15 Temmuz’a Reichstag’tan Bakmak

Hitler de genel bir yükseliş sürecinde olmasına rağmen 1932’nin son seçimlerinde gerileme yaşamıştı ve Reichstag Yangını bunun ardından gelmişti. Hitler yangından sonra 2 ay geçmeden rejimini tam tekmil kurmayı başarabilmişti. Erdoğan ise 15 Temmuz sonrasında o durumda değildir henüz. Geri dönülmez noktaya gelinmemiştir.

Erdoğan, 2015 Aralık ayının son günlerinde bir Suudi Arabistan gezisinden dönüşte havalimanında, başkanlık sistemiyle ilgili tartışmaların rayından çıkmasını önlemek için şunları söylemişti: “Üniter devlette başkanlık sistemi yoktur diye bir şey yok. Şu anda bunun zaten dünyada örneği var, geçmişten bu yana da var. Yani Hitler Almanya’sına baktığınızda orada da bunu görürsünüz, daha sonra değişik ülkelerde yine aynı şekilde bunun örneklerini görürsünüz.”

Bu sözler, beklenebileceği gibi hem içeride hem dışarıda geniş yankı bulmuştu. Erdoğan’ın üniter sistemde de başkanlık olabileceğine dair bir örnek olarak Hitler Almanya’sını öne sürmesi elbette manidardı. Erdoğan bu sözleri, başkanlık sistemi gelirse federasyona kapı açılır diyen, Kürt fobisini kışkırtmaya dayalı gerici eleştiriyi bertaraf etmek için sarf etmişti. Erdoğan’ın somut hedefi buydu ama, örnek olarak Hitler Almanya’sını zikretmesi dikkat çekiciydi. Erdoğan arzuladığı gücün ve yetkilerin nasıl bir şey olduğunu tahayyül ederken, modern zamanlara baktığında Hitler’i örnek olarak görüyordu. Kronik Yahudi düşmanlığı ve anti-komünizm nedeniyle Erdoğan’ın da içinden geldiği İslamcı hareketin geleneksel olarak Hitler’e düşmanca bakmadığı, hatta sempati beslediği bir sır olmamakla birlikte, bu sözlerin ortaya koyduğu bir başka somut gerçek bulunmaktadır. Bu sözler, Erdoğan ve ekibinin Hitler’in iktidar yürüyüşü sürecini, özellikle bu süreçteki manevra ve taktiklerini, Weimar Cumhuriyeti’nin geçirdiği dönüşümleri perde gerisinde çalıştıklarını ortaya koymaktadır. Erdoğan sadece bu fesat dolu mutfak çalışmasını bir şekilde dışa vurmuştur.

15 Temmuzda yaşanan darbe girişimi ve sonrasında yaşananlar da bu ışık altında daha derin anlamlar kazanmaktadır. Zira 15 Temmuz’un ardından yaşananlar, Hitler’in iktidar yürüyüşünde en önemli dönüm noktası olan Reichstag Yangınını takip eden gelişmelerle hayli benzerlik göstermektedir. Bu sürecin önemli kesitlerini hatırlamanın ve Türkiye’de halihazırda yaşananlara bu ışık altında bakmanın yararlı olacağını düşünüyoruz.

Reichstag Yangını ve 15 Temmuz

15 Temmuzdaki darbe girişiminin politik-tarihsel rolü ile Almanya’da 1933’teki meşhur Reichstag Yangınının politik-tarihsel rolü arasında benzerlik kurmak, sadece işin özü açısından isabetli olmakla kalmıyor. İki tarihsel olay ve bunlar etrafında yaşananlar arasında ilginç biçimde bazı biçimsel benzerlikler de var. Bu tuhaf benzerliklere birazdan değineceğiz. Bunların bağlamları içinde iyi anlaşılabilmesi için önce Reichstag Yangınının nasıl bir arkaplan üzerinde ve hangi olaylar zinciri içinde gerçekleştiğine bakmak gerekiyor.

