Savaşın Ekonomisi

Yeni milenyumla birlikte olgunlaşan tarihsel sistem krizi, şiddeti artan ekonomik krizlerle birlikte savaşı da süreğen hale getirmiş bulunuyor. ABD başkanı Bush’un 2001’de Afganistan’ı işgal ederken kullandığı “sonsuz savaş” tabiriyle bir nevi itiraf edilen bu olgu, nicedir karşımızda Üçüncü Dünya Savaşı ve körüklenen militarizm gerçekliğiyle boy gösteriyor. Emperyalist savaşın farklı biçim veya yöntemlerle şu ya da bu ölçekte tüm kıtalara sıçradığı bu dönemde, burjuvazi, tehdit potansiyeli giderek artan halk isyanlarına karşı iç savaş aygıtı olan polis gücünü de hummalı bir şekilde tahkim ediyor. Amansız bir silahlanma yarışının yaşandığı “soğuk savaş” döneminde maksimum 1,2 trilyon dolar olan dünya askeri harcamalar toplamının bugün 1,8 trilyon doları aşmış olması da, söz konusu tablonun yıkıcılığına dair çarpıcı bir veri sunuyor.

Askeri harcamaları arttıranlar sadece ABD ve diğer emperyalist güçler değildir kuşkusuz. Bu noktada Türkiye’nin konumuna baktığımızda da özellikle son dört yılda büyük bir ivmeyle yükselttiği askeri harcamalarla dünyada 15. sırada yer aldığını görüyoruz. Bunun faşist rejimin içeriye ve dışarıya dönük savaş politikalarıyla doğrudan bağlantılı olduğu açıktır. Nitekim 2003-2014 yılları arasında 12-13 milyar dolar civarında seyreden yıllık askeri harcamalar, gerek Türkiye gerekse Suriye Kürdistanı’nda tırmandırılan savaşın etkisiyle 2015 yılından itibaren sıçramalı bir artış göstererek 2018 itibariyle 22 milyar doları aşmıştır.[1] Bu dönemde silah ithalatı %59, savaş sanayii cirosuysa %31 oranında artmıştır.[2]

Burjuva iktisatçılar askeri harcamaların ekonomik büyümeye etkisi konusunda tartışmaya devam ededursunlar, karşımızda pek çok yönüyle yükselen bir militarizm tablosunun durduğu aşikârdır.[3] Söz konusu olgu, iç ve dış savaş aygıtlarının tahkimatının yanı sıra ekonominin militarizasyonu biçiminde de kendini göstermektedir. ABD başkanı Trump’ın her gittiği ülkeye milyarlarca dolarlık silah anlaşmaları dayatarak silah tekelleri için iş bağlamaya çalışması, içinden geçtiğimiz dönemin bu niteliğinin dikkat çekici bir ürünüdür. Aynı şey, farklı ölçeklerde de olsa yerli silah üretimi ve ihracatı yapan irili ufaklı diğer kapitalist devletler için de geçerlidir elbette.

Örneğin son dört yılda silah ihracatını bir önceki dört yıllık döneme göre %170 oranında arttıran Türkiye, önümüzdeki dört yılda %400’lük bir artışı hedeflemektedir. İhracatı 2 milyar dolardan 10,2 milyar dolara çıkarma yönündeki bu hummalı çaba, üretimin militarizasyonunun yanı sıra uluslararası ilişkilerde de bunun önemli bir etken haline geleceğini göstermektedir. Savunma Sanayii Başkanlığının 2019 Temmuzunda yayınladığı “Kalkınma Planı”nda açıkladığı diğer hedefler de militarizmin azgınca körüklenmeye devam edeceğine işaret etmektedir. Söz konusu plan, 2018’de 8,7 milyar dolar olan “savunma sanayii” cirosunda 2023 hedefini 26,9 milyar dolar olarak koymaktadır. Türkiye ekonomisinin yıllık büyüme hızının en iyimser tahminlere göre bile ortalama %5’i aşmayacağı hesaba katılırsa, egemenlerin %200’lere varan bu ciro artış hedefine ancak körüklenen bir savaş ekonomisiyle ulaşabilecekleri ya da en azından bunu planladıkları açıktır.

