Suriye Kürdistanı (Rojava) bir kez daha TC’nin istilasıyla karşı karşıyadır. Cerablus-Azez-El Bab bölgesinin ve ardından da Afrin’in işgal edilmesinden sonra, faşist rejim şimdi de Fırat’ın doğusunda kalan Kürt topraklarında bir savaş başlatmış bulunuyor. Başta Kürt halkı olmak üzere bölge halkları bir kez daha ölüm kusan savaş araçlarının hedefi durumundadırlar. Kendi sınırları dâhilinde boyunduruk altında tuttuğu Kürt halkına kendi sınırları dışında kalan bölgelerde de göz açtırmamak üzere girişilen bu savaş haksız bir savaştır. Böylesine haksız bir savaşa ikircimsiz karşı çıkmak, demokrat olmanın önkoşuludur.
Kürt sorununun demokratik yollarla adil ve barışçı bir şekilde çözülmemesi, faşist bir iktidarın bu ülkenin başına musallat olmasındaki en önemli ve temel nedenlerden biridir. Tam da bu yolda ilerlemekten imtina ettiği ve Kürdistan sorunu da artık uluslararası bir boyut kazandığı için, TC alabildiğine sıkışmış durumdadır. ABD’yle yaşadığı gerilimlerin kaynağında da bu yatmaktadır. Bu sıkışmışlık içinde attığı adımlar dönüp onu daha da zora sokmakta, gerginliğe S-400 meselesi, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs meselesi gibi yeni başlıklar eklenmektedir. Erdoğan’ın faşist rejimi yalnızca dış politika alanında sıkışmakla kalmıyor, her geçen gün iç politikada da artan bir zorlanmayla karşı karşıya kalıyor. İçeride sahip olduğu politik destek giderek artan bir hızla erimektedir. Tüm baskılara, yasaklara, seçim hilelerine rağmen yerel seçimlerde hem Kürt illerinde hem de büyük kentlerde büyük bir hüsran yaşayan AKP’de çözülme devam etmektedir.
Babacan ve Davutoğlu gibi isimler yeni parti hazırlıklarını sürdürmekte, ana muhalefet partisi olan CHP güçlenmekte ve İmamoğlu Erdoğan’a rakip olabilecek yeni lider adayı olarak öne çıkmaktadır. Rejimi sıkıştıran bu faktörler onu baskının, şiddetin, milliyetçiliğin ve militarizmin dozunu arttırmaya sevk etmektedir. İktidarda kalabilmek için MHP ve orduyla kurduğu ittifakın hem zemini hem de koşulu, Kürt meselesinde imhacı (ve hatta giderek tekrar inkârcı) çizgiyi körüklemekti. Bu doğrultuda ilerleyen Erdoğan, ekonomik krizin ağır darbeleri altında içeride milliyetçiliği daha da kışkırtmaktan başka bir şey yapamıyor, bu da dışarıda Kürt hareketine karşı saldırganlığın arttırılması anlamına geliyor. Savaş borazanlarının gürültüsünün, işçi sınıfını milliyetçilikle uyuşturup, zam furyasını ve ağır ekonomik-sosyal saldırı paketlerini hayata geçirmek için bir fırsat olarak kullanılacağını da unutmayalım. Toptan ifade edecek olursak, Erdoğan ve başını çektiği faşist iktidar, şovenizmi ve militarizmi yükseltmek için savaşa (ya da bir savaş şovuna) ihtiyaç duyuyor ve bu ihtiyaç her geçen gün daha da artıyor. Bir savaş şovuyla kitlelerin gözünü boyamak, gerçek muhalefeti baskıyla daha da susturarak düzen muhalefetini bir kez daha devletçilik-milliyetçilik tuzağıyla etkisiz hale getirmek ve ardından belki de zafer kazanan başkomutan olarak liderliğini bir süre daha garanti altına alacak bir erken seçime gitmek! Bugünkü savaşın arka planında yatan bunlardır.
