Bugünün iktidar sahipleri, her an konuşuyor, her konuşmada esip gürlüyor, en sert sözleri seçiyorlar. “Eyy…” diye başlayan ve muhatabına “haddini bildiren” cümleler kuruyorlar. Savaş naraları atıyor, tehditler savuruyorlar. İdamdan “madam gibi değil adam gibi”sine ölümü ağızlarından düşürmüyorlar. Kutsal bir davanın yürütücüsü olduklarını ve bu dava uğrunda ölümü bile göze aldıklarını tekrar edip duruyorlar. Elbette Türkiye’de siyasi dilin sertleşmesi ve giderek diplomatik dilin ortadan kalkması, sistematik biçimde devletin beka sorununa vurgu yapılması, intikam histerisinin yükseltilmesi, ölüme güzellemeler düzülmesi boşuna değildir. Kapitalist sistem içine düştüğü yapısal krizin amansız dalgalarıyla sarsılırken, Ortadoğu emperyalist boğazlaşmanın sahasıyken, Kürt sorunu Ortadoğu’daki tüm dengeleri etkilerken Türkiye son derece kırılgan bir konumda bulunuyor. Kurtlar sofrasındaki gücü sınırlı ama iştahı büyük Türkiyeli egemenler ava giderken avlanmakla yüz yüze kalabileceklerini biliyorlar. Kaybetme korkularını, şaşaalı bir güç ve güven maskesiyle örtmeye çalışıyorlar.
Onlar iktidar, korku onlarda iktidar!
Geleneksel olarak Batı kampının bir parçası olan Türkiye, Kürt halkının Ortadoğu’daki fiili kazanımlarının uluslararası alanda tanınıp resmileşmesi ihtimali karşısında Batı kampının başını çeken ABD’nin planlarına taş koymaya devam ediyor. Sözde IŞİD’le mücadele koalisyonunun bir parçası olarak yürütülen “Fırat Kalkanı” aslında adından da anlaşıldığı üzere Kürtlere kalkan operasyonu olarak yürütülüyor. Operasyonun bilançosu olarak ortaya dökülen tüm rakamlar da derdin IŞİD’le değil Kürtlerle olduğunu ortaya koyuyor. Türkiye üst perdeden nutuklar eşliğinde Suriye ve Irak topraklarında hak iddia ediyor, askeri varlığını güçlendirmeye çalışıyor. Yani “müttefik” ve “ortak” olan iki ülkeden küçüğü “dik başlılık” ediyor, gücünün sınırlarına bakmadan ortağına “kazık atmaya” çalışıyor. Rusya cephesinde de işler aslında pek yolunda gitmiyor. Rus savaş uçağının düşürülmesinin ardından manevra alanı kaybeden Türk hükümeti, içeride “tezek yakma” edebiyatı yapmış, karşısındaki güce meydan okumuştu. ABD’den beklediği desteği alamayınca da büyük bedeller ödemeden durumu nasıl unutturabileceğini düşünüp Rusya’dan özür dilemişti. Ama Rusya ile yakınlaşma ABD’nin sinir uçlarına dokunmuş olmaktan başka fayda sağlamadı. Kısacası Türkiye’de iktidar emperyalist basamaklarda kendini olduğundan daha yüksekte göstermek istiyor, Ortadoğu’da oyun kurucular arasında olmaya çalışıyor, mevcut duruma bir türlü razı olmuyor. Ekonomik, siyasi ve askeri alanda gerçeklerin duvarına tosladığındaysa av olma korkusu daha da büyüyor. Köşeye sıkıştıkça burjuva siyasetin kirli yolları daha büyük bir telâş ve ikiyüzlülükle arşınlanıyor.
İç siyasetteki büyük kapışmalar ve 14 yıllık AKP-Erdoğan iktidarı boyunca biriken çelişkiler de muktedirlerin korkusunu büyütüyor. 2011 seçimlerinde yeniden iktidar olan AKP otoriter bir devlet düzeni ve itaatkâr bir toplum yaratma gayretine odaklanmış ve bu yolda epeyce mesafe almıştı. 7 Haziran seçimlerinin ardından bu çizgide sıçramalı adımlar atıldı, atılıyor.
