17 Ekim akşamı ABD ile Türkiye arasında varılan anlaşmayla, hem Türkiye ve hem de YPG’nin 120 saat süreyle ateşkes yapmasına karar verildi. Türkiye’nin Kürt güçlerine saldırıya geçmesinin ardından ABD, AB ve Arap Birliği dâhil onlarca ülke, Türkiye’nin savaşı durdurarak Suriye’den çekilmesini istemişti. Erdoğan yönetiminin, zevahiri kurtarmak ve iç kamuoyunda kazanan taraf algısı yaratmak için “ateşkes ilan etmedik, ara verdik” demesi gerçekliği değiştirmiyor. Zaten “ara vermek”, silahları geçici olarak susturmaktır ve dolayısıyla ateşkestir. Üstelik bu ateşkes anlaşması her ne kadar görüntüde ABD ile yapılmışsa da, muhatabı YPG’dir. Öncesinde yüksek perdeden “asla ateşkes ilan etmeyeceklerini” söyleyen Erdoğan, ABD’nin baskısı altında geri adım atmak zorunda kalmıştır ve bu gerçeğin üzerini kapatmak için söz konusu anlaşmayı “zafer” olarak sunmaktadır.
ABD ve Türkiye, 13 maddelik bir anlaşma metni yayınladılar. Fakat yayınlanan bu maddelerin, anlaşmanın ya da kapalı kapılar arkasında konuşulan ve karara bağlanan konuların tamamını yansıttığını söylemek safdillik olur. Asıl olarak, uzun toplantıda tartışılan ve yayınlanmayan hususlar önemlidir. Trump’ın açıklamaları, esasında söz konusu toplantıda nelerin konuşulduğunu, Erdoğan’ın önüne nelerin konduğuna dair bir fikir veriyor.
Bugün faşist iktidarın en büyük güç kaynaklarından biri, ezici çoğunluğunu kontrol ettiği medyadır. Böylece rejim, toplumda kendi siyaseti doğrultusunda algı oluşturabilmektedir. Nitekim söz konusu anlaşmadan sonra yandaş medya “zafer” çığlıkları atarak Türkiye’nin her istediğini aldığı yönünde algı oluşturmaya başlamıştır. ABD, ağır ekonomik ve askeri yaptırımları gündeme getirmiş, bugünler için bekletilen Halkbank dosyası yeniden açılmış, Erdoğan’ı savaş suçlusu olarak hedefe koymuş, aynı zamanda mal varlığının araştırılacağını duyurmuştur, ama nasıl olmuşsa kazanan Türkiye olmuş ve zafer ilan etmiştir! Gerçekliğin baş aşağı çevrildiği kapitalist düzende, Erdoğan rejimi de baskıyla ve medya aracılığıyla kendi gerçekliğini yaratıyor!
Türkiye’nin zaten Rojava’da ele geçirdiği sınırlı bir bölgeyi ABD’nin görünürde ve şimdilik “güvenli bölge” olarak kabul etmesi kazanım olarak sunulmaktadır. Söz konusu 13 maddelik anlaşmada YPG’nin bu alandaki askeri varlığını geri çekeceği ifade edilmesine, ABD ve Kürtler bu yönde açıklamalar yapmasına rağmen, faşist rejim sözcüleri YPG’nin Kobani’den Irak sınırına kadar geri çekileceği algısı oluşturmaya çalışıyorlar. Diğer taraftan, ele geçirdiği bölgede kalması karşılığında ABD’nin Türkiye’den ne aldığından ve önüne nasıl bir plan koyduğundan bahsedilmiyor. “Almadan vermek Allah’a mahsustur” denilir ve Trump gibi bir kapitalist, her ne kadar Erdoğan’la “sert bir aşk” yaşasa da, bedavaya günahını bile vermez! Sahnenin önünde ateşkesle başlayan bir anlaşma sağlanmış gibi gösterilse de, henüz durum çok belirsizdir.
Konunun uzmanı olduğu söylenen kişilerin yorumları da, esasında kafaları karıştırmaktan ileri gitmemektedir. Suriye ve Ortadoğu’daki gelişmeler konusunda kalem oynatan yazarların bir kısmı Erdoğan rejimine muhaliftir. Ama süreci bütünsel olarak kavrayabilmek ve parçalı gelişmeleri bütünün içine yerleştirmek için, öncelikle Ortadoğu’da ne yaşandığını ortaya koymak gereklidir. Ortadoğu’da bir üçüncü dünya savaşının yaşandığı, Suriye’nin de bunun bir cephesi olduğu olgusundan hareketle gelişmelere bakılmadığı sürece bütünsel bir perspektif oluşturulamaz. Nitekim çoğu zaman bütünselliğin yerini parçalı değerlendirmeler alıyor.