Birinci emperyalist dünya savaşından yenik çıkan Almanya’da bir devrim yaşandı ve imparatorluk yıkılarak cumhuriyete geçildi. Savaşın son dönemlerinde hem ordu ve donanmada isyanlar çıkıyor, hem de cephe gerisinde işçiler grevler yapıyorlardı. Rus Devriminin de güçlü etkisiyle işçiler ülkenin çeşitli yerlerinde işçi konseyleri kuruyorlardı. Bir konsey iktidarına doğru yönelen bu süreç Alman burjuvazisini fazlasıyla korkuttuğundan, burjuvazi önceleri vazgeçmek istemediği kraliyet makamını feda etmek zorunda kaldı. Gerici Alman burjuvazisiyle işbirliğine soyunan Sosyal Demokrat İşçi Partisi (SPD) liderleri devrimci işçi hareketini felçleştirmeyi başardılar ve konseyleri tümüyle tasfiye edemeseler de sürecin asıl olarak bir burjuva cumhuriyetle sonlanmasını sağladılar. Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht gibi komünist önderlerin de katledildiği bu süreçte Weimar Cumhuriyeti olarak anılacak olan yeni devlet 1919’da kurulmuş oldu.

Weimar Anayasası devrim ve karşı-devrim süreçlerinin birlikte bir ürünü olduğu için, kimi demokratik nitelikler ile otoriter nitelikleri eklektik biçimde bir arada taşıyordu. Her ne kadar ülke bir başkanlık sistemine değil parlamenter sisteme geçtiyse de, halkoyuyla seçilmesi öngörülen cumhurbaşkanına normalin ötesinde yetkiler verilmiş, parlamento da görece zayıf konumda tutulmuştu. Örneğin cumhurbaşkanının, parlamentonun güvenoyunu alsa bile başbakanı görevden alma, hatta parlamentoyu feshetme yetkisi vardı. Yanı sıra demokratik hak ve özgürlükleri askıya alma gücünde olağanüstü kararnameler de çıkarabiliyordu. Aslında bu haliyle Weimar Anayasası, başkanlık sistemiyle parlamenter sistemin tuhaf bir karışımı görünümündeydi. Nitekim böylesi güçlü yetkilerin kendi mutlak iktidar yürüyüşü için pek uygun olduğunu gören Hitler de, önce cumhurbaşkanı olmaya çalışmış ve bunun için cumhurbaşkanlığı seçimlerine girmişti. Ancak Hindenburg karşısında kaybedince, dikkatini başbakanlığı (şansölye) elde etmeye yöneltmişti.

1929 ekonomik krizi Hitler’in lehine işleyen bir faktör olmuştu. 1929’da %8,5 olan işsizlik, sadece üç yıl sonra 1932’de %30’a yükselmişti. Evet, bu şartlarda Komünist Partinin de desteği artıyordu, ama bu artış genel olarak Nazi yükselişinin yanında daha zayıf kalıyordu. Üstelik KP, artık Stalinistleşmiş olan Komintern üzerinden dayatılan, içeriği tümüyle oportünistçe bir ultra-sol politik hat izlemekteydi bu dönemde. Sosyal Demokrat Partinin “sosyal faşist” denilerek asıl düşman yerine konduğu bu politikanın sonu ne yazık ki korkunç bir felâket oldu.

