Sandığa Doğru Artan Baskılar ve Sıkıştıran Ekonomik Kriz

Faşist rejimin, kendisini kitlelerin gözünde meşrulaştırmak amacıyla “demokrasi vitrini”nden “seçimleri” kaldırmadığını kaç zamandır söylüyoruz. Halkın önüne sandığı koymayı demokrasi olarak yutturmaya çalışıyorlar. Demokratik hak ve özgürlükleri ortadan kaldıran, tüm devlet gücünü ve medyayı kendisi için seferber eden, her türlü hileye başvuran ve kitleleri korkutan rejim, tüm bunların sonucunda sandıkta üstün gelmesini, kendisinin “demokratik yollarla seçilmiş meşru bir iktidar” olduğunun kanıtı olarak gösteriyor. Destekçi kitleler nezdinde bu çarpıtma halen önemli bir yansıma bulsa da, iktidar kendisine verilen desteğin azalmaya başladığının bilincindedir. Seçimlerde tek başına kendisine güvenmeyip sandığa bir koalisyonla gitmek zorunda kalışı da, sandık öncesinde kesenin ağzını açarak seçim rüşvetleri dağıtması da bundandır. Faşist iktidarın kaybedeceği bir seçime gitmeyeceğini biliyoruz; bu yüzden de, bir sürprizle karşılaşmamak için her türlü hilenin hazırlığını şimdiden yapmakta, baskı ve zorbalığı körüklemektedir. Faşist iktidarın temel kaygısı, mevcut olan kitle desteğini ciddi ölçüde yitirmektir.

Seçim günü yaklaşmasına rağmen toplumun geniş kesimlerinde geçmiştekilere kıyasla daha düşük bir heyecandan bahsetmek mümkündür. Bu heyecansızlığın bir nedeni, emekçinin mutfağını ve cüzdanını kasıp kavuran ekonomik krizken, bir diğer nedeni de geniş emekçi kesimlerin seçimlere dönük beklentilerinin eskiye nazaran azalmakta oluşudur. Bu, hem iktidara halen destek veren hem de onun karşısında yer alan kesimler için geçerlidir. Düne kadar iktidarı desteklemiş emekçi kesimlerin bir bölümünün, yaşadıkları hayal kırıklıklarının birikimli etkisiyle iktidara duydukları sempati aşınıyor. “Ne isterse verdik”, “tüm yetkiyi elinde topladı daha ne bekliyor” şeklindeki tepkiler bu kesimler içerisinde artmaya başlıyor. Öte yandan, iktidara muhalif emekçi kesimlerde “bu sefer farklı olacak” şeklinde bir beklenti ve heyecandan bahsetmek mümkün görünmüyor. Zira başta CHP olmak üzere sözümona muhalif partilerin seçim öncesi yaydıkları hayallerin büyüklüğü ile seçim gecesi ve ertesinde sergiledikleri tutumların pespayeliği arasındaki çelişki, geniş muhalif emekçi kesimleri giderek artan bir umutsuzluğun içine sürüklüyor ve seçimlere olan ilgiyi azaltıyor.

Ama burjuva siyaset sahnesinde farklı bir havanın olduğu da muhakkak. Olağan bir süreçte seçimlere gidildiği havasındaki CHP yönetimi tam da “majestelerinin muhalefeti” sıfatını hak ettiğini ispatlamak istercesine, adeta faşist rejimin meşrulaştırılmasına hizmet etmektedir. Ortada anayasal işleyiş diye bir şey kalmamasına, iktidarın işine gelmeyen her yasayı tepe tepe çiğnemesine rağmen, halen hukuksal süreçlerden ve seçimlerle değişimin başlayacağından bahsedip halka sahte hayaller pompalamanın başka bir izahı yoktur. CHP yönetimine, halkın artan tepkisinin gazını alma rolü biçildiği ve onun da askeri bürokrasinin teşvikiyle bu rolü kabullendiği her geçen gün daha net ortaya çıkmaktadır. Erdoğan’da somutlaşan faşist iktidar, gerçekte içinde Ergenekoncuların da olduğu bir koalisyona dayanıyor. CHP üst yönetiminin sahte muhalefetinin arkasında yatan temel nedenlerden biri, Ergenekoncular ve ordunun bu koalisyonun asli bir parçası olmasıdır. Hepsinin TC devletinin “bekası” hassasiyeti nedeniyle, AKP-MHP-Ordu ve Perinçek’in faşist işbirliği, CHP tarafından da İYİ Parti tarafından da desteklenmektedir. Geçtiğimiz günlerde bir dönem Erdoğan’la kanlı bıçaklı olan Türkiye Barolar Birliği Başkanı Metin Feyzioğlu’nun şu sözleri durumu açıkça ortaya koyuyor:“Türkiye Barolar Birliği (…) devletimizin dimdik arkasındadır. Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni siyasi iktidardan ayırmayı bilmeyenlerin (…) türlü saldırısına karşı devletimize göğsümüzü siper etmeye devam edeceğiz.

