Türkiye’de şu anda hüküm sürmekte olan rejimin özgün bir yapılanma arz ettiğini uzun süredir vurguluyoruz. Erdoğan ve etrafında toplanmış faşistleşmiş kadro özgün bir düzenek kurmayı başarmış durumda. Parlamento ve seçimlerin görünüşte var olduğu, siyasi partilerin ve sendikaların kapatılmadığı, hatta yasal sosyalist parti ve yayınların bile varlığını sürdürmesine göz yumulan bir düzenek söz konusu. Bu düzeneğin en önemli işlevi yanılsama yaratması, rejimin faşist niteliğinin algılanmasını güçleştirmesidir.
Göz önündeki en belirgin örnek olarak HDP ile ilgili durumu daha ilk ağızda zikretmek mümkün. HDP hakkında sadece iktidar sözcüleri ve medyası değil, muhalefetin kimi kesimleri de ağızlarına geleni söylemekten çekinmiyorlar. Parti alenen “terör odağı” olarak damgalanıyor. Muhalefet partileri de aman söz olur endişesiyle HDP temsilcileriyle yan yana görünmekten bile kaçıyorlar. Ama bu muameleye tâbi tutulan parti, bir yandan “terörün meclisteki uzantısı” suçlamalarıyla türlü baskılar altında adeta felç edilip, başta en önde gelen liderleri olmak üzere binlerce kadrosu ve aktivisti hapse tıkılırken, diğer yandan belirli hesaplar doğrultusunda “demokrasi” vitrinini sürdürmek ve Kürt halkının daha fazla tepkisini çekmemek için en azından şimdilik kapatılmamakta, seçimlere katılmasına ve meclise grup sokmasına izin verilmektedir.
Şimdi bu özgün Türk-İslam tipi faşizm altında ülke yeni bir seçime doğru gidiyor. 31 Martta yapılması öngörülen yerel seçimler, faşist rejimin son birkaç yıldaki tesisi ve pekiştirilmesi sürecinde yaşanan bir dizi seçim ve oylamanın son halkasını oluşturuyor. Resmî politik takvim itibariyle bu seçimden sonra uzun süre bir sandık ya da oylama olmayacak. Rejim bu son sandık gailesini de kazasız belâsız atlatıp yoluna devam etmek niyetinde. Kurulan düzeneğin bu seçimlerde de pek fazla sorun çıkmadan işlemesi için rejim güçleri dört bir koldan çalışmaya başlamış durumda. Maksat hâsıl olursa rejim bir kez daha demokrasi vitrinini sergileyecek ve sonrasında uzun süre seçim gibi masraflı ve zaman zaman belirli riskler içerebilen sınamalardan azade olarak saldırı programlarına kapsamlı biçimde girişebilecektir.
Sarı Yelek öfkesi
Seçimler, sandık, “çok partili” siyasal hayat ve meclisten oluşan vitrin her ne kadar yanılsama yaratma konusunda ciddi bir işlev görüyorsa da, rejimin gerçek özünü oluşturan olağanüstü baskı, vitrinin bozulması ihtimalini doğuran her gelişmede kendisini cömertçe göstermektedir. Ekonomik krizin emekçi kitlelerdeki etkileri ağırlaştıkça, rejimin bu konudaki hassasiyetinin arttığı ve sağa sola sivri dişlerini göstermek için ağzını daha sık açtığı görülüyor. Hatta rejimin hassasiyetinin havadan nem kapma düzeyine ulaştığını söylemek mümkün.