Aslında tam da bu doğrultuda, operasyondan önce Erdoğan Rojava’ya yönelik tehditlerini “ABD’ye rağmen oraya gireriz” şeklinde pazarlayarak milliyetçi gururu okşuyordu ve Saray borazanları da bu tutumu anti-emperyalizm olarak lanse ediyorlardı. Oysa gerek ABD’den gerek Türkiye’den gerekse diğer güç odaklarından yapılan açıklamaları bir tarafa bırakıp, somut tutumları ve atılan/atılmayan adımları dikkate alırsak, gerçeklik ortadadır: ABD’nin rızasını alabilmek için kırk takla atmışlar ve sonuçta ondan belli sınırlar dâhilinde operasyona göz yumulacağı taahhüdü almışlardır! Bu sınırların ne olduğu, savaşın kapsamının ne olarak belirlendiği, tarafların karşılıklı ne tavizler verdiği bilinmiyor. Her iki tarafın da kapalı kapılar ardında neler konuştuğunu bilmemiz mümkün değil, ama bildiğimiz şey şu ki, yaptıkları açıklamaları temel alarak durumu kavramak büyük ölçüde yanıltıcıdır. Tüm burjuva politikacılar gerçekliği çarpıtan ve saptıran açıklamalar yapmakta ustalaşmış yalan makineleridirler. Erdoğan ve Trump gibiler, bunların arasında duayenler olarak sivrilmektedir.
Amerikan emperyalizmi, nicedir hem silahlı Kürt güçlerini hem de Türkiye’yi birlikte idare etmeye çalışıyor. Her ikisini de idare edebileceği çelişkili yollara başvuruyor. Hem sittin senelik müttefiki ve bölgede önemli bir belirleyen olan Türkiye’yi kaybedip onu Rusya’ya kaptırmak istemiyor, hem de kendi planlarını ilerletmek için ihtiyaç duyduğu silahlı Kürt güçlerini. Daha önce, “ABD emperyalizmi kendi planlarını değiştirmediği sürece bu oyalama taktiğinin eninde sonunda tıkanacağı bir nokta gelecektir” diye vurgulamıştık. İktidarını korumak için milliyetçiliği ve militarizmi körüklemekten başka bir yol bulamayan Erdoğan’ın bastırmaları ve tehditleri, öyle görünüyor ki, ABD yönetiminin şimdilik ona sınırlı bir alan açarak göz yummasını sağlamıştır.
ABD yönetiminin bu operasyona göz yumması, onun Türkiye’nin Kürt düşmanı ve yayılmacı politikalarına yeşil ışık yaktığı anlamına gelmiyor. ABD’nin “operasyonu onaylamıyoruz ve desteklemiyoruz” açıklaması da malûmun ötesinde bir anlam taşımıyor, zira sözkonusu operasyonun hedefinde olan Kürt güçlerini “bölgedeki partnerimiz” olarak tanımlayan ABD’nin bu operasyonu destekliyoruz demesi zaten saçma olurdu. Dolayısıyla bu açıklamaların Türkiye’ye kırmızı ışık yakıldığı anlamına gelmediği de apaçık ortadadır. Zira ABD ve NATO bu savaşı durdurmak için mevcut aşamada adım atmadığı gibi, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyinden Türkiye’yi kınayan bir açıklama yapılmasını dahi engellemiştir. İllâ da bir benzetme yapılacaksa, çizdiğim sınırları geçme diye yanıp sönen bir ikaz ışığıdır sözkonusu olan.
Gerek Suriyeli Kürt hareketinin sözcülerinden gerekse de hem Türkiye’de hem de dünyadaki çeşitli odaklardan ABD’nin Kürtlere sırt çevirdiği doğrultusunda yorumlar geliyor. Buradan ABD’nin “yenildiği”, geri çekilmeye başladığı ya da stratejisinin çöktüğü gibi sonuçlar çıkartanların sayısı hiç de az değildir. Bu tür yorumların gerçekçi olmadığını söylemek zorundayız. Gerek Irak Kürdistanı’nda yapılan referandumdan çıkan bağımsızlık kararının Bağdat hükümeti tarafından askeri yollarla boşa çıkartılmasına karşı ses çıkarmaması, gerekse de Afrin’in TC tarafından işgalini engelleyecek girişimlerde bulunmaması nedeniyle benzer yorumlar yapılmıştı. Ama bu yaşananlar, kimi sıkıntılara yol açsa da, Kürt hareketleri ile ABD arasındaki ilişkilerin kopması sonucunu doğurmamıştı. Dünyanın hegemonik gücü olan ABD emperyalizminin attığı adımları belirleyen şey, şu ya da bu değerler setine olan ilkesel bağlılığı değil, kendi emperyalist çıkarlarıdır. Bu çıkarlar doğrultusunda, taktik geri adımlar da atar, bugün desteklediği güçleri yarın yüzüstü de bırakır, ertesi gün onlara tekrar destek de sunar.