Kürt sorununda devlet terörü doludizgin

Faşist iktidar altında devlet baştan aşağıya düzenlenip yasama ve yargı dahi resmen ya da fiilen yürütmenin emrine sokulup, yürütme de bir tek adamın emrine tâbi kılınmıştır. Tüm iktidar alabildiğine merkezileşmiş durumdadır. Yerel yönetimlerin fiilen esamesi okunmadığı gibi, bütçeleri dahi son yasal değişikliklerle devletin başındaki zatın eline bırakılmıştır. Bugüne kadar yüzlerce belediye başkanı görevden alınıp hapse tıkılmış, yerlerine kayyumlar atanmıştır. Türkiye işçi sınıfının geniş kesimlerinin gözünün boyanıp uyutulduğu bir ortamda faşizmin sopasının en çok Kürt halkı üzerine inmekte olduğu çıplak bir gerçektir. Parti eş başkanları, milletvekilleri, belediye başkanları, belediye meclis üyeleri ve hatta muhtarları bile hapse tıkılan HDP açısından yaklaşan seçimler sembolik bakımdan önem taşıyor. HDP’nin en azından Kürt illerinde, kendi varlığını gösterip, halkın meşru temsilcisi olduğunu seçimler yoluyla da tekrar kanıtlamaya girişmesi anlaşılır bir durumdur.

HDP, sandık demagojisiyle halkı uyutan bir iktidarın yalanını sandıktan çıkacak sonuçlarla yüzüne vurmayı hedefliyor. İktidar ise onun eline böyle bir fırsat vermemek için hazırlık yürütüyor. Faşizmin kendisini zora sokacak bir sonuç çıkmaması için her türlü tezgâhı kuracağından, her türlü zora başvuracağından kuşku duyulamaz. Daha şimdiden HDP üzerindeki baskılar katlanarak arttırılmıştır. HDP’li vekillere dönük tutuklamalar devam ettiği gibi artık polis tarafından sokak ortasında tartaklanıyorlar, Kürt illerinde her gün onlarca HDP’li gözaltına alınıyor, seçim büroları polis tarafından basılıp kapatılıyor, tanıtım broşürü dağıtanlar derdest ediliyor, toplantı ve yürüyüşler zorla dağıtılıyor. Yalnızca 15 Şubattaki protestolarda 735 kişi gözaltına alınmıştır. Rejim Kürt düşmanlığında gemi öyle azıya almış durumda ki, insanlar artık yalnızca yaptıkları iddia edilen eylemler ya da beyanatları nedeniyle değil, bir beyanatta bulunmamaları nedeniyle de hapis cezasıyla karşı karşıya kalıyorlar. HDP Kocaeli Milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu hakkında başsavcılık tam da bu gerekçeyle fezleke hazırlıyor. Savcıya göre Gergerlioğlu bir parti toplantısında Pervin Buldan’ın konuşmasına “tepki vermemek suretiyle terör örgütü propagandası yapmıştır”! Faşist rejimin göstergelerinden biri de budur işte: yalnızca ne söylediğine ya da yaptığına dikkat etmekle kalmayacaksın; senden beklenenleri söylemek ve yapmak da zorundasın!