Yine de, bu genelde yanlış siyasi doğrultuya rağmen, komünistler ve mücadeleci işçiler sokakta Nazilerle savaşmak zorundaydılar ve kıran kırana bir kapışma yürümekteydi. Bu mücadele de sosyal demokrat işçi tabanının küçük de olsa bir bölümünün KP’ye doğru kayışına yol açıyordu. 1932 Temmuzundaki parlamento seçimlerinde Nazi partisi %37 ile birinci parti olduğunda KP, %21,6 oy alan Sosyal Demokrat Partinin ardından üçüncü parti olarak %14 dolayında oy almıştı. Ancak cumhurbaşkanı Hindenburg başbakanlık görevini Hitler’e vermeyip de, hâlihazırda bu görevi yürütmekte olan ve parlamento desteği zayıf olan sağ politikacı Von Papen’in devamından yana irade kullanınca, takip eden günlerde sadece Naziler değil, KP de Papen’i düşürmek için uğraşmaya başladı. Basınca dayanamayan Papen Hindenburg’dan parlamentoyu feshetmesini istemek zorunda kaldı ve Eylüldeki feshin ardından Kasım ayında ikinci bir seçim yapıldı. Bu seçimde Sosyal Demokratların oyları %20,4’e düşerken, ilginç biçimde Nazilerin oyları da %33’e düştü, buna karşılık KP oyları artarak %17’ye yaklaştı. Nazi iktidarı öncesinde yapılan son serbest seçim bu olmuştu.

Yine kendi adamı Papen’le yola devam etmek isteyen cumhurbaşkanı Hindenburg bunu ancak 2 ay kadar sürdürebildi. 2 aydan fazla süren manevra ve dolapların ardından Hindenburg, 30 Ocak 1933’te, yanına başbakan yardımcısı olarak Papen’i vermek üzere Hitler’i nihayet başbakan olarak atamayı kabullendi. Keza kabinede Nazilere sadece iki bakanlık verilecek, gerisi Papen’in destekçisi Milliyetçi-Muhafazakârlarda (Alman Ulusal Halk Partisi) olacaktı. Bunun Hitler için yeterli olmadığı muhakkaktı. Daha günler geçmeden Hindenburg’a parlamentoyu feshetmesi ve bir kez daha seçimleri yenilemesi için baskı yapmaya başladı. Ne kadar tanıdık!

İşin aslı, Hitler ve Nazilerin gözünde önlerindeki tek ciddi engel komünistlerdi. Sosyal Demokrat Parti erirken komünistlerin yavaş da olsa güçleniyor olması ve hepsinden önemlisi KP’nin gerisinde Sovyetler Birliği’nin varlığı, Hitler ve Nazileri fazlasıyla endişelendiriyordu. İçişleri bakanlığını da ele geçirmiş olan Nazilerin komünistleri hedef alan saldırıları artarken, anti-komünist histeri temelinde yenilenecek seçimlerle komünistlerin tümüyle safdışı edilmesi amaçlanıyordu. Hitler başbakan olmuştu olmasına ama istediği türden mutlak yetkilere sahip değildi. Hatta bırakalım mutlak yetkileri, Papen ve Hindenburg tarafından kıskaca alınmıştı. Bunun için cumhurbaşkanı Hindenburg’a sadece seçimlerin yenilenmesi konusunda değil, kendisine olağanüstü yetkiler verilmesi konusunda da baskı yapıyordu.

İşte meşhur Reichstag Yangını tam o günlerde geldi. Hitler’in başbakan atanmasından sadece 4 hafta sonra, 27 Şubat akşamı Berlin’deki parlamento binası (Reichstag) ateşe verildi. Derhal yangını komünistlerin tezgâhladığı ve bunun bir komünist ayaklanmanın başlangıcı olduğu propagandası yapılmaya başlandı. Zaten kendisi de azılı bir komünist düşmanı olan Hindenburg, bu hadise üzerine, tarihe Reichstag Yangını Kararnamesi olarak geçen bir olağanüstü yetki kararnamesine onay verdi. 15 Temmuz darbe girişimi sonrasında Erdoğan şürekasının çıkardığı olağanüstü hal kararnamesine benzer biçimde, bu kararnameyle anayasanın temel demokratik hakları düzenleyen maddelerinin askıya alındığı ilan ediliyordu. Buna göre, ifade, basın, toplanma, örgütlenme özgürlükleri, hane ve mülkiyet dokunulmazlığı, iletişimin mahremiyeti gibi anayasal güvenceler süresiz olarak rafa kaldırılıyordu. Bu çerçevede polise sebep göstermeksizin gözaltına alma ve yargıya da sanığı hukuki yardımdan muaf tutma hakkı veriliyordu. Ayrıca, eyalet-devletlerden oluşan Almanya’da, eyaletlerin yetkileri merkezi hükümete geçiriliyor, kamu binalarına kundakçılık gibi kimi fiillere ölüm cezası türünden yeni cezalar getiriliyordu.