Kürtlere yönelik savaş, tutuklamalar, kayyumlar, Kürt basın-yayın organlarını kapatmalar eşliğinde azgın bir şekilde devam ettiriliyor. “Allahın lütfu” 15 Temmuz darbe girişimi son noktasına kadar değerlendiriliyor. Birkaç yıl öncesine kadar “ne istedilerse verilerek” palazlandırılan Gülen Cemaati tam bir cadı avının bahanesi haline getiriliyor. MİT tırlarının, cihatçı katliam çetelerine yapılan yardımların, 17-25 Aralıkla ifşa olan yolsuzlukların üstü örtülüyor. “FETÖ ile mücadele” adı altında devasa bir sermayeye el konuyor. Gülen’e verilenler şimdi zorla geri alınıyor. Ordu yeniden dizayn ediliyor. Yargıdan eğitime, sendikalardan yerel yönetimlere, kolluk güçlerinden basına tüm alanlara el atılıyor. Tüm iktidar tek elde toplanıyor, tüm muhalifler iktidar silindirinin altında eziliyor, iktidarla özdeşleşen kibirli, kof ama cüretkâr çanak yalayıcılar tarafından hedef tahtasına oturtuluyor. Darbe girişiminin ardından ilan edilen OHAL ile tam bir sivil darbe hayata geçiriliyor. Faşist tırmanış ivmelendiriliyor. Bu olağanüstü süreç, şimdilik bastırılmış görünen çelişkilerin aslında daha da derinleşmesine yol açıyor.
İktidar sahipleri, Türkiye’nin uluslararası bir planın parçası olarak dört bir yandan saldırıya uğradığını, parçalanma tehdidiyle yüz yüze geldiğini haykırıp, emperyalist emellerini ve bu yolda giriştikleri maceraları meşrulaştırmak istiyorlar. Kendi iktidarlarının bekasını Türkiye’nin bekası ile bir göstermeye çalışıyorlar. Kendi iktidarlarına yönelen her eleştiriyi vatana ihanet olarak kodluyorlar. Erdoğan’ın çıkarları devletin çıkarları, Erdoğan’ın planları devletin planları, Erdoğan’ın gücü Türkiye’nin gücü, Erdoğan’ın bekası milletin bekası oluveriyor. Savrulan tehditler büyüdükçe, toplum baskı altına alındıkça, zulüm arttıkça, karşıtlar ezildikçe korku, hafiflemek şöyle dursun daha da büyüyor. Bugünlerde “silah alma ve taşıma”nın kolaylaştırılmasının gündeme getirilmesi de bununla doğrudan alâkalıdır. Yani onlar iktidar, korku onlarda iktidar!
Arkasına kitle desteğini alan iktidar, şimdilik karşıtlarının saflarında büyük bir dağınıklık ve moral bozukluğu yaratmayı başarmış görünüyor. Güçlü ve sarsılmaz olduğu izlenimi yaratabiliyor. Korkusunu gizleyebiliyor. Peki, baskılar, yalanlar, şakşakçılar iktidarların korktukları şeyin başlarına gelmesini engelleyebilir mi?
“Anlatılan senin hikâyendir”
Sınıflı toplumların ortaya çıktığı ilk zamanlardan bu yana iktidara yerleşen egemenler her zaman bu iktidarın bir gün gelip tepe taklak olmasından korktular. Çünkü iktidar ve zenginlik sahipleri, güçlerini ancak toplumun çoğunluğu üzerinde tahakküm kurarak elde ederler. Zenginliklerini, iktidarlarını sürekli kılmak için toplumun önemli bir kesimini kanı ve canı pahasına çalışmaya zorlarlar. Toplumu dört bir yandan baskı altında tutmak için devlet şiddetini devreye sokmaktan kaçınmazlar. Ezilenlerin isyanından korkarlar ve bundan korunmak için pek çok yöntem geliştirirler. Öte yandan iktidara yönelen tehditler sömürülenlerin isyanlarıyla sınırlı değildir. İktidar sahiplerinin kendi sınıfları içinden de karşıtları, rakipleri hep olur. Üstelik bu rekabet tarihin bazı kesitlerinde son derece kanlı çatışmalara neden olabilir. İktidara gelenler orada kalmak için karşıtlarını amansızca ezmezlerse iktidarlarını kaybedeceklerini ve ezileceklerini bilirler. Böyle dönemlerde sarsılmaz bir güç görüntüsü ve yıkıcı çelişkiler bir aradadır. Korku ve saldırganlık sarmaş dolaştır.