Son günlerde devlet terörünün tırmanmasının bir diğer nedeni de açlık grevleridir. Bilindiği gibi PKK lideri Öcalan’a uygulanan yasadışı tecridin kaldırılması ve “barış için gerekli adımların atılması” çağrısıyla tutuklu HDP milletvekili Leyla Güven 100 günü aşkın bir süredir açlık grevi yürütüyor. Aynı taleple cezaevlerinde açlık grevinde olanların sayısı şu an 300’ü geçmiş durumda. Açlık grevlerinin kritik noktaya yaklaşmasının ardından iktidar, Öcalan’ın yanına ailesinden birinin gitmesine izin verse de bu göz boyama girişimi boşa çıkmıştı. Takiben Leyla Güven hapishaneden çıkartılarak ev hapsine alındı, ancak beklendiği gibi bu da sorunun çözümü anlamına gelmedi. HDP’nin tecrit karşıtı direnişe destek amaçlı planladığı yürüyüşler ise, faşist iktidarın içişleri bakanının “sizi yürüten adam değildir” tehdidiyle karşılandı. 15 kentten başlatılıp Diyarbakır’da sonlanması planlanan yürüyüşlere polis her yerde saldırıyla karşılık verdi, veriyor. Ortada açık bir devlet terörü var ve içişleri bakanı bunu reddetmiyor; “Hakkâri’de yürüyeceklerdi yine yürütmüyoruz, Şırnak'ta yürüyeceklerdi yine yürütmüyoruz.” Ama tam da bu cümlelerin ardından pişkince, HDP’nin insanları sokağa çağırdığını fakat “kimsenin gitmediğini” söyleyebiliyor. Bir bakan bu kadar pişkince ve insanların aklıyla alay edercesine açıklamalar yapabiliyorsa, bunun hikmetini kurulan rejimin doğasında ve bu rejimin Kürt politikasına destek çıkan sözümona muhalefette aramak gerekiyor. Zira bu sözde muhalefet gerek Kürtlerin maruz kaldığı devlet terörü hakkında gerekse de bakanın abuk subuk açıklamaları hakkında tek kelime etmiyor.

Faşist rejimin, burjuvazinin Ortadoğu’da yürüyen savaş, Kürt sorunu ve dünya ekonomik krizinden duyduğu korkulardan beslendiğini daha önce dile getirmiştik. Kürt sorunu giderek ağırlaşırken, 2018 yazıyla birlikte kriz gerçekliği kendini ortaya koymuş bulunuyor. Ekonomi tepe taklak dibe yuvarlanıyor. Yakın zamana kadar emekçi kitleleri borçlandırarak sahte bir iyileşme havasının yaratıldığı ekonominin pili önemli ölçüde tükenmiş durumda.

Ekonomik çöküş

Faşist rejimi en çok ürküten tehditlerden biri ekonomi alanında yaşanan derin krizdir. Bu krizin ağır bir çöküşe yol açmaması için, daha doğrusu başlayan çöküşü geciktirip hafifletmek için her türlü çabayı gösteriyorlar. Diğer taraftan, krizin siyasi faturasını ödememek için sorumluluğu hayali düşmanlara yıkmaya dönük manipülatif çabalar da kesintisiz sürüyor. Ancak mızrak çuvala sığmıyor.

İktidar sonbaharda açıkladığı ekonomik programda “bütçe disiplinini” temel bir çıpa olarak sunmuş ve bunun üzerinden uluslararası tekelci sermayeye güven vermek istemişti. Ama bu son çıpada da işler umdukları gibi gitmiyor. Hükümet mali bir çöküşten kaçınmak için kırk takla atıyor. Bütçe açığı gerçekte giderek artarken, iktidar çeşitli manevralarla günü kurtarmaya çalışıyor. Bedelli askerlikten ve ilan edilen “imar affından” gelen paralar bütçedeki delikleri tıkamak için kullanılıyor. O imar affı ki, “affedilen” kaçak, ruhsatsız ya da çürük binalardan birinin geçtiğimiz günlerde çökmesiyle 21 insan hayatını kaybetmiştir. Son günlerde açıklanan bedelli askerliğin kalıcı hale getirilmesiyle amaçladıkları şeylerden biri de, oradan gelecek paralarla bütçe açıklarını tıkamaktır. Milliyetçiliği, militarizmi ve şovenist histeriyi körükleyen bir iktidarın, işin ucunda para olduğunda, atmayı planladığı adımı “gençleri askerlik yükünden kurtarmak”la gerekçelendirmesi burjuva ikiyüzlülüğün çarpıcı bir örneğini oluşturuyor!