Başlatılan çok geniş ölçekli operasyonlarla öncelikle ülke çapında KP liderleri, üyeleri ve sempatizanları derdest edilmeye başlandı. Gözaltılar, işkenceler, yargısız infazlar kısa sürede sosyal demokratlara da genişletildi. Zaten hanidir yürütülen Nazi propagandası sosyal demokratların komünistlerin yardımcısı-destekçisi olduğu yönündeydi. Tanınan akademisyenler, aydınlar da, onbinlerce insanın doğrudan maruz kaldığı bu terör dalgasından nasiplerini alıyorlardı. 15 Temmuz sonrası süreçte Türkiye’de Erdoğancı iktidarın kullandığı söylem ve yürüttüğü operasyonlar düşünüldüğünde, kabinedeki iki Nazi bakandan biri olan Göring’in şu sözlerini de hatırlatmak uygun olur:

“Kararnamenin amaç ve hedeflerini sağlayabilmek için öncelikle Komünistlere karşı, ama daha sonra Komünistlerle işbirliği yapanlara ve onların kriminal hedeflerini destekleyen ya da teşvik edenlere karşı da ilave tedbirler alınacaktır. … Şunu vurgulamak isterim ki, Komünist, anarşist ya da Sosyal Demokrat partilerin dışındaki partilerin üyeleri ve oluşumlarına karşı gerekli her tedbirin mesnedi kararnamede mevcuttur… eğer bunlar en geniş anlamıyla böylesi Komünist faaliyetlere karşı savunmaya yardımcı oluyorsa.”

Bu arada 15 Temmuz darbe girişimi sırasında Ankara’da TBMM binasının uçaklar tarafından bombalandığını hatırlayalım. Bu özellikle sembolik bir önem taşıyor. Almanya’daki komploda nasıl parlamento binası hedef alınmışsa Türkiye’de de parlamento binası hedef alınıyordu. İktidar temsilcileri ve propagandacıları, Batı’ya darbe girişiminin vahametini ve buna karşı yürüttükleri bastırma dalgasının haklılığını anlatmak için çabalarken sıkça “Beyaz Saray’ın, Kongre binasının, Buckingham Sarayı’nın Westminster’ın uçaklarla bombalandığını hayal edin, ne yapardınız” türü kurgusal benzetmeler yapıyorlardı. Aynı sözlerin, Reichstag Yangınından sonra yürütülen bastırma dalgasının genişliği karşısında eleştirilerde bulunan uluslararası basına ve çevrelere yönelik Hitler tarafından söylendiğini görmek ilginç olabilir. Şöyle diyordu Hitler: “Farzedin ki komünistler Buckingham Sarayı’nı ateşe vermeye çalışmışlar ve Avam Kamarasını yakmayı da başarmışlar. Sizin hükümetiniz de aynen benim hareket ettiğim gibi hareket ederdi.”

Resmi adı “Halkı ve Devleti Koruma Kararnamesi” olan Reichstag Yangını Kararnamesi Nazi iktidarının sonuna kadar yürürlükte kalacaktı. Estirilen faşist terör dalgası sırasında, yangının üzerinden daha bir hafta geçmişken (5 Mart) derhal yeni seçimlere gidildi ve 5 hafta önce %33 olan Nazi oyları birdenbire %44’e çıktı. Öte yandan Hitler Yangın Kararnamesiyle yetinmeyecek, bununla açılan yoldan giderek 24 Martta asıl büyük ve kapsamlı yasayı, yani meşhur Yetki Yasasını çıkartacaktı. Şimdilerde Türkiye’de nasıl Erdoğan olağanüstü hali elden geldiğince uzatmaya çalışıyor ve nihayetinde kanun hükmünde kararname çıkarmaya yetkili bir başkanlık sistemini getirerek durumu aslında kalıcılaştırmak istiyorsa, Hitler de Yangın Kararnamesiyle yakaladığı fırsatı sonuna kadar kullanıp, kazanımlarını kalıcılaştıracak ikinci adım olarak Yetki Yasasını çıkartmıştır. Bu yasayla hükümet artık parlamentonun dahli olmaksızın sınırsız biçimde kendi başına kanun çıkarabiliyordu.