Uzun uzadıya tekrar etmeye gerek yok… 8 yılın sonunda Suriye savaşı belirli bir eşiğe gelmiştir. Esad rejimi yıkılamamıştır ama ülke fiilen parçalanmıştır. Cihatçıların ve Türkiye’nin işgal ettiği yerleri bir kenara bırakırsak, gerçekte Suriye’de iki güç söz konusudur. Rusya ve Esad rejimi, ABD ve Kürtler… Rusya’nın desteği olmadan Esad’ın ABD ile savaşı göze alıp Kürt güçlerini ezmesi bir ham hayaldir. Neticede her savaş, politikanın yeniden aktif olarak devreye sokulmasıyla masada anlaşmayla bitirilir. Bunun en son örneğini Balkanlar’da gördük. Önemli olan bu masada kimin elinin ne kadar güçlü olduğudur. Böylece ülke veya bölge ona göre, tarafların nüfuz ağırlığı ölçüsünde şekillendirilir. Bugün Suriye’de söz konusu olan da budur. ABD, Esad rejimini devirememiştir ama Kürtler üzerinden Suriye’nin şekillendirilmesinde çok önemli bir mevzi tutmuştur.
Parçalanmış Suriye’nin bir daha eski durumuna dönmesi ve bu biçimiyle istikrar kazanması, eşyanın doğasına aykırıdır. Esad, savaşı kazanarak tüm güçleri kendi hegemonyası altında birleştiren bir güç konumunda değildir. Suriye, en başta ABD ve Rusya gibi büyük güçler arasındaki kapışmalar temelinde yeniden şekillendirilecektir. Ancak bugün gelinen nokta itibarıyla Kürt realitesinin inkârı mümkün değildir. Lakin tam da bu noktada İran ve Türkiye gibi birçok bölgesel faktör de devreye girmektedir. Türkiye’deki faşist rejim Suriye’deki Kürtlerin özerklik ve benzeri bir statü kazanmasını kendisi için tehlikeli görmekte, aynı zamanda Suriye’deki sürecin kendisinden bağımsız olarak şekillendirilmesini istememektedir. Bu rejim, Kürtlere mümkün mertebe az, kırıntı düzeyinde hak verilmesini ve Suriye’nin paylaşım masasında kendilerine de yer açılmasını sağlamaya çalışıyor.
Şu gerçekliği ifade etmek lazım: Ortadoğu’da süren üçüncü dünya savaşında Kürtler önemli ve dikkate alınması gereken bir güç konumundadır. Kürt sorununun yüz yıl önceki gibi bir kenara itilmesi bahis konusu olamaz. Kürtlerin varlığı, Ortadoğu’yu yeniden şekillendirmek isteyen ABD için önemlidir. ABD, Suriye’de Kürtler üzerinden belirleyici bir güç haline gelmiştir. Bir taraftan Kürtlerle ittifak kurup onların Suriye’de güç kazanmasına destek çıkarken, öte taraftan da Türkiye’ye Kürt realitesinin kabulünü dayatmaktadır.
Türkiye, uzun zamandır bölgenin şekillendirilmesinde ABD’nin Kürtleri değil kendisini tercih etmesini istemekteydi. Ancak ABD’den istediğini bulamayan faşist rejim, başlattığı savaşla Kürt sorununu daha önce hayal edilemeyecek ölçüde dünya gündemine oturtmuş oldu. Bugün Amerika ve Avrupa kamuoyunda, Türkiye’nin, cihatçı IŞİD’i yenmiş Kürtleri katlettiği algısı hâkimdir. Öyle ki Kürt sorunu, ABD’deki sıradan insanların bile gündemine girmiş bulunuyor. Türkiye’nin gerçekleştirdiği katliamlar Batı medyasında genişçe yer buluyor. Trump, YPG’nin komutanı Mazlum Kobani ile görüştüğünü belirterek onun mektubunu da iliştirip Erdoğan’a gönderiyor. Ateşkes anlaşmasından sonra Trump’ın Erdoğan ve Mazlum Kobani’ye, aynı anda eşit kimseler olarak teşekkür etmesi dikkat çekicidir. ABD müesses nizamının üst düzey sözcülerinden olan Graham’ın, Mazlum ile görüştüğünü belirterek onun görüşlerine katıldığını ve kaygılarını paylaştığını söylemesi son derece manidardır.