Bütçeyi tutturmak için yaptıkları bir başka numara da Merkez Bankasının her Nisan ayında yaptığı Hazineye kâr devrinin bu yıl yasayla Ocak ayına çekilmesi oldu. Eğer tüm bunlar yapılmamış olsaydı, Ocak bütçesi, gösterildiği gibi 5 milyar lira fazla değil, tam 30 milyar lira açık vermiş olacaktı! Bu fazladan girdilerin arkasının gelmeyecek oluşu, küçülen ekonomi nedeniyle vergi gelirlerinin düşecek ve faiz giderlerinin daha da artacak oluşu dikkate alındığında, önümüzdeki süreçte büyük bütçe açıklarının verilmesi ve dolayısıyla enflasyonda da katlamalı artışlar yaşanması kaçınılmaz görünmektedir. Hükümetse rakamlarla oynayarak göz boyamanın ve seçim rüşvetleri için kaynak yaratmanın telaşındadır! Bu tablo karşısında kimi burjuva iktisatçılar dahi durumun vahametini itiraf ediyorlar.

Şu an tek övünebildikleri şey, cari açığın azalması. Ne var ki aklı başında olan herkes, cari açıktaki azalmanın ekonominin durma noktasına gelmesinden kaynaklandığının farkındadır. Tüm rakamlar bunu gösteriyor, üstelik bu rakamlar bizzat iktidarın manipüle ettiği rakamlardır. İktidarın memuru ve borazanı durumundaki TÜİK’in son verilerine göre, Ağustos ayından bu yana gerileyen sanayi üretimi, yıl sonunda yaklaşık %10 azalmıştır. Tüm veriler burjuva iktisatçıların tahminlerinin de ötesine geçen bu düşüşün devam edeceğini gösteriyor. Üretim düşerken, onu önceleyen perakende satışlardaki düşüş de devam ediyor; geçen yılın başından bu yana düşmekte olan toplam satış hacmindeki daralma yılsonunda %10’a ulaşmıştır.

Sanayi üretiminin küçülmesi ve satışların düşmesi, işsizlikte patlamalı bir büyümeye işaret eder. İş-Kur verileri bunu doğruluyor; işsizlik maaşı alanların sayısında da, iflas ya da kısa çalışma nedeniyle İşsizlik Fonundan ödenen maaş sayısında da patlama yaşanıyor. Ocak ayında, işsizlik maaşı alanların sayısı 76 bin kişi artarak toplamda 650 bin kişiyi geçmiştir. Ocak ayında ilk kez işsizlik maaşı alanların sayısı 108 bin olarak açıklandı. Diğer taraftan, bunlar yalnızca kayıtlı ve hak kazanan işçilerdir. TÜİK’in açıkladığı işsizlik verileri bilindiği gibi üç ay geriden geliyor. Son açıklanan sayılara göre, 2018 Kasım ayında “resmi işsiz sayısı” yaklaşık 230 bin kişi artmış ve 4 milyona dayanmıştır. Bugün bu sayıların daha da artmış olduğuna şüphe yoktur.

Bunun artık “yumuşak iniş”, “dengelenme” gibi uyduruk kavramlarla geçiştirilebilir bir tarafının kalmadığı ortadadır. Kapitalist düzenin bir parça aklı başında iktisatçıları dahi artık çöküşle karşı karşıya olduğumuzu itiraf ediyorlar. Kriz kelimesini kullanmamak için uydurdukları çeşitli kavramlar içerisinde en belalısı olarak gördükleri “depresyon” kelimesini telaffuz etmeye başlıyorlar. Örneğin Mahfi Eğilmez, “Türkiye’de yüksek enflasyon ve ekonomik küçülmeye yüksek işsizlik ve cari açığın yerini alacak olan bütçe açığının eşlik edeceği ekonominin depresyona sürüklenmesi olasılığı oldukça yüksektir” diyor.