İktidara kurulanlar tarihin hiçbir döneminde bunun sonsuza dek sürmesini sağlayamazlar ve korktukları er geç başlarına gelir. Ancak bu gerçek, iktidar iplerini ellerine geçirenlerin bu düşlere kapılmasına, tarihe geçen katliamların, otoriter-totaliter rejimlerin, dehşetli savaşların altına imza atacak kadar ileri gitmelerine engel olmaz. Mezarlıktan geçenin ıslık çalması gibi, iktidarı kaybetme korkusunu bastırmak için ne kadar güçlü olduklarını tekrar edip dururlar, “şanlı” tarihlerinden efsaneler türetirler. Asla sarsılmayacak, yıkılmayacak bir kudrete sahipmiş, kendilerine sonsuz bir güven duyuyorlarmış gibi davranırlar. Her sözleriyle karşıtlarına korku salmaya çalışır, esip gürler, tehditler savururlar.
Marx, başyapıtı Kapital’in girişinde, kapitalist üretim tarzını ve bu tarza tekabül eden üretim ve değişim koşullarını İngiltere örneği üzerinden incelediğini dile getirir. Çünkü İngiltere kapitalist gelişmenin klasik yurdudur. Ama Marx, Alman okurlarını da uyarır. İngiliz sanayi ve tarım işçilerinin durumuna omuz silkerlerse, ya da iyimser bir biçimde Almanya’da işlerin bu kadar kötü olmadığı düşüncesiyle kendilerini avuturlarsa yanılacaklarını söyler. Onlara şöyle seslenir: “de te fabula narratur!” Yani “anlatılan senin hikâyendir!” Elbette bu sadece ezilen sınıflar için değil egemen sınıflar için de geçerlidir. Tarih, hiçbir egemen gücün zulümle abad olamadığını göstermektedir. Ne kadar kudretli ve korkusuz görünürse görünsün zalim iktidarlar, diktatörlükler, faşist rejimler daha öncekilerin geçtiği yollardan geçecek ve sarsılıp yıkılacaktır. Sınıflı toplumların tarihi bunun sayısız örneğini sunmaktadır.
Bugünün Türkiyeli egemenlerinin pek özendiği Hitler 1933’te, Almanya’da iktidara gelmişti. Hitler de muazzam bir kudrete sahipmiş gibi görünüyor, kurduğu düzen asla yıkılmayacak zannediyordu. Arkasında milyonlar vardı. Tüm dünyaya meydan okuyordu. Yahudiler, sosyalistler katlediliyor, sessizlik bozulmuyordu. Almanya’nın başat rol oynadığı emperyalist savaş, milyonlarca can alan büyük bir felâkete dönüştü, dünyaya büyük bir karanlık çöktü. Ama büyük zaferler hayal eden Hitler ve faşizm yenildi. Yaptığı zulmün ona sonsuza kadar iktidar olanağı tanımadığını gören ve korkuyla titreyen Hitler intihar etti. Kurmaylarıysa önce çocuklarını, sonra kendilerini öldürdüler.
Bir diğer faşist, 12 Eylül darbesinin lideri Kenan Evren de yıllar sonra darbe yaparken nasıl korktuklarını itiraf edecekti. İşçi sınıfının sokaklara dökülmesi ve darbecilerden hesap sorması ihtimaliyle titreyerek kelle koltukta darbe yaptıklarını anlatacaktı. Meydan meydan dolaşıp konuşmalar yaparken, gencecik fidanları darağaçlarına gönderirken, işçi sınıfının kazanımlarını yok ederken, toplumu cendere içine alırken çok büyük bir gücün, sağlam bir iktidarın sahibi gibi davranacaktı. Ama bu faşist de gün gelip devranın döneceği, hesap vermek zorunda kalacağı korkusuyla yaşadı ve öldü.
Savaşın içinde, ekonomik ve siyasi krizlerin fay hatları üzerinde bulunan bugünün Türkiye’sinde de faşist tırmanışa, kitlelere korku salan muktedirlerin korkusu eşlik ediyor. Ama tüm tarihsel örnekler aynı gerçeğe işaret ediyor: Tarihin tekerleği döner, korkulan başa gelir, iktidarlar devrilir, egemenlikler yıkılır. Zulüm ile abad olanın sonu berbad olur! Gerçek tastamam böyledir. Türkiye karanlık günlerden geçse de yarınlar çok şeylere gebedir.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, İktidarın Korkusu, Korkunun İktidarı, 16 Kasım 2016, https://enternasyonalizm.org/node/174
Faşizm Yolunda İktidarın Gençlik Projeleri
Faşizmin Kurumsallaşmasında Bir Adım Daha