Burjuva devletler askeri sanayiye ağırlık verirken çok yönlü bir fayda beklentisi içindedirler. Doğrudan askeri üretim yapan tesislerle birlikte alt sektörleri de harekete geçirerek durgunluk/kriz içindeki ekonomiyi canlandırmak ve işsizliği azaltmak, kısa vadeli hedefler olarak sayılabilir. Ancak bunların yanı sıra, özellikle orta gelişmişlik düzeyindeki ülkelerin daha uzun vadeli stratejik hedefleri de bulunmaktadır. Teknolojik sektörleri askeri sanayi için seferber etmenin ve AR-GE faaliyetlerindeki yoğunlaşmanın uzun vadede büyük bir atılımın altyapısını döşemesi bu hedefler listesinin baş sıralarında gelmektedir. Örneğin Güney Kore’nin 1960’lardan itibaren planlı bir şekilde hayata geçirdiği bu yönelim, ona silah sanayiinin yanı sıra otomotiv, kimya vb. sektörlerde de büyük bir atılım olarak geri dönmüştür. Türkiye de son dönemlerde artan bir tempoyla bu yoldan ilerlemektedir. Tıpkı Güney Kore’deki geçmiş dikta rejimleri gibi Erdoğan da tepesinde bulunduğu faşist rejimi bunun için bir avantaj olarak kullanmaktadır. Zira, sermaye gruplarını talimatla doğrudan bu alana yönlendirmek, emekçilerin sırtına yıkılan ek vergilerle bu alana devasa kaynaklar aktarmak ve tüm bunları her türlü muhalefeti engelleyerek yapmak, olağan burjuva iktidarlar açısından kolay işler değildir. Üstelik iktidara yakın sermaye gruplarına özel ayrıcalıklar sağlanması söz konusudur. Tank Palet fabrikasının Erdoğan’a “âşık” Sancak’ın Katar ortaklı BMC’sine hediye edilmesi, İHA-SİHA’cı küçük damada yürü ya kulum denmesi bunun tipik örneklerindendir.

Bugün Türkiye’de 180’den fazla firma doğrudan ya da dolaylı olarak savaş sanayiinin parçası durumundadır. Doğrudan askeri üretim yapan şirketler bir yana bırakıldığında, geri kalanların çoğu askeri faaliyetleri göz önünde olmayan büyük şirketlerdir. Metalden boyaya, plastikten elektroniğe, kimyadan otomotive geniş bir alanda üretim yapan bu şirketler, çeşitli branşlarıyla savaş sanayiine entegre olmuşlardır. TOBB’un Savunma Sanayi Sektör Meclisi 2017 Yıllık Raporunda dile getirdiği “Sağlam bir sanayinin arkasında mutlaka güçlü bir savunma sanayii vardır[4] sözleriyse kriz içindeki burjuvazinin sanayinin militarizasyonundan duyduğu memnuniyetin açık bir ifadesidir. Pazar alanı daralan, kâr oranları düşen kapitalist şirketler, üretimi, sağlam bir müşteri olan devletin yüklü siparişleri temelinde yeniden yapılandırmaya dünden razıdırlar. Ürettikleri şeyin silah ya da bebek maması olması onlar için fark etmemektedir. Yeter ki en yüksek kârı getirsin! Üstelik devletin yağlı teşvikleri, burjuvazinin şevkini kat be kat arttırmaktadır.

AKP hükümeti savaş sanayiinde faaliyet gösteren şirketlere son yıllarda büyük teşvikler getirmiştir. Proje kapsamlı destekler, ticari amaçlı destekler ve vergi muafiyetlerinin yanı sıra istihdam teşvikleri de söz konusudur. İşsizliğin çığ gibi büyüyerek kronikleşmesi karşısında “savunma sanayii” için de “istihdam seferberliği” ilan edilmiştir. Cumhurbaşkanlığının 2019 Temmuzunda yayınlanan 11. Kalkınma Planına da yansıdığı üzere, 2019’da savaş sanayinde 67 bine çıkan çalışan sayısının 2023’te 79 bine yükseltilmesi hedeflenmektedir.[5]