Parlamentodaki diğer sağ partilerin milletvekilleri büyük bir baskı altına alınarak, Sosyal Demokrat vekillerin çoğunun oylamaya katılmaması sağlanarak gereken nitelikli çoğunluk güvenceye alındı. Böylece Hitler’in diktatörlüğü birkaç ay içinde kurulmuş oluyordu. Geriye sadece artık pek hükmü kaldığı söylenemeyecek olan cumhurbaşkanı Hindenburg’un bir yıl sonraki ölümüyle boşalan cumhurbaşkanlığı makamının ortadan kaldırılarak, o yetkilerin de anayasaya aykırı biçimde Hitler’e geçirildiğini ilan eden yasa kalmıştı. Anayasa bu noktadan sonra neredeyse tümüyle unutuldu. Daha sonra Nazi rejiminin sonuna kadar çıkarılan binlerce kararname de Yangın Kararnamesine dayandırıldı.

Hitler’in hem cumhurbaşkanı hem de başbakan yetkilerini üstlenmesiyle Führerlik kurumu getirilmiş oluyordu. Hitler esasen bu sıfatla anılmıştır. Türkiye’de de faşist hareketin kullandığı liderlik kavramlarından biri olan “reis” kavramının son dönemde Erdoğan için özellikle kullanılmakta olduğunu hatırlayalım. Erdoğan zaten Nazilerin vaktiyle kullandıkları “ein volk, ein reich, ein führer” (“tek halk, tek ülke/devlet/imparatorluk, tek lider/rehber”) sloganından ilhamla “tek vatan, tek millet, tek bayrak, tek devlet” sloganını uzun zamandır kullanmaktaydı. Kendi mutlak iktidarını kurma yolunda daha fazla ilerlemeyi başaracak olursa ve son günlerde yaptığı çoban benzetmesini de hatırlayacak olursak, ileride buna “tek reis” gibi bir ek yapması şaşırtıcı olmayacaktır.

Reichstag’ı kim yaktı?

Gerek o dönemde gerekse de sonra Reichstag Yangını konusunda birçok kurum, birçok tarihçi ve araştırmacı çalışma yaptı. Yüzeyden bakıldığında ortada farklı teoriler olsa da, politik ve tarihsel olarak hadisenin kime yaradığı, kimin işini gördüğü çok açıktır ve esas olan da budur. Yangını Alman komünistlerinin yaptığına dair Hitler ve Nazilerin iddiasının tam bir yalan olduğu açıktır. Bu konuda hiçbir araştırmacı ciddiye alınır nitelikte kanıtlar ortaya koyabilmiş değildir.

Erdoğan’ın darbe gecesi söylediği “bu Allahın bir lütfu” sözü nasıl 15 Temmuz’un gerçek siyasal-tarihsel anlam ve önemini ele veriyorsa, benzer biçimde Hitler’in de Reichstag Yangınının olduğu akşam, bir İngiliz gazetesinin Berlin muhabiri olan kişiye (Sefton Delmer) dönüp söylediği şu sözler aynı işlevi görmektedir: “Bunun Komünistlerin işi olması Tanrının bir lütfu. Şu anda Alman tarihinde bir büyük yeni çağın başlangıcına tanıklık ediyorsunuz. Bu yangın başlangıçtır.” Bu denli ayrıntılar arasındaki çarpıcı benzerlik en hafif deyimle manidardır. Bizce kesin olan şudur ki, Erdoğan’ın arkasındaki mutfakta çalışan ekip, Weimar Cumhuriyeti dönemini ve özellikle Hitler’in mutlak iktidara yükseliş sürecinde izlediği taktik ve stratejileri ayrıntılı biçimde çalışmıştır. Erdoğan’ın en başta aktardığımız Hitler Almanya’sıyla ilgili sözleri gerçekte sadece bu mutfak çalışmasının bir dışavurumudur.