Finans alanına baktığımızda da tablo farklı görünmüyor: kapkara fırtına bulutları. Hatırlanacağı gibi, iktidar daha önce ekonomiyi canlı tutmak için Kredi Garanti Fonu (KGF) kurmuş ve bankaları kredi vermek üzere teşvik etmişti. Sorunları çözmeyen ama geciktiren bu uygulama sayesinde gerek şirketlerin, gerek bankaların gerekse de tüketicilerin borç seviyeleri alabildiğine artmıştı. Bu yapay önlemlerin eninde sonunda büyük bir patlamayı getireceği açıktı. Gelinen noktada KGF, kefil olduğu kredi borçlarını ödeyemez duruma düşmüştür; bankalar, Ağustos ayından beri KGF’den para alamadıklarından yakınıyorlar. KGF kefaletli kredilerin bakiyesi 205 milyar lirayı geçiyor. Dünya Bankası Aralık ayı Türkiye raporuna göre, banka bilançolarındaki “sorunlu kredilerin” toplamı ise 230 milyar lira civarındadır. Bankaların, şirketlerin ve devletin toplam dış borcuna bakıldığında durum daha da vahimleşiyor; 450 milyar dolarlık bir dış borç mevcut!

İktidar, bankaları yeni kredi açmaya, şirketlerin ve “hane halkı”nın borçlarını yeniden yapılandırmaya zorluyor; son çıkarılan bir yasayla, şimdi kredi kartı borçları da 60 aya kadar yeniden yapılandırılacak. Devlete ait bankalar bu “yeniden yapılandırma”da başı çekiyor; gerek iktidarın baskısı gerek müşteri kaybetmeme kaygısı yüzünden özel bankalar da benzer uygulamalar geliştiriyorlar. Ne var ki, seçimlere kadar durumu idare etmeye dönük bu tür tedbirlerin kaçınılmaz sonucu, kamu bankalarının zararlarından dolayı daha da artan bütçe açıkları, bankaların daha da şişen dış borçları ve tırmanan enflasyon olacaktır. Üretim alanındaki çöküş, önümüzdeki dönemde yeni ve belki de geçen yaz aylarındakinden daha güçlü bir döviz ve borç kriziyle birleşecektir.

Yeni seçim rüşveti: tanzim satışlar

Tırmanan işsizlik ve enflasyon, emekçilerin yaşamlarını gün geçtikçe daha da çekilmez hale getiriyor. İktidarın açıkladığı enflasyon oranlarının gerçekliğin kıyısından bile geçmediğini emekçiler yaşayarak öğreniyorlar. Bilhassa gıda fiyatlarındaki patlamalı artış büyük bir tepkiye yol açıyor. İktidar bu tepkinin bir kısmını massederek hayali düşmanlara (“fırsatçılar”, “spekülatörler”) yöneltmeye, milliyetçi söylemi köpürterek ekonomik dertleri unutturmaya çalışsa da, bunların yeterli olmadığını fark etmiş durumda.

Dünyada epey bir süredir gıda fiyatları düşerken, Türkiye’de neredeyse kesintisiz bir artış yaşanıyor. Tarımın kangrenleşmiş yapısal sorunları bir tarafta dururken bir de izlenen neoliberal politikalarla tarım çöküşün eşiğine getirilmiştir. Bir dizi sorunun üstüne bir de yaşanan ekonomik krizle daha da artan girdi maliyetleri son dönemki fiyat artışlarında önemli bir rol oynuyor. Bu koşullarda, gıda fiyatlarındaki artışa geçici çareler üretmek üzere atılan plansız ve programsız adımların kısa süre sonra arzu edilen sonucun tersini üretmesi kaçınılmaz oluyor.