Trump yönetimi, göz yummakla birlikte, askeri destek ve istihbari bilgi sunmayarak Türkiye’yi dara sokmuştur. Üstelik operasyonu çizdiği sınırlar dâhilinde yapmasını şart koşup, IŞİD’lilerin sorumluluğunu da TC’nin sırtına yüklemiş durumdadır. Trump yönetiminden gelen son açıklamalar da faşist Erdoğan iktidarı açısından hayra alâmet değildir. Trump, üç seçeneği olduğunu söylüyor: sınırların aşılması durumunda kapsamlı yaptırımlar, daha fazla asker göndererek savaşı bitirmek ve arabuluculuk! Erdoğan fetih marşları eşliğinde Rojava’da ilerlerken, hiç de beklemediği bir durumla karşı karşıya kalabilir.
ABD ve Rusya’yı bir kenara bırakacak olursak, Türkiye’nin başlattığı savaş Batılı kapitalist ülkeler tarafından “kınanıyor”. Ancak bıraktık tek tek ülkeleri, BM Güvenlik Konseyi’nin bile “kınamalarının” pek bir anlam ifade etmediğini Erdoğan dâhil herkes biliyor. Mesele kınamak değil, işgali derhal durdurtacak yaptırımlar uygulamak, adımlar atmaktır. Uzak durdukları da budur. Kendi çıkarları dışında hiçbir şey düşünmeyen burjuva yönetimlerin ikiyüzlü tutumları yeni değildir. Bu kınama metinlerinde geçen “Türkiye’nin güvenlik endişelerini anlıyor ve dikkate alıyoruz” şeklindeki açıklamaların, aslında TC’nin elini güçlendirdiğini ve onun işgalci niyetlerine meşruluk kazandırdığını daha önce de söylemiştik. Gerek Cerablus ve El Bab’a gerekse de Afrin’e dönük operasyonunda Batı dünyasından duyduğumuz tüm sözde tepkiler bu sihirli kelimeler tarafından boşa çıkartılmıştı.
AB, ABD ve BM’den gelen “siviller zarar görmesin” uyarıları da bir başka ikiyüzlülüktür. Türkiye Fırat’ın doğusunda nasıl bir demografik dönüşüm hedeflediğini BM kürsüsünden açık açık ilan etmiştir; sivillerin nasıl hedef haline geleceğini anlamak için yıllardır Kürt kentlerinde yaşananları görmek yetmiyorsa, Afrin’de yapılanlara bakmak yeterli olsa gerektir. Ama dahası da var; mesele tek başına sivillerin yaşamı meselesi de değildir. Bu yaklaşım, silahlanıp özgürlükleri ve hakları için mücadele edenleri peşinen gayri meşru ilan etmektedir. Bugüne dek TC saldırmadığı sürece Rojava’daki Kürt güçlerinden Türkiye topraklarına tek bir askeri saldırı bile yapılmamıştır. TC’nin ve Erdoğan’ın ideologlarının “saldırı tehdidi altındayım, güvenliğim tehlikede” diyerek başladığı her açıklama, aslında sözkonusu olanın askeri bir tehdit değil, Kürtlerin siyasal haklarına kavuşmasının doğuracağı siyasal bir tehdit olduğu gerçeğini itiraf etmeleriyle bitmektedir. Zira mesele askeri yollarla halledilebilecek bir güvenlik meselesi değil, özgürlük ve demokratik hakların tanınmasıyla çözülebilecek siyasal bir meseledir. Sorun, bir halkın, ezilen bir ulusun, siyasal haklarından yoksun olması ve zorla boyunduruk altında tutulmasıdır. Dolayısıyla mevcut sorunda ister sivil ister silahlı olsunlar Kürtler haklı olan taraf, TC ise haksız olan taraftır. Demokratlık, ezilen bir ulusun siyasal taleplerinin askeri ya da polisiye zor yoluyla bastırılmasına karşı çıkmayı gerektirir. AB’nin ya da diğer büyük güçlerin ikiyüzlü egemenlerinden bu demokrat tutumu beklemek ise ham hayaldir.