Trump ile Pentagon ve ABD müesses nizamı arasında çelişkiler olsa da, Türkiye’ye yaptırımlar konusunda çok büyük farklılıklar yoktur. Nitekim çeşitli yaptırımların gündeme alınmasının, Halkbank dosyasının yeniden açılmasının ve Erdoğan’ın mal varlığının araştırılacağının duyurulmasının ardından ateşkesin gelmesi tesadüf değildir. ABD tarafı, Türkiye’nin taahhütlerine uyması karşılığında yaptırımları devreye sokmayacağını açıklamıştır. Fakat ABD’nin sırf beş günlük ateşkes sağlamak için bu yaptırımlardan vazgeçtiğini düşünmek pek akıllıca olmaz. ABD yönetimi, ekonomik ve askeri yaptırımları Türkiye’nin üzerinde bir kılıç gibi sallamaya devam edecektir. Erdoğan’ın savaş suçlusu olarak ilan edilebileceğinin, Halkbank kapsamında bizzat onun sanık sandalyesine oturtulabileceğinin söylenmesi, verilen gözdağının büyüklüğünü ortaya koyuyor. ABD savunma bakanı Esper’in ateşkesten önceki şu açıklamasını hatırlatmak yeterlidir: “Cumhurbaşkanı Erdoğan, potansiyel IŞİD dirilmesi, olası savaş suçları ve büyüyen insanlık krizi dâhil olmak üzere bunun sonuçlarından tamamen sorumludur.”
Bugün Türkiye’nin iddia ettiği “güvenli bölge” ile ABD’nin Türkiye’nin önüne koyduğu “güvenli bölge”nin birbiriyle alakası yoktur. Şu hususun altını kalınca çizmek lazım: Türkiye, ABD’nin kendi istediği büyüklükte bir “güvenli bölge”ye izin vermesini istiyordu. Ne var ki ABD, buna karşılık Türkiye’ye kendi planını dayatıyor. Böylece ABD, Türkiye’ye ateşkes yaptırıp YPG’yi aşağıya çektikten sonra, Türkiye’yi Esad rejimi ve Rusya ile karşı karşıya bırakmış oluyor.
Türkiye’nin Kürtlere saldırmasından sonra Kürt hareketi, Rusya aracılığıyla Esad rejimiyle askeri bir anlaşma yaptı. Buna dayanarak Esad güçleri ve Rusya; Menbiç, Kobani dâhil belli başlı birçok kent ve yerleşim yerine girdi. Gelinen noktada şimdi Türkiye’nin karşısında Esad güçleri ile Rusya var. Üstelik hâlihazırda ABD’nin desteği olmadan, “güvenli bölge” olarak ilan ettiği Tel Abyad ve Serekâniye’de kalıp kalamayacağı da belli değildir. Kalsa bile, çeşitli hesaplardan dolayı Rusya’nın göz yummasıyla olacaktır bu. Rusya, tüm Türkiye sınırının Suriye ordusuna bırakılması için baskı yapıyor. 18 Ekimde dışişleri bakanı Lavrov’un yaptığı şu açıklama, Rusya’nın yaklaşımını ortaya koyuyor: “Kürt sorununun, Suriye’nin toprak bütünlüğü ve egemenliği çerçevesinde, Kürt liderler ve Şam’daki meşru hükümet arasında diyalogla çözülmesi gerektiğinden yana tavır sergileyeceğiz. Türkiye’nin sınırlarını güvenli hissetmesi için sorun bu şekilde çözülecek. Ortadoğu’nun bu kısmında biriken karşıtlıkları göz önünde bulundurursak, bunun zor bir süreç olduğunu düşünüyorum. Fakat gerçekçi bir süreç… Bu süreçte başarılı olunması için de her türlü desteği vereceğiz.” Çok açık ki, gerek ABD’nin tutumuyla gerek Rusya’nın tutumuyla, Kürt sorunu bugün dünya gündemine oturarak tüm ağırlığı ve yakıcılığıyla Türkiye’nin karşısına dikilmiştir.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Türkiye’nin Karşısına Dikilen Kürt Gerçekliği, 21 Ekim 2019, https://enternasyonalizm.org/node/281
Haşince aşk ile mükemmel bir çıkmaz!
Savaşın Ekonomisi