Seçimlerden önce göz boyamaya çalışan iktidar, belediyeler eliyle seyyar çadırlarda “tanzim satış mağazaları” açarak halka ucuza sebze ve meyve tedarik etmeye çabalıyor. “Aracıları aradan çıkardık” yalanı eşliğinde yürüyen bu uygulamayla bir yandan da iktidar yandaşı büyük aracılar tedarikçi olarak kullanılıp palazlandırılmış oluyor. Muhalif basına yansıyan çeşitli gerçekler, bu mağazalarda satılan ürünlerin önemli bir kısmının hiç de doğrudan üreticilerden ucuza alınmadığını, tersine birçok kalemde zararına satış yapıldığını gösteriyor. Bunun gerek belediyelerin gerekse de merkezi iktidar bütçesinin açıklarını arttırması kaçınılmazdır. Bir başka deyişle, bugünkü ucuzluğun bedelini seçimler sonrasında misliyle geri ödemek zorunda kalacak olanlar emekçilerdir.

Günü kurtarma derdindeki emekçiler can havliyle ucuz gıda ararken bu çadırların önünde kışın ayazında kuyruğa girmekten başka bir çare bulamıyorlar. Uzayıp giden kuyruktaki bazıları, bıyık altından gülerek,eskiden tüp, sana yağı, benzin kuyruğu vardı” diyor! Gerçekten de, yakın zamana kadar Erdoğan başta gelmek üzere tüm sağ siyasetçiler, 70’li yıllardaki kuyrukları hatırlatarak “CeHaPe”ye çamur atmaktan çok hoşlanırlardı. O kuyruklar büyük burjuvazinin Ecevit hükümetini zora sokmak için yarattığı yapay kıtlıktan kaynaklanıyordu. Şimdi ise raflar dolu, ama insanlarda alacak para bulunmuyor!

2023 yılında süper güç olacağız masallarıyla halkı uyutan iktidar, gelinen noktada kabzımallığa başlamış durumda. Amaç insanların bu krizin faturasını hükümete çıkarmasının önüne geçip, onları esas suçlunun “fırsatçılar” olduğuna inandırmak. Güya bir şeyler yapılıyor görüntüsüyle göz boyamak için marketlerin zabıta eliyle zapturapt altına alınmasını takiben şimdi de haller sıkı gözetime alınıyor. Ticaret Bakanlığı, tüm il valiliklerine talimat göndererek fiyat artışlarını denetlemelerini istiyor. Ucuz kredi vermesi için baskı yapılan bankalar “faiz lobisi” olarak, ucuza ve zararına satması için ensesinde boza pişirilen dev market zincirleri “fırsatçılar” olarak adlandırılıyordu, şimdi de sebze-meyve toptancıları “hal teröristleri” olarak yaftalanıyor. Erdoğan bunların bir kısmı sanki kendi beslemeleri değilmiş gibi bağırıp duruyor: “Benim vatandaşımı sömürenler karşısında bizi bulacaklar. … Devlet nasıl teröristlere Cudi’de, Gabar’da, Tendürek’te mağaraların içinde işini bitirdiyse; halde terör estirenlerin  işini de biz en kısa zamanda bitiririz.

Muhalefet artan gıda fiyatları üzerinden yüklendiğinden Erdoğan savunmayı şovenist histeriyi körüklemekte buluyor. Yakın zamana kadar muhaliflerini “bunlar ekmek kaç para bilmezler” diye küçümsüyordu; şimdi de “mermi kaç para bilmezler” diyor:Domates, patlıcan, sivri biber diyorlar. Düşünün, bir merminin fiyatı nedir?” Ardından da ekliyor, “gerekirse aç kalırız, ama teröristlerle savaşırken onlara domates, biber atmıyoruz, mermiye ihtiyaç var”. Korkusu ve öfkesi arttıkça yüzü Hitler’e benzemeye başlayan Erdoğan’ın dili de giderek Nazi propaganda bakanı Goebbels’e benziyor. I. Dünya Savaşı günlerinden itibaren barış yanlısı iktisatçıların yükselttiği “daha fazla silah mı, daha çok tereyağı mı” sorusuyla başlayan tartışmaya Goebbels şu meşhur yanıtla dâhil olmuştu: “Tereyağsız yapabiliriz. Ancak, sulha olan aşkımıza rağmen silahsız yapamayız. Tereyağı ile ateş edemezsiniz. Bunun için silah lazım.” Silahlanmayı tırmandırarak ekonomiyi düze çıkarmanın faturasının hem Alman işçi sınıfı hem de diğer ülkelerin emekçilerine on milyonların katledilişi olarak kesildiği malûm.