Erdoğan liderliğindeki faşist rejim, “savunma sanayii yerlilik oranı”nı da 2023’te %65’ten 75’e çıkarmayı hedeflediğini ilan etmiştir. Tüm bu hedef ve çabalar TC’nin alt-emperyalist konumu ve hevesleriyle doğrudan ilişkilidir kuşkusuz. 1980’lerin ortalarından itibaren “mevcut milli sanayinin savunma sanayiinin ihtiyaçlarına göre reorganize ve entegre edilmesi”ni önüne hedef olarak koyan TC, AKP iktidarıyla birlikte bu çabalara büyük bir hız vermiştir. Zira yayılmacı hevesleri yüzünden emperyalist güçlerle ve diğer bölge güçleriyle sıkça karşı karşıya gelmesi TC’yi mümkün olduğunca bağımsız bir askeri güce sahip olma konusunda daha atılgan hale getirmiştir. Bugün faşist iktidarın “yerlilik” vurgusu tam da bu hevesleri yansıtmaktadır. Ne var ki hevesle gerçeklik arasındaki açı oldukça büyüktür. “Yerli” denerek övünülen pek çok askeri projenin yabancı şirketlerle işbirliği ve ortaklıklar temelinde yürütülebilmesi, pek çok “savunma sanayi” şirketinin yabancı şirketlerle olan ortaklıkları, durumun caka satılan düzeyde olmadığını gözler önüne sermektedir. Türkiye’nin dünya silah üretimindeki payı %2’yi bile bulmamasına rağmen, yalan ve boş şişinme, rejimin tepesinden iş âlemine kadar egemen burjuva kesimlerde genel bir davranış özelliği haline gelmiştir. “Zeytin Dalı” adı verilen Afrin işgal harekâtının yaşandığı günlerde yayınlanan TOBB raporunda sarf edilen şu sözler bunun örneklerinden sadece biridir: “Türkiye bugün savunma sanayisi gelişmiş 15 ülkeden biridir. Her geçen yıl bölgesel bir güç olmaktan öte küresel bir güç olma yolundadır. Güçlü olan birçok ülkenin aksine kendi topraklarının ve insanının güvenliğini sağlamaktan başka da bir amacı yoktur. Nitekim son Zeytin Dalı Harekâtında bunu bütün dünyaya bizzat göstermiştir.”[6]

Afrin harekâtı 2018 Ocağında başladığında, başbakan Binali Yıldırım’ın medya temsilcileriyle yaptığı toplantıda verdiği 15 maddelik sözde “tavsiye”, özde “psikolojik savaş direktifleri” listesinin bir maddesi de şuydu: “Operasyonun Türkiye’nin yerli ve milli silah üretimi ve kabiliyetiyle olduğunun hatırlatılması.” Bugün “Barış Pınarı” adı altında yürütülen savaşta da görüldüğü üzere, askeri harekâtlar TC açısından “yerli ve mili” savaş ürünlerinin bizzat kullanılıp tüketilebileceği ve dahası reklâm edilebileceği bir saha işlevi de görmektedir. Yazılı ve görsel medya, obüslerin, insansız hava araçlarının, zırhlı araçların vb. teknik özelliklerinin ayrıntılı bir şekilde anlatıldığı ve söz konusu ölüm makinelerinin alenen reklâmının yapıldığı programlarla ve haberlerle dolup taşmaktadır. Böylece bir yandan, üretilen yıkım araçlarına yeni pazarlar yaratılmaya çalışılırken, bir yandan da milliyetçilik şahlandırılarak emekçi kitlelerin gerçekler karşısında körleşip felçleşmesi hedeflenmektedir.

Özellikle ekonomik krizin işçi ve emekçi kitlelerin yaşamlarını çekilmez hale getirdiği ve iktidara yönelik tepkilerinin arttığı bir dönemde, ayağının altındaki toprağın giderek çekildiğini gören faşist rejim militarizme ve militarist propagandaya daha azgın biçimde başvurmaktadır. 31 Mart 2019 seçimlerinden önce dolaştığı meydanlarda Erdoğan, ekonomik sorunları öne çıkaran muhalefeti eleştirerek şunları söylüyordu: “İdlib’te Cerablus’ta Mehmet’im tanklarıyla toplarıyla bu teröristleri yok etti mi? Ben buradan patatesçilere domatesçilere sesleniyorum, o bir tane merminin bedelini biliyor musun sen? Gabar’a, Cudi’ye helikopterlerimiz buraya uçarken yapılan yatırımların ne olduğunu hesapladın mı sen?” “İki ay Afrin'de biz leblebi çekirdek mi kullandık? Mermi kullandık, bombaları kullandık. Silahlı silahsız bütün insansız hava araçlarıyla teröristleri yok ettik. Bu ne domatese benzer ne patlıcana ne sivri bibere.” Görüldüğü gibi Erdoğan’ın “Tereyağsız yapabiliriz ama silahsız yapamayız. Tereyağıyla ateş edemezsiniz, ama silahlarla edebilirsiniz” diyen Nazi Propaganda Bakanı Goebbels’ten bir farkı yoktur. 

