Yerel seçimlere ekonomik kriz ortamında giden faşist rejim, izlediği iç ve dış siyasetin yanı sıra ekonomi politikalarını da, bu süreçte elini zora sokacak durumların yaşanmamasına endekslemiş durumda. Kullanabildiği tüm kaynakları, bu sürecin mümkün olan en az hasarla atlatılması ve seçim galibiyeti için seferber eden rejim, bu amaçla ekonomiden siyasete her alanda çarpıtılmış bir gerçeklik tablosu çiziyor. İktidara ve avenesine bakılacak olursa, ekonomi istikrarlı bir şekilde toparlanırken, uluslararası ilişkilerde bahar havaları esiyor. Ekonominin düze çıktığına delil olarak döviz kurlarındaki gerilemeyi ve azalan cari açığı gösteren hükümet, tüm olumlu beklentileri de bunun üzerine inşa ediyor. Bu alanda çizilen pembe tablolara, Rahip Brunson krizinin aşılmasını takiben Erdoğan’ın Trump ve AB liderleriyle el sıkışıp “dostluk” mesajları vermek üzere her fırsatı değerlendirmesi ve bunun “sorunların geride kaldığı bir yumuşama dönemine girildiği” şeklinde lanse edilmesi eşlik ediyor. Son olarak G20 zirvesinde tanık olduğumuz gibi, Erdoğan’ın Trump’la ayaküstü sohbet etmesi bile övünç konusu haline getiriliyor.
Gerek dış politikada yumuşama görüntülerinin, gerek içeriye yönelik benzer beklentiler pompalanmasının, gerekse ekonomiye dair pembe tablolar çizilmesinin, faşist rejimin yönlendiriciliğinde yürüyen bir algı operasyonundan ibaret olduğu açıktır. Gerçeklik her üç alanda da bunun tam tersidir.
Dış politikada iklim değişti mi?
Erdoğan rejiminin AB ve ABD ile yaşadığı sorunların ve içinde bulunduğu sıkışmışlık durumunun nesnel zemini değişmediği gibi, kolayına değişmesi de mümkün değildir. Erdoğan’ın emperyal Ortadoğu politikası 2014’ten bu yana ağır bir bozguna uğramış ve nihayetinde Kürtlerin Suriye’de siyasi statü kazanmalarının engellenmesi noktasına kadar geri çekilmiştir. Suriye cephesinin iki ana aktörü olan Rusya ve ABD arasında manevralar yaparak bugüne kadar gelen Erdoğan, yaratmaya çalıştığı “güçlü olan biziz, dediğimizi kabul ettiriyoruz” algısına rağmen, her dönemeç noktasına eli biraz daha zayıflayarak girmektedir. Suriye savaşında sona yaklaşıldıkça Kürt meselesi doğrudan masaya gelecek ve o durumda Erdoğan rejimi bu açmazla en yakıcı haliyle yüzleşmek zorunda kalacaktır. Son günlerde ABD’nin Rojava sınırına gözetleme kuleleri dikmesi ve YPG’yi tahkim etmek üzere bölgedeki müttefiklerini harekete geçirmesi, bu sürecin hızlandığının bir göstergesidir.
AB ile olan ilişkilerde de durum farklı değildir. Erdoğan’ın “istikametimiz AB üyeliğidir” diyerek ılımlı tablolar çizmesine rağmen, bu zeminde de herhangi bir olumlu değişim izlenmemektedir. Zaten faşist diktatörlüğün varlığının devam ettiği koşullarda böylesi bir iyileşmenin beklenmesi mümkün de değildir. Bununla birlikte, elindeki göçmen kartını ustalıkla kullanan Erdoğan’ın, demokrasi havarisi kesilen AB’nin sesini kısmayı başardığı gerçeğinin de üzerinden atlanmamalıdır. Suriyeli mültecilerin zapt edilmesi karşılığında Türkiye’de ayyuka çıkan insan hakları ihlallerine ve her türden hukuksuzluğa sessiz kalan AB’nin ikiyüzlülüğü, burjuva güçler arasındaki ilişkilerin tek belirleyeninin karşılıklı çıkarlar olduğunu bir kez daha göstermiştir. Kimilerinin tek adam rejimine ciddi darbeler indirmesini bekledikleri AB, bu gibileri şaşkınlığa uğratarak pek çok konuda Erdoğan’la uzlaşma yoluna gidebilmektedir. Üstelik başta Almanya olmak üzere Avrupa ile Türkiye arasındaki köklü ekonomik ilişkiler, her iki tarafın kapitalistleri açısından mülteci sorununu da aşan bir önem taşımaktadır. Türