, sahip olduğu üstün iktidar konumunun zedelenmesi ve büyük prestij kaybıyla evdeki bulgurundan olmuştur. Onun bundan böyle kuyruğu dik tutma çabaları bir kez yaşanmış olan bu kırılmayı geri döndüremez. Artık ok yaydan çıkmış ve AKP iktidarının medarı iftihar kaynağı olan «siyasal istikrar» dönemi sona ermiştir. Türk siyasi yaşamında yakın ve orta gelecekte daha nelerin yaşanabileceği bir yana, yaşanmış olan yaşanmıştır ve bundan böyle burjuvazinin iç kapışmalarının daha da sertleşeceği bir siyasal istikrarsızlık dönemine girilmiştir. Bu koşullarda Erdoğan’ın bu gerçekliğin üstünü örtme çabaları, olsa olsa onun Bonapartist eğilimlerinin daha da güç kazanmasına, AKP iktidarının muhalif kesimler üzerindeki baskıları arttırmasına yol açabilir ancak.”[3]

İşte Erdoğan-AKP iktidarının içine girdiği bu düşüş trendi ve buna eşlik eden otoriterleşme süreci, toplumu “dindarlaştırma” çabalarının hem hız kazanmasına hem de nitelik değiştirmesine yol açmıştır.

Başlangıçta dindarlık meselesi ve buna bağlı söylemler ya da pratikler, asıl olarak dindar-muhafazakâr kesimin oylarını ve desteğini almaya dönüktü. Ardından, Türkiye’nin alt-emperyalist bir konuma yükselmesi ve buna emperyal dış politikaların eşlik etmeye başlamasıyla birlikte, AKP dindar-İslamcı kimliği aynı zamanda emperyalist politikalarının ideolojik argümanları haline getirdi ve İslam coğrafyasıyla bu kimlik üzerinden bağ kurmaya başladı. Türkiye’yi İslam âleminin lider ülkesi, kendini de bu âlemin adeta “halifesi” ilan eden Erdoğan, bir yandan da “Türkiye modern bir İslam ülkesidir” görüntüsü vermeye özen gösterdi.

Ne var ki, dış politika alanında yaşanan gelişmeler AKP’nin izlediği siyasetin iflasını getirdi ve Erdoğan’ın karizmasının da fena halde çizilmesine sebep oldu. Gelinen noktada, Erdoğan ve AKP halen aynı söylemlerini ve iddialarını sürdürseler de, eski günlerden eser kalmamıştır. Bu olumsuz tabloya, Erdoğan’ın Suriye’de izlediği IŞİD’i ve diğer radikal İslamcı grupları destekleme politikasının yarattığı negatif etkiyi de eklemek gerekir.

Dış politika alanında yaşanan iflaslara ve sıkışmaya, içerde de artan siyasi istikrarsızlık ve küresel ekonomik krizin yarattığı basınç eşlik etmiştir. İşte bu koşullar altında, iktidarını korumak için Erdoğan-AKP hükümeti önce otoriterleşmeye sonra da totaliterleşmeye başlamış, bu arada toplumu “dindarlaştırma” çabaları adeta nitelik değiştirmiş ve faşizme sivil taban yaratma çabasına dönüşmüştür. Özellikle 7 Haziran 2015 seçimlerinden bu yana izlenen ve güya toplumu dindarlaştırmayı hedefleyen politikalar, asıl niyeti ortaya koymaktadır.

Öncelikle Erdoğan’ın veya AKP ileri gelenlerinin “dindar nesil”den gerçekte ne anladığını tarif etmek gerekiyor. İktidar “dindar nesil”den Sünni İslam inancına sahip, muhafazakâr, milliyetçi, hatta yer yer ırkçı, “Reis”in her dediğini sorgulamadan doğru kabul eden, Kürt düşmanı, gerektiğinde (!) ölen ve öldüren, itaatkâr ve kendisinden olmayanlara karşı da kindar bir gençlik ve toplum anlamaktadır. Bu haliyle “dindar nesil” tastamam Erdoğan-AKP faşizminin sivil tabanını oluşturacak bir nesildir. “Dindar nesil” hedefi, Erdoğan’ın ve AKP’nin hayalindeki “yeni Türkiye”nin itici ve vurucu gücüdür.

AKP kendi istediği bu nesli yaratmak için önce eğitim alanına el atmıştır. Eğitim sisteminde yapılan değişikliklerle önce İHL’lerin önünün açılması, sonra da normal okulların İHL’leştirilmesi eğitim alanındaki önemli hamlelerdendir. İHL’leştirme, iktidar açısından özel bir anlam taşıyor, çünkü bu okullarda yetişen gençler tamamen iktidarın istediği türden (yukarıda çerçevesini çizmiş olduğumuz) bir ideolojik formasyondan geçmektedir. İktidar İHL’ler aracılığıyla kendi militanlarını, kadrolarını yetiştirmeye uğraşmaktadır.

Diyanet İşleri’nin 2012-2016 Stratejik Planında yer alan projeler de meseleyi çarpıcı biçimde özetlemektedir: “İrşat ekipleri”nin oluşturulması, aile irşat ve rehberlik bürolarının hizmet etkinliğinin arttırılması, cami dışı din hizmetleri için özel kadrolar oluşturulması, din görevlilerinin cami dışı din hizmetlerine teşvik edilmesi, öğrencilere yönelik umre hizmetlerinin geliştirilmesi, medyada yer alan dini programlara Diyanet temsilcilerinin katılımının sağlanması, merkezi camilerde “dini danışmanlık” büroları açılması, şehirlerin uygun yerlerindeki camilerde ve Başkanlık hizmet binalarında Diyanet Okuma Salonu adı altında salonlar açılması, mültecilere yönelik dini hizmet alanları üretilmesi vb.

Diyanet İşleri’nin bu projelerinin iyi niyetli ve masumane olduğunu söylemek mümkün değildir. Bahsi geçen “irşat ekipleri”nin propagandasını yaptığı ideoloji bellidir. Amacın toplumu faşistleştirme ve Erdoğan-AKP faşizmine “sivil” kadrolar yetiştirme olduğu aşikârdır. Bu projeyle Diyanet (kadın, çocuk, genç, yaşlı, engelli, mülteci, hasta, yetişkin demeden) toplumun her kesimine ulaşmayı ve din eğitimi adı altında iktidarın ideolojisini aşılamayı amaçlamaktadır. Diyanet’e göre kız çocuklarını okula göndermek istemeyen ailelerin zorlanması lüzumsuzdur, onun yerine kız çocukları Kur’an kursuna gönderilmeye teşvik edilmelidir! Diyanet’e göre “zorunlu eğitim” insanın özgürlüğüne müdahaledir! Ama bu arada güya dini yaymayı ve insanlara bu alanda yardım etmeyi önüne koymuş bir kuruluş olan Ensar Vakfı gibi iktidar destekli kurumların yöneticisinden eğitimcisine kadar birçok kadrosu çocukları taciz ve istismar etmekte beis görmemektedir! İktidarın, ayıbı boyunu aşmış Ensar Vakfı karşısındaki koruyucu ve göz yumucu tutumu, dindarlık anlayışını da açık biçimde ortaya koymaktadır. Benzer şekilde, sırf referandumda “evet” propagandası adına, iktidara yakın bir televizyon kanalında güya bir din âliminin “evet diyen melektir, hayır diyen şeytandır, Erdoğan da Allah gibidir” anlamına gelecek sözler sarfetmiş olması da, iktidarın dindarlığının ne menem bir şey olduğunu anlatmak bakımından izahtan varestedir.

Yolsuzluklarla milyarları götürmek, kendinden olmayanın yaşam tarzına zorla müdahale etmek, ümmetten bahsedip Kürtlerin şehirlerini yakıp yıkarak insanları katletmek, emperyal hevesleri uğruna IŞİD gibi cinayet şebekelerini desteklemek, halk yoksulluk içinde debelenirken kendisine milyarlık saraylar yaptırmak nasıl bir dindarlıktır acaba? Aslında dindarlık kisvesi altındaki bu tamahkârlık, İslamcı muhalif kesimlerin de tepkisini çekmektedir. Üstelik bu pervasızlık karşısında iktidar yanlısı kimi yazarlar bile “uyarı” ihtiyacı duymaktadırlar. İktidar medyasının başyazarlarından Abdurrahman Dilipak’ın şu satırları durumu özetlemektedir: “Eskiden isteyen herhangi biri partiye giderse onu karşılayan buyurun diyen biri bulunurdu. Şimdi randevu almadan gidemezsiniz, gitseniz niye geldin derler. Gelenin de ya bir «iş»i vardır, ya da bir tayin meselesi. Ya da birbirini şikayet edecektir.(…) Kadın kolları ev ev dolaşıyor, ama bu evlere giden hanımlar, makyajlı pahalı ve lüks giyim kuşamı olan insanlar. Lüks arabalarla kenar mahallelerde ev sohbetleri sanıldığı kadar verimli değil. Gelenleri kendilerine benzetmiyorlar. Duygusal bir bağ kuramıyorlar. Yani o kenar mahalledeki birine «hadi sen de bize katıl» diyemezler. 15 Temmuzdaki o kamyon kullanan kadın, yanındaki komşusu, Akıncılar’dakiler, o Şehitler Köprüsü’ndeki şalvarlı kadına benzer birileri yok. Oturunca dua da etmiyorlar. Şöyle 3 kez kucaklaşmıyorlar. Namaz vakti geldiğinde birlikte namaz kılmıyorlar. Zaten abdest alsalar makyajları bozulur, olmaz! «Ahretlik» dostluklar yok yani. Gençler de öyle. Birinin yakını, üniversite mezunu, yakışıklı. Orada bulunuyorsa ya kendisi için siyasi bir referans ya da bürokraside iyi bir iş, babasının işinin geleceği için biraz da. Ne yapılacaksa parasını verip birine yaptıracaklar. Ya da telefon edecekler bu iş olacak. Esnafla pek ilgilenen yok. İşçilerle filan da.”