Buradan 15 Temmuz darbe girişimine dönecek olursak, iktidar propagandası ve hikâyesinin birçok temel unsurunun inandırıcı olmadığı açıktır. Darbe gecesi tam olarak nelerin olduğu hâlâ bilinmemektedir. İktidarın sunduğu hikâye gerçekse, bunun tüm kanıtlarıyla ortaya konmaması için hiçbir tutarlı sebep olmamasına rağmen, yani iddiaların doğruluğunun şüpheye yer bırakmayacak biçimde ortaya konmasının iktidarı hem içte hem dışta çok daha güçlü kılacağı açık olduğu halde, neden bu yapılmamaktadır? Besbelli ki iktidar bir şeyleri saklamaktadır. AKP’lilerin (ve MHP’lilerin) kontrolündeki Meclis darbeyi araştırma komisyonunun, muhalefet vekillerinin tüm ısrarlarına rağmen hiçbir ciddi soruşturma yapmamasının açıklaması başka ne olabilir? Komisyonun Erdoğan ve AKP tarafından tümüyle göstermelik olarak kurdurulduğu görülüyor.

Gülencilerin ana ekseninde yer aldığı bir grubun darbeye kalkıştıkları açık olmakla birlikte, böylesi bir eylem için yapılacak hazırlıkları, yürütülecek kapsamlı faaliyeti, iktidarın fark etmemiş, haber almamış ve buna karşı kendi hazırlıklarını yapmamış olması düşünülemez. Nitekim yavaş yavaş ortaya çıkan bazı veriler buna açıkça işaret etmektedir. Bunlar arasında en dikkat çekici olanı hatırlatalım. İktidar yandaşı Türkiye gazetesinde bir yazarın (Fuat Uğur) ta Nisan ayında yazdığı, ama o sıralar pek dikkat çekmediği anlaşılan satırlar şimdi gün yüzüne çıkarılmış durumda:

“Tekrar cemaatçi kripto askerleri uyarıyorum. Devlet ve komuta kademesi her şeyi biliyor ve suç işlemeye teşebbüs etmenizi bekliyor. Hayır, kimsenin; ne Devletin ne de TSK’nın bu olası kalkışmadan çekindiği yok. Sadece ister soru çalarak ve sınav yolsuzluğuyla, ister normal yollarla girdiği hâlde devşirilerek kriptolaştırılan bu insanlar sonuçta vatanın evlatları. TSK’nın emek vererek yatırım yaptığı, yetiştirdiği asker ve subaylar. Eğer bu akıl dışı hezeyanlara kulak verdikleri takdirde kendilerine yazık edecekler. Ama en çok korktuğum da bu sıkışmışlıkla orduda intihar vakaları olabileceği.”

Darbe sonrası dayak ve işkenceler eşliğinde hapse tıkılan general ve subayların şimdilerde bir bir “intihar” ediyor olmaları olgusunu dahi önceden haber verecek denli peygambervari sözler! Bu sözler iktidarın darbe hazırlığından haberdar olduğunu şüpheye yer bırakmayacak biçimde gösteriyor. Bu hazırlığın içinde olanların zaten birkaç gün sonra yapılacak Yüksek Askeri Şurada tasfiye edilecekler listesine konmaları, olağan tasfiye yolunun hazırlandığını gösteriyor. Gazeteci kılığındaki zatın yazdığı yazıların da söz konusu subaylara “darbe işinden vazgeçin, canınızdan olmayın, olağan tasfiyeye razı gelerek paçayı bu işten sıyırın” anlamına geldiği düşünülebilir. Dahası bu yazılar pekâlâ bir ajanlık teklifi olabilir. Resmi hikâyede darbeyi ihbar ettiği söylenen subayın adının hâlâ saklı tutulması, darbe komisyonuna ifadeye çağrılmaması ve ordudan ihraç edilmesi ilginç ayrıntılardır.