Nitekim binlerce kilometre uzakta Fransa’da yaşanan Sarı Yelekliler hareketi rejime fena halde dert olabildi. Hareket kısa sürede gelişip birkaç komşu ülkeye de yayılma belirtileri gösterince, önceleri Fransız devletini eylemcilere uygulanan orantısız güç nedeniyle eleştirmek gibi absürtlükler yapmaya kalkan rejimin, sarı alarm vermeye başladığına şahit olduk. Gerçi rejimin Sarı Yelekliler türü bir hareket üzerinden dolaysız anlamda yıkılma tehlikesi algıladığını söylemek doğru olmaz, zira böylesi bir hareketi bastırma konusunda kendisine güvenmektedir. Tehlike daha ziyade rejimin suni “demokratik” façasının bozulması ve bunun da yardımıyla temin ettiği göreli istikrarın sarsılması tehlikesidir. Yükselecek bir toplumsal huzursuzluk ve çalkantının, kısa vadede olmasa bile, öngörülmesi zor başka dinamikleri de harekete geçirerek son tahlilde rejimin bekasını tehlikeye düşürmesi mümkündür. Özellikle ekonomik krizin bir karabulut gibi ağır ağır emekçi kitlelerin üzerine çökmekte olduğu bir ortamda, faşist iktidarın, seçim sonrasında yürüteceği ağır saldırı programları için engebesiz bir arazi arzuladığı şüphesizdir.
İktidarın pek hassas olduğu toplumsal “huzuru” tehdit eden tek etmenin ekonomik kriz olmadığını da ayrıca eklemek gerekir. Bir yanda Ortadoğu savaşındaki belirsizliklerin getirdiği riskler varken, diğer yanda, içeride gerçekçi anlamda suçlayabileceği hiçbir güç odağının ve dolayısıyla hiçbir inandırıcı bahanesinin kalmadığı şartlarda iktidarın çeşitli icraat ve politikalarının sapır sapır dökülüyor olmasını tespit etmek mümkün. Tren kazalarından tutun, kentsel felâketlere, tarımsal krize, eğitim fiyaskosuna, sağlıkta çöküşün başlamasına, yetişmiş insan göçüne, “maneviyatı güçlü” pozları kesen iktidar altında toplumsal çürümenin aldığı boyutlara kadar, burada sayamadığımız daha birçok olguda görülebileceği üzere, bu icraatların orta ve uzun vadedeki olumsuz etkileri ortaya çıkmaya başlamıştır. Bu etkiler plansızlığı ve altta yatan derme çatmalığı ortaya sererek, AKP ve Erdoğan’ın yıllardır süren iktidarının emekçi kitlelerde yarattığı “iş bilirlik”, “beceriklilik” algısını yıpratmaktadır.
Tüm bu riskleri hesap eden faşist şef ve hempaları, Türkiye’de herhangi bir toplumsal hareketlenme belirtisi yokken tutup Fransa’daki Sarı Yelekliler hareketini dillerine dolamış ve sağa sola hırlayarak saldırıya geçmiştir. Kimi CHP sözcülerinin ve televizyon haber sunucusu Fatih Portakal’ın Türkiye’de bir toplumsal protestonun olması olasılığından söz etmeleri bile faşist nefret ve öfke selinin baraj kapaklarından aşağı salınmasına yetmiştir. Bu bir yandan her türlü istikrarsızlık yaratıcı söylemin daha baştan sert biçimde bastırılması ve en küçük bir ilham kaynağının bile akıllara getirilmemesi için gerekli görülürken, bir yandan da politik kontrol altında tutulmakta olan taraftar kitlenin sarsılmaması, safların gevşememesi için de köpürtme vesilesi yaratmaktadır. Şunu akıldan çıkarmamak gerekiyor ki, faşist iktidarın en çok önem verdiği konulardan birisi, belki de en önemlisi, bu kitlenin bağlılığının devamıdır.
Fatih Portakal’ın, haber sunumu sırasında Türkiye’de demokrasi olmadığından bahisle emekçilerin yaşadıkları ağırlaşan geçim sorunları dolayısıyla eylem yapma şanslarının bulunmadığını söylemesi üzerine, Erdoğan köpürmüş bir hiddetle Gezi türü bir hareketlenmeye kalkışacakların tereddütsüz ve acımasız biçimde ezileceklerini ilan etmiştir. Gezi günlerine atıfta bulunan Erdoğan sıradan tehditlerin ötesine geçmiş ve sadece çıplak devlet terörünün değil sivil unsurların da devreye sokulmasından çekinilmeyeceğinin sinyallerini vermiştir. Nitekim gündem ilerledikçe Osmanlı Ocakları sahneye çıkmakta gecikmemiştir. Bu platform altında örgütlendirildiği anlaşılan bir lümpen güruh, sarı yeleğe nazire Türk bayraklı kırmızı-beyaz yelekler kuşanmış halde, Fatih Portakal’ın çalıştığı televizyon kanalı önünde bir gözdağı eylemi yaparak “yüzde 52’nin evinde dişini sıkarak beklediğini” ilan etmiştir. Bu oluşum ve benzer kadrolar tarafından kurulan “Milli Seferberlik Hareketi Platformu” gibi oluşumlar, devleti ve Cumhurbaşkanını “saldırılar karşısında” korumayı, “Cumhurbaşkanı adına seferberlik” yürütmeyi kendilerine misyon olarak resmen ilan etmiş faşist “kahverengi gömlekliler” oluşumlarıdır. Dünya ve Türkiye tarihini bilenler Erdoğan’ın imalarının ve bu yapıların eylemlerinin ne anlama geldiğini gayet iyi bilirler.
Görüldüğü üzere, elin Fransa’sındaki bir kitle hareketi dönüp geliyor Türkiye’deki rejimin derme çatma bir vitrin arkasına saklanmaya çalışılan gerçek karakterini bir çırpıda ortaya döküveriyor. Birdenbire “Sarı Yelek alanlar takip edilsin”, “indirim kampanyası yapılıyor”, “FETÖ evine yapılan operasyonda Sarı Yelekler ele geçirildi” şeklinde hezeyan çığlıklarına ve teyakkuza yol açabiliyor ve ortada hiçbir hareket olmadığı halde rejimin en tepe ağzından başlayan linç ve pogrom tehditlerine konu olabiliyor. İktidar medyasında “Geziye katılanların başı koparılmalı” gibi kan kusan manşetler hiçbir cezai ya da mesleki yaptırıma konu olmaksızın atılabiliyor. Yaptırım ne kelime, bu kan damlayan hedef göstermeler alkışlanıp yaygınlaştırılıyor iktidar tarafından. Tüm unsurlarıyla bir makinenin merkezi olarak harekete geçirildiğini gösteren bu tür iktidar tavırları, belki de faşizmin kitabi tanımlarından çok daha fazlasını anlatırlar.
Şefin yargısı
Erdoğan’ın hedef göstermelerinde izlediği yol bir başka bakımdan da rejimin gerçek niteliğini ortaya koymaktadır. O da, standart burjuva demokrasisinde ortalama işleyiş bakımından ayrı erklerden biri olan yargı erkinin, faşist şefin yönetim aygının bir alt şubesi haline getirilmiş olmasıdır. Erdoğan’ın kürsülerden parmağını salladığı kişi ve kurumlar, faşist mekanizmaya uygun bir refleksle bunu emir telakki eden savcılar tarafından derhal yargılama konusu haline getiriliyorlar. Bunun için savcılara özel olarak telefon edilmesine ya da kulaklarına fısıldanmasına dahi gerek kalmamaktadır.
Örneğin Cumhurbaşkanına hakaret davaları yargıda ayrı bir departman haline gelmiştir dense yeridir. Erdoğan’ın cici demokrasisinde binlerce yurttaş sırf Erdoğan’a hakaret bahanesiyle soruşturulup yargılanmakta ve türlü cezalara çarptırılmaktadır. Yapılan araştırmalar Erdoğan’ın hakaret davası açma konusunda dünya lideri olduğunu gösteriyor, hem de açık arayla. Benzer biçimde Twitter’ın paylaştığı yılsonu verilerine göre, Tweet sildirmede de Türkiye dünya birinciliğini kimselere kaptırmamış. Demokrasi ve seçim vitrinli tek adam rejiminde, şefi eleştirmek zinhar suç. Meclisteki milletvekilleri arasında bile Erdoğan’ın yüzlerce davasına muhatap olanlar var. Keza HDP ve CHP milletvekillerinin çoğu hakkında dokunulmazlığın kaldırılması fezlekesi yazılmış durumdadır. Bunun anlamı Erdoğan’ın canının istediği an bu vekillerin dokunulmazlığının kaldırılabileceği ve cezaevine tıkılabileceğidir. Şefin canını sıkmayın!
Gelinen noktada kimi durumlarda polis Erdoğan’ın hedef göstermesini takiben, daha savcılar davranmadan harekete geçebilmektedir. Farklı devlet kurumları cevvaliyette birbiriyle yarışarak şefin gözüne girmeye çalışmaktadırlar ki, bu eğilim tek adam rejimlerinin belirgin özelliklerinden biridir. Diğer taraftan son haftaların bu bağlamdaki gelişmelerinden biri olarak, Özgür Özel örneğinde ise yargıya işaret vermenin de ötesine geçildiğine tanık oluyoruz. Mecliste polemikçiliğiyle sivrilen CHP’li vekilin, bütçe görüşmelerinde Savunma Bakanını sıkıştırmasına hiddetlenen şef, “Bunlara gerekli dersleri yargıda vermek zorundayız. Önce tazminat, sonra ceza” diyerek prosedürün nasıl işletilmesi gerektiğini de çizmiştir. Ceza kanununda yargıyı etkilemenin suç oluşturduğunu söyleyen maddeler paspas edilmiş ne gam!
Son günlerde yargı alanında yaşanan bir diğer önemli gelişme de, Erdoğan’ın, görev süresi dolan YSK üyelerinin görev sürelerini bir yıl uzattırması oldu. Son seçimlerde ve referandumda rejimin kurduğu demokrasi vitrinli düzeneğin işletilmesinde ve böylelikle faşizmin pekiştirilmesi sürecinde oynadıkları kritik rol nedeniyle, mevcut YSK üyelerinin önümüzdeki yerel seçimlerde de bu rollerini oynayabilmeleri için yasal engeller kaldırılmıştır. Bu adım, rejimin karakteri ve seçimlerle ilgili olarak kurduğu düzenek hakkında net bir fikir veriyor. Sonuç olarak, seçim vitrinli faşizmde “bağımsız yargı” parodisinin son perdesi böyle oluyor.
Gerilimi diri tutma stratejisi
Fatih Portakal’ın maruz kaldığı faşist damgalama ve hedef gösterme linçi bir hafta sonra başka adrese yöneldi. Bu kez, bir televizyon söyleşisinde iktidarı eleştiren sözleri nedeniyle Metin Akpınar ve Müjdat Gezen benzer muameleye tâbi tutuldular. Tetikçi iktidar medyası faşist şefin istikamet göstermesiyle derhal düzeysizlik ve pespayeliğin dibi olmadığını sergileyerek bu iki sanatçıyı akıl almaz suçlama ve karalamalarla hedef tahtasına çiviledi. Erdoğan hedef gösterir göstermez harekete geçen polis 24 saat bile geçmeden iki sanatçının evlerine baskına gidip, haklarında gözaltı kararı olmamasına rağmen onları gözaltına aldı. Cumhurbaşkanı hakkında söylenen sözler konusunda pek hassas olan rejim odakları ve Erdoğan, hem Portakal hem de söz konusu sanatçılar hakkında alabildiğine galiz ifadeler kullanmaktan geri durmamaktadır.
Erdoğan bu tür durumların oluştuğu birçok olayda fırsatı kaçırmamakta, iktidar kulesindeki kumanda panelinin uygun düğmelerine maharetle basarak faşist baskı ve tehdidi birkaç koldan devreye sokmakta, gerilimi diri tutmaktadır. Faşist iktidar her ne kadar genelde bir toplumsal sükûnet arzulasa da, gerilim dozunun hiçbir zaman belirli bir düzeyin altına düşmesine de izin vermiyor. Elbette bunun bir temel sebebi, başta olası toplumsal muhalefet odakları olmak üzere genelde toplumu sindirmek iken, bir diğer temel sebebi ise kendine bağlı kitleyi diri tutmaktır.
Gerilimin ve bağlı kitlenin diri tutulması elbette salt Fatih Portakal ve Metin Akpınar/Müjdat Gezen hadiselerindeki gibi spontan gelişen durumların insafına terk edilecek bir konu değildir. Bu işte iktidarın planlı bir yol haritasının olduğunun ayırdında olmak gerekiyor. Bunun en belirgin yollarından birisi, çekmecede tutulan listelerden seçme yapıp belirli aralıklarla şu ya da bu muhalif isimlere ya da çevrelere dönük tutuklama dalgalarının başlatılmasıdır. Sonra ipler gevşetiliyormuş gibi yapılıp bunlardan bazıları salıveriliyor. Ama bir bakıyorsunuz bu salınanlardan da bazıları bir süre sonra tekrar tutuklanabiliyorlar. Fatih Portakal, Metin Akpınar, Müjdat Gezen gibi doğrudan Erdoğan’ın gündemine giren ve bu nedenle daha sansasyonel olan vakalar bir yana, bu vakalar yaşanırken insan hakları aktivisti Şebnem Korur Fincancı gibi muhalifler bu rutin baskı ve sindirme planının hedefi olarak hapis cezalarına çarptırılıyorlar. Bu cezaların tamamı uyduruk suçlamalara dayanıyor. Yine, çok değil bir iki hafta önce, belki de bu tür davaların en absürtlerinden biri açıldı ve Sözcü gazetesi ile onun bilinen yazarları Emin Çölaşan ve Necati Doğru hakkında “FETÖ’cülük” suçlaması yapıldı.
Kimi durumlarda sessiz geçilse de, hükümet kumandasındaki medya çoğunlukla bu tür tutuklama ve soruşturma/davaları davul zurnayla verip toplumda bir korku ve nefret havası yaratmaya çalışıyor. Kişiler ya da kurumlar olur olmadık biçimde damgalanıp nefret objesi haline getiriliyorlar. Bu kâh yeni bir FETÖ operasyonu oluyor, kâh seçilmiş aydınlar oluyor, kâh HDP’liler oluyor, kâh “Geziciler” oluyor… İktidarın bu konuda dikkat ettiği temel bir husus, araya uzun zaman dilimlerinin girmemesi, toplumun tehditler konusundaki yaratılmış algılarının körelmesine izin verilmemesidir.
Rıza ve yalana dair
AKP ve Erdoğan’ın, kendilerini destekleyen kitlede rıza üretme alanında hanidir sıkıntıya düştüğünü biliyoruz. İktidar açısından bu alanda eskinin cicim ayları çoktan geride kalmış durumda. Korku, baskı, sindirme, uşaklaştırma, tehdit, şoven ve militarist bir milliyetçilik, taraftar kitleyi bir arada tutmanın ağırlıklı yol ve yordamını oluşturuyor.
Burada Goebbels’in “yalan büyük ve ısrarlı olmalı” ilkesine uyarcasına, fütursuz ve daimi yalanlar önemli bir rol oynuyor. Rejim, ifşa olması bir günü bile bulmayan yalanlara pervasızca başvurabiliyor. Bunu öncelikle kendisine toplumsal dayanak haline getirdiği geniş kitleyi kontrol altında tutmak, özellikle ekonomik kriz nedeniyle geçim şartlarının giderek zorlaşması karşısında safları sıklaştırmak için yapıyor. Bir gün Erdoğan’ın Trump’la görüştüğü ve Gülen’in iadesi için olumlu sinyal aldıklarını, bir başka gün Suriye’ye operasyon için ABD’nin yeşil ışık yaktığını söylüyorlar, ama daha saatler geçmeden ABD yetkilileri bunların “yanıltıcı” beyanlar olduğunu açıklıyor. Tabii yalan faş olsa da bu kitlelere pek ulaşamıyor.
Erdoğan’ın son dönemdeki propaganda stratejisinin temel bir eksenini, beş yıl önceki Gezi süreciyle ilgili konular oluşturuyor. Bu konu aslında hem uzun dönemli planlı gerilim stratejisinin bir uğrağı olarak gündeme gelmekte, hem de Fransa’da Sarı Yelekliler hareketinin doğurduğu somut bağlam dolayısıyla konu edilmekte. Adeta düzenli aralıklarla gündeme getirilen FETÖ operasyonlarının kitle manipülasyonunda artık eskisi kadar etki yaratmaması ve biraz sıkıcı hale gelmesinin de etkisiyle olsa gerek, yeni bir komplo odağı ve gizli iç düşmanlar yaratma saikiyle, şimdi geriye dönük olarak adeta bir Gezi sandığı açılıyor ve bir “Gezi Terör Örgütü” ucubesi icat edilerek yeni davalar açılıyor. Bu sözde yargılama süreçleri faşist iktidarın önüne başka tutuklama dalgaları için yeni bir ufuk açıyor. Önümüzdeki dönemde merkezi bir iç tehdit olarak “Gezicilik” konulu hezeyan dalgaları şaşırtıcı olmayacaktır. Faşizmin yargı aygıtı bir yandan başta Osman Kavala ve yöneticisi olduğu kurumlar üzerinden davalar ve tutuklama dalgalarına start verirken, Erdoğan da ipliği çoktan pazara çıkmış en pespaye Gezi yalan ve iftiralarını meydan meydan dillendirmektedir. Devletin tepesindeki kişinin meydan nutuklarında bu denli açıktan pespaye yalanları sayıp dökmeye tevessül etmesi, bir bakıma propaganda makinesindeki bir kısırlığın işareti olarak da görülebilir. Ama elbette son tahlilde rejimin elinde olanca gücüyle baskı aygıtı durmaktadır ve Mart ayındaki seçimlerden sonra da uzun süre demokratik vitrinle ilgili fazla çabaya gerek kalmayacaktır.
Önümüzdeki dönemde yalanların, hedef göstermelerin, linç kampanyalarının, umacılaştırmanın, günah keçisi imalatının tüm hızıyla devam edeceği açıktır. Rejimin kendisini giderek daha fazla zor aygıtına dayandırdığı gerçeği, ideolojik aygıtın bir kenara bırakıldığı anlamına gelmemektedir. Aksine, verimliliği azalsa bile, ideolojik aygıt tüm şirretliğiyle faaliyetini sürdürecektir. Bu, her şeyden önce yeterli büyüklük ve dinamizmde bir taraftar kitlenin muhafazası için hayati önemde olmaya devam edecektir. Son seçimler yaklaşırken bu nokta özellikle önemlidir. Bu kitlenin faşist liderle özdeşleşme duygusunun sürdürülmesi ve oluşturulmuş düşman kutup algısının sarsılmaması için, ideolojik seferberlik halinin tavsamasına elden geldiğince mahal verilmeyecektir. Derinleşen kriz altında emekçi kitlelerin ağırlaşan geçim koşulları, sosyo-kültürel kimliklerin zorlanması sonucu oluşturulan sınıf dışı kutuplaştırmanın zeminini aşındırmaktadır. O nedenle başından beri savunduğumuz gibi, faşist rejime karşı mücadelede işçi sınıfının bağrına odaklanmak en sağlam, en tutarlı yoldur.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, “Demokrasi” Vitrini Ardında Faşizm, 2 Ocak 2019, https://enternasyonalizm.org/node/242
Manipülasyonların Gölgesindeki Gerçek Ahval
Suriye Savaşında Taktik Manevralar