Dilipak’ın bu sözleri, AKP’nin geldiği noktayı gayet güzel tarif etmektedir. AKP artık eskisi gibi “Müslüman”, “Anadolu’dan”, “içimizden biri”, “halktan” olarak algılanmamaya başlanmıştır. Israrla sürdürdükleri “yeni”, “yerli” ve “mağdur” edebiyatı da artık kabak tadı vermeye başlamıştır. Erdoğan’ın “çılgın” projeleri toplumda heyecan yaratmamaktadır. (Hele de yeni yapılan köprünün ve tüp geçidin masrafları insanların cebinden çıkmaya başladıktan sonra!) Ekonomik büyüme çoktan yerini durgunluğa bırakmıştır. İnsanlar “büyük Türkiye” masalına inandıkları için değil, “daha beter olmayalım bari” korkusuyla Erdoğan’a oy vermeyi düşünmektedirler. Suriye’deki emperyalist savaşın ve Kürt sorunundaki çözümsüzlüğün yarattığı göç ve “terör saldırıları”, halkın giderek artan oranda tepkisini çekmektedir. Monşer diye dalga geçilen Kemalist elitlerin yanına İslamcı elitler eklenmiştir. Dindar-muhafazakâr halk, AKP iktidarının yarattığı bu İslamcı elitlerle arasında bir ortak payda hissetmekte giderek daha da zorlanmaktadır. AKP’li egemenlerin dine ve dindarlığa ilişkin söylemleri, giderek daha fazla yapay durmakta ve dindar-muhafazakâr halkta beklenen tesiri yapmamaktadır. Ancak AKP iktidarının dindarlıktan başka da pek fazla kozu kalmamıştır. Bu yüzden de giderek daha sık biçimde dini söylemlere başvurmakta ve laik yaşam tarzıyla özdeşleştirilen sembollere (kürtaj, kadının hakları, laik eğitim vb.) saldırma ihtiyacı hissetmektedirler. AKP’li egemenlerin dindarlığıyla işçi-emekçi halkın dindarlığı arasındaki açı iyice açılmakta, “ittifak” bozulmaktadır.

Erdoğan-AKP iktidarı, dindarlaştırma adı altında, toplumun dokusunu bozacak denli tehlikeli “toplum mühendisliği” çalışmaları yürütmektedir. AKP ve özellikle de Erdoğan, her konuya el atarak, her konuda ahkâm keserek tarih, bilim, sosyoloji, felsefe vb. pek çok alanda tartışma açmaktadır. Milliyetçi, ırkçı, gerici ve totaliter düşünce kalıpları, içi boş demagojik söylemler eşliğinde topluma yutturulmaya çalışılmaktadır. Erdoğan’ın “dindar nesil” hedefi içinde demokrasiye, insan haklarına, Kürtlerin haklarının tanınmasına, Alevilerin inanç özgürlüklerinin tanınmasına, etnik, dini ve kültürel çeşitliliğe, inanç ve vicdan hürriyetine, kadın haklarına yer yoktur. Bu açılardan Erdoğan’ın tahayyülündeki “dindar nesil” ile Hitler’in Nazi gençliği arasında pek fark yoktur.

Bu nedenlerle, iktidarın insanların dini inançlarını suiistimal ettiğinin, onun yalanlarına kanmış işçi-emekçi kitlelere anlatılabilmesi son derece mühimdir. Çünkü her şeye rağmen referandumda “evet” diyeceklerin çoğunluğunun en önemli gerekçesi AKP’nin “dindar” kimliğidir. Dindar-muhafazakâr bu halk kesimleri, referandumdan “hayır” çıktığında Erdoğan’ın alaşağı edileceğini ve bunun da kendi yaşam tarzlarının sonu olacağını düşünmektedirler. Kendilerini dindar olarak tanımlayan yahut iktidarla dini inanç ve yaşam tarzı üzerinden bağ kuran kitlelere nasıl yaklaşmak gerektiğini bilmek, bu noktada son derece belirleyicidir. Bu husus, özellikle içine girmiş olduğumuz referandum sürecinde, gerek evetçiler gerekse de kararsızlar cephesinden işçi-emekçilere nüfuz edebilmek açısından önemlidir.

 

Enternasyonalist Komünist



[1] Mehmet Sinan, Ulus-Devletten Emperyalistleşen Ulus-Devlete ve AKP, marksist.com

[2] Mehmet Sinan, agm

[3] Elif Çağlı, Burjuva İktidara Karşı Mücadelede Sınıf Çizgisi, Temmuz 2013, marksist.com

link: Enternasyonalist Komünist, Dindarlık Kisvesinde Kindarlık, 5 Mart 2017, https://enternasyonalizm.org/node/182

published on 5 March 2017