Tüm bu işaretler ve burada anmadığımız daha nicesi, iktidarın bırakalım darbeyi önceden haber almayı, girişimin şu ya da bu ölçüde içine sızmış olmasının büyük ihtimal olduğunu göstermektedir. Darbecilerin 15 Temmuz gecesindeki kimi sarsak ve mantıksız görünen hareketlerinin açıklamasını da burada aramak akla uygundur. “Bu Allahın bir lütfu” diyerek Hitler’e selam gönderen Erdoğan, darbe girişiminden sonra derhal kapsamlı bir tasfiye harekâtına girişerek, aynı Hitler gibi kendi mutlak iktidarına doğru giden yolda çok büyük bir temizlik yapmıştır.

Nereye?

Devlet aygıtında ağırlıklı olarak Gülenciler, siyasi planda da esasen Kürt hareketi hedef alınarak yürütülen ağır sindirme ve temizlik harekâtında on binlerce kamu görevlisi görevden atılmış, on binlerce insan hapse tıkılmış ve içlerinden çoğu işkence ve diğer baskı biçimlerinden geçirilmiştir. Olağan burjuva hukuku alenen rafa kaldırılmış, tutukluların normal hukuki hakları anayasaya aykırı biçimde ortadan kaldırılmıştır. Sonuç olarak bir askeri darbe girişimi bahane gösterilerek, gerçek anlamda yukarıdan sivil bir darbe gerçekleştirilmiştir.

Bu adımlarla birlikte bugün artık bir faşist tırmanış sürecinden ziyade, faşizmin kurumsallaştırılması sürecinin yaşandığını söyleyebiliriz. Bu aşamanın kilit halkası hiç kuşkusuz Erdoğan’ın başkanlık sistemini resmen getirmesidir ki henüz bu gerçekleştirilmiş değildir. Kimi kabine üyelerinin ya da AKP temsilcilerinin OHAL’in kısa sürede kaldırılacağı yolundaki açıklamaları ya da dilekleri hemen her durumda Erdoğan tarafından eze eze tekzip edilmiştir. Kendine has kabadayı üslubuyla Erdoğan bunun son örneklerinden birinde, “Bazıları kalkıyor ne diyor? ‘OHAL kalksın’... OHAL şu an hemen niye kalksın?... Herkes işine, gücüne, her şeyine rahatlıkla gidiyor, geliyor” demiştir. Bu sözler Erdoğan’ın sürekli bir OHAL rejimi istediğinin bir ikrarı niteliğindedir.

Erdoğan şimdiye kadar çeşitli badireleri atlatarak hedefine doğru hayli yol kat etmiş durumda. 15 Temmuz darbesi bu gidişte aynı Reichstag Yangınının Hitler için olduğu gibi, Erdoğan için asıl hedefe doğru en büyük dönemeç noktası olmuştur. Bununla içerideki siyasal muhalefet odakları büyük oranda yoldan ayıklanmış ya da sindirilmiş durumdadır. Mevcut aşamada Erdoğan, MHP ve Perinçekçi Vatan Partisi ile birlikte adı konulmamış bir faşist cephe kurmuştur. Almanya’da da Nazi partisi tek başına değildi. Süreç içinde Alman Ulusal Halk Partisi ve Merkez Parti, yürüyüşü sırasında Hitler’e koalisyonlar da dâhil olmak üzere çeşitli biçimlerde eşlik ettiler. Aynı o zamanki KP’liler gibi, şimdi de HDP’liler Türkiye’de büyük oranda parlamentodan atılmışlardır, o zamanki Sosyal Demokrat Partinin konumuna benzeyen bir konumu olan CHP ise kararsız duruşuyla bir yandan baskı, tehdit ve sindirme girişimlerine maruz kalmakta, bir yandan da Erdoğan’ın yürüyüşüne hayati bazı noktalarda payanda olmaktadır.