İzlediği politikalar nedeniyle sıkışan faşist rejim, emperyalist kutuplar arasındaki manevralarında da bu unsuru bir silah olarak kullanmaktadır. ABD ve Rusya’nın kendisine yönelik yıkıcı adımlarını yeni askeri alım anlaşmaları vaat ederek engellemeye çalışan Erdoğan, “F35 de alırız SU57 de; S-400 de alırız Patriot da!” diyerek milyarlarca dolarlık savaş araçlarından “leblebi çekirdek” rahatlığıyla söz etmektedir. Bir F35’in bedeli 80 milyon doları aşarken, kamuflajlar kuşanan rejim şefi, yeni uçak, helikopter, tank filoları kurmaktan dem vurmaktadır. Üstelik tüm bunlar, ekonomik kriz altında bütçe açıkları hızla büyürken ve fatura tümüyle işçilere, emekçilere çıkarılırken yapılmaktadır. Yüksek bütçe açığını, hiç utanmadan, işçilere ve emeklilere yapılan maaş artışlarına bağlayan hükümet, TC ordusuna ek olarak Suriye’de Kürtlerin üstüne salınan on binlerce cihatçı katile de ayrılan devasa maddi kaynaktan, F35 projesine ve S400 alımına ayrılan milyarlarca dolardan, her yıl on binlerce yeni personel, silah vb. alımlarıyla şişirilen polis gücünden, savaş araçları için sermayeye akıtılan teşviklerden vb. hiç söz etmemektedir.

“Vatan savunusu”, “güvenlik sorunu”, “beka meselesi” denerek susturulan emekçileri önümüzdeki dönemde daha ağır zamlar, vergi yükleri, enflasyonun çok altında kalan ücret artışları, grev yasakları ve işten atmalar beklemektedir. İşçiler, emekçiler, burjuvazinin temel meselesinin düzenin bekası ve sermayenin çıkarları olduğu gerçeğini göremedikçe ne yazık ki, sadece savaş alanlarında değil, kendilerine yönelik her türlü saldırının bahanesi olarak da kullanılan bir militarizm gerçekliğiyle karşı karşıya kalmaya devam edeceklerdir.


[1]      2015’te 14,3 milyar, 2016’da 16,6 milyar, 2017’de 17,8 milyar, 2018’de ise 22,1 milyar dolar. TL olarak durum daha çarpıcıdır: 2015’te 43,2 milyar; 2016’da 54 milyar; 2017’de 64,2 milyar; 2018’de 91,5 milyar lira. (Kaynak: SIPRI Military Expenditure Data 1949-2018)

[2]      Savunma ve Havacılık Sanayii İmalatçılar Derneği (SASAD) Performans Raporu/2018

[3]      Askeri harcamalarla ekonomik büyüme arasındaki ilişki konusunda burjuva iktisadı içinde farklı görüşler ortaya konmaktadır. Örneğin kamu harcamalarının arttırılmasına dönük bir ekonomi modeli benimseyen Keynesyen yaklaşım, savaş sanayiinin ekonomiyi canlandırma ve istihdam artışı yönünde güçlü bir etkisi olduğunu savunmaktadır. Klasik/neo-klasik olarak adlandırılan yaklaşımsa, kamusal kaynakların bu sektöre ayrılmasının ekonomik büyüme üzerinde negatif etki yarattığını iddia etmektedir. Bu konudaki araştırmaların çok boyutlu pek çok etkeni hesaba katması zorunluyken, ülkeler bazında gerçekleştirilen çeşitli araştırmalarda birbirine tümüyle zıt sonuçlar türetildiği görülmektedir. Türkiye’de de bu konudaki akademik araştırmaların sayısı artmıştır. Örneğin 2003 verilerine göre yapılan bir araştırma, Türkiye’de savaş sanayii harcamalarında %1’lik bir artışın büyüme oranını %0,15 yükselttiğini göstermektedir. (https://www.savunmasanayiidergilik.com/images/uploads/Makale/GSD-1-Art-6...)

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Savaşın Ekonomisi, 4 Kasım 2019, https://enternasyonalizm.org/node/282

yayın tarihi: 4 Kasım 2019