Rejimin hali pür melali

Erdoğan’dan AKP aygıtının yerel yöneticilerine kadar hepsi, devlet aygıtının tam kontrolünün yanı sıra medya üzerindeki mutlak denetimden ötürü de gayet pervasızca konuşuyorlar. Çekindikleri kimse yok! Ne hesap sormaya kalkan var ne de kazara böyle birileri çıkarsa onun sesini topluma duyuracak kanallar. İstedikleri bilgiyi diledikleri gibi manipüle etme gücüne sahip olduklarını düşünüyorlar. İnsanların gözünün içine baka baka en pespaye yalanları çekinmeden söylemeleri ve tekrarlamaları bundandır. Devletin tepesindeki zat düzenlediği mitinglerde, kendisinden önce yapılmış üniversite ve hastaneleri “bizden önce bunlar yoktu, biz yaptık” diye sahiplenmekle kalmayıp buradan muhalefete yöneltilecek eleştiri malzemesi türetmeye girişiyor. O bu kadar açıkça yalan söyleyebiliyor ve kalabalıklar tarafından alkışlanabiliyorsa, mesajı alan daha alt düzey AKP yöneticilerini kim tutabilir? Bu ruh halidir ki, AKP ilçe örgütlerinden birinin başkanına, hırsızlıkla suçlanan belediye başkan adayı hakkında, üstelik de bir “halk toplantısı”nda, “hırsız bizim hırsızımız, biz yanında yer alırız” dedirtebiliyor!

Bu çürümüşlük tablosuna rağmen, iktidarın nasıl hâlâ göreli olarak geniş kitlelerden destek alabildiği sorusu yabana atılamaz. Meselenin çeşitli boyutlarını daha önceki yazılarımızda ele almıştık.[*] Burada, adeta rehin alınan milyonlar gerçeğine tekrar değinelim. Zira Erdoğan rejiminin sandık desteğinin temel dayanaklarından birini, muhtaç haline düşürülmüşlerden devşirilen oylar oluşturuyor. Bakanlıkların personel masrafları çıkarıldığında, bütçeden en büyük payı alan Aile Bakanlığı’dır. Resmi sosyal yardımlar bu bakanlık üzerinden organize ediliyor; toplumun hiç de küçük olmayan bir bölümü bu sayede kör topal da olsa hayatta kalma şansı buluyor. Erdoğan’ın bu yolla her yıl 15 milyon civarında insana 100 milyara yakın bir para dağıttığı ve bunu bir şantaj malzemesi olarak kullandığı biliniyor. Ama dibe sürüklenen ekonomi, bu alanda da yolun sonuna yaklaşıldığı anlamına geliyor.

Tablo, faşist iktidarın sıkışıklığının artmakta olduğunu gösteriyor; bilhassa da dış politika alanında. Ne var ki, bu zorlanış, rejimin otomatikman ve kendiliğinden çökeceği anlamına asla gelmiyor. Tersine sıkıştıkça saldırganlığı artıyor. Derinleşen kriz işçi sınıfını tarihi bir sınavla karşı karşıya getiriyor. İşçi sınıfı bu çürümüş faşist rejime karşı ayağa kalkmadığı sürece, ağırlaşan kriz ve kızışan Kürt sorunu nedeniyle rejimin faşist karakterinin çok daha görünür hale gelmesi ve zorbalığın daha da koyulaşması güçlü ihtimaldir. Ama ne denli bastırırsa bastırsın hiçbir faşist rejim ilelebet hüküm sürmemiştir. Erdoğan’ın faşist rejimi de bunun bir istisnası olmayacaktır.


Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Sandığa Doğru Artan Baskılar ve Sıkıştıran Ekonomik Kriz, 18 Şubat 2019, https://enternasyonalizm.org/node/251

yayın tarihi: 22 Şubat 2019