Ama demokrat makyajlı burjuva ikiyüzlülüğü görmek için yurtdışına bakmak da gerekmiyor. Bazı aydınları bir tarafa bırakırsak, bu ülkenin egemen sınıfı içerisinde tutarlı bir demokratik çizgi izleyen tek bir kesimden ya da düzen partisinden bahsetmek mümkün görünmüyor. Hele ki mesele Kürt meselesi olunca burada durum hepten berraklaşıyor. İster işveren örgütlerinden ister muhalif düzen partilerinden geliyor olsun, soruna dair tüm açıklamalar, tıpkı AB’nin ikiyüzlü beyanatlarında olduğu gibi, “güvenlik tehdidine karşı kendini korumanın bir hak olduğu” tespitiyle başlayıp, “terörizme karşı askeri mücadelenin meşru olduğu” ile devam edip, iktidarın militarist politikalarına ister gönüllü ister gönülsüzce destek vermekle sona eriyor.
Kürt hareketinin sözcüleri, sosyalistler, namuslu ve tutarlı bir avuç aydın dün olduğu gibi bugün de bu savaşa karşı çıktığı için alabildiğine baskı altına alınmış durumdadır. Milletvekillerine yeni soruşturmalar açılıyor. İnternet sitelerinin yazı işleri müdürleri gözaltına alınıyor. Yüzlerce insan sosyal medyada savaş karşıtı paylaşım yaptı diye tutuklanıyor ve bu sayı hızla artıyor. Protesto eylemleri bir yana, savaşa savaş, işgale işgal demek, sivil ölümlerinden söz etmek, haber yapmak bile yasaklanıyor. Savaş gerekçesiyle daha da artacak baskılar sırada bekliyor. HDP’nin kapatılması için başlatılan kampanya hızlandırılıyor.
Peki bu koşullarda işine geldiğinde AKP ve Erdoğan’ı faşist olarak niteleyen düzen muhalefeti ne yapıyor? Diğerlerini bir tarafa bıraktık, CHP üst yönetimi, her seferinde olduğu gibi bu kez de, “milli meselelerde milletçe birlik olmanın gereğine” işaret ederek, operasyon için tezkereye onay vermiştir. Sınırsız bir ikiyüzlülükle “içimiz kan ağlıyor”, “aman askerimizin başına bir iş gelmesin” denilerek o askerlerin savaşa gönderilmesine evet oyu veriliyor. Ardından da ekliyor Kılıçdaroğlu, “Allah ordumuza zeval vermesin, onu muzaffer eylesin”. CHP tabanındaki sola kayış ve Kürtlere dönük önyargıların zayıflaması, CHP içinde güçlenen sol kanadın demokratik söylem ve açılımları anlamlı olsa bile, tüm bunlar CHP üst yönetiminin milliyetçi ve devletçi reflekslerle en kritik anlarda devletin arkasında durduğu ve böylelikle faşist rejime can suyu sağladığı gerçeğini değiştirmeye yetmiyor.
Bu savaş bir anlamda tek adam rejiminin beka savaşıdır. Fazlasıyla sıkışmış olan rejim bu savaşı kendisini kurtarmak için bir manivela olarak görmektedir. O nedenle rejimin bu seferinde başarılı olmasına yardımcı olacak yönde tüm tutumlar faşist rejimin de güçlenmesine yol açacak tutumlardır. Savaşa yedeklenen, faşist rejime payanda olur. Faşist rejime karşı olan, bu savaşa da ikircimsiz şekilde karşı olmak zorundadır.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Faşist Rejime de, Yürüttüğü Savaşa da Hayır!, 11 Ekim 2019, https://enternasyonalizm.org/node/278
Nükleer Silah Sevdası
‘Barış Pınarı’ yazılır ‘Arap Kemeri’ diye okunur