Ancak tüm bu vahim benzerliklere rağmen sürecin akıbetinin tümüyle aynı olacağını söylemek için yine de erkendir. Mücadele dinamikleri tükenmiş olmadığı gibi, büyük bir ekonomik krizin önbelirtileri ortaya çıkmış durumdadır. Krizin tüm boyutlarıyla patlaması durumunda, örgütsüz olmalarına rağmen geniş işçi yığınlarının 14 yıldır iktidarda olan bir partiye ve lidere fatura çıkarması mümkündür. Onca propagandaya, onca baskı ve sindirmeye, aykırı ses ve tartışmaların duyulmasının alabildiğine engellenmesine, 15 Temmuz’un alabildiğine istismarına rağmen, Erdoğan’ın getirmek istediği başkanlık sistemine desteğin hâlâ arzulandığı kadar yüksek olmaması ve tam da bu nedenle sistemin adının “başkanlık sistemi” değil “partili cumhurbaşkanlığı” biçiminde formüle edilmeye başlanması bir işarettir. “Başkanlık” kelimesi coşkuyla karşılanmamaktadır.

Öte yandan Türkiye, dev bir bilim, sanayi, yetişmiş nüfus ülkesi olan Almanya değildir. Almanya dünya dengelerinde önemli ağırlığı olan bir büyük emperyalist güç idi, hâlâ da öyledir. Hitler böylesi bir ülkede ve Batılı emperyalist güçlerin SSCB karşısında ona göz yuman tutumunun da sunduğu elverişli zeminde oyununu oynuyordu. Erdoğan’ın oyun sahası ise, son derece karışık ve zorlu bir coğrafyada ancak alt-emperyalist konuma gelebilmiş ve şimdilerde bu konumu da sallantılı hale gelmekte olan Türkiye’dir. Üstelik bu Türkiye özellikle Suriye’de çok riskli bir sürece girmiştir. Rusya ve ABD’den tokatlar yiyerek bu riskli yolda ilerlemektedir. ABD emperyalizmiyle bölgede çeşitli noktalarda ters düşmektedir. Sermayenin en büyük kesimlerini temsil eden TÜSİAD, sindirilmiş olmakla birlikte Erdoğan’ın yürüyüşüne destek verme noktasına gelmiş değildir. Erdoğan yanlısı sermaye güçleri ile TÜSİAD’cı sermaye kesimleri arasında ciddi bir rekabet, kapışma vardır. Bunlar Erdoğan’ın yürüyüşü için Hitler’inkinden farklı olarak olumsuz etmenlerdir.

Erdoğan tam da bu nedenlerle elini çabuk tutmak istemekte, bir kriz ve yükselebilecek bir hoşnutsuzluk dalgası olmadan başkanlık sistemini referanduma götürmeye çalışmaktadır. Son günlerde bu sürecin hız kazanması büyük ölçüde bu telaşı yansıtmaktadır. Hitler de genel bir yükseliş sürecinde olmasına rağmen 1932’nin son seçimlerinde gerileme yaşamıştı ve Reichstag Yangını bunun ardından gelmişti. Hitler yangından sonra 2 ay geçmeden rejimini tam tekmil kurmayı başarabilmişti. Erdoğan ise 15 Temmuz sonrasında o durumda değildir henüz. Geri dönülmez noktaya gelinmemiştir. Tarihteki Reichstag gibi olayları hatırlamak ve tarih bilincini tazelemek duyarlı işçilerin bilinçlenmesi açısından önem taşımaktadır. Erdoğan’ın gidişatı işçi sınıfı için, Kürt halkı için, Aleviler için, kadınlar için, gençler için büyük tehlikeler barındırmaktadır. Alman halkının uğradığı büyük felâket ibret verici bir ders olmalıdır.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, 15 Temmuz’a Reichstag’tan Bakmak, 2 Aralık 2016, https://enternasyonalizm.org/node/176

published on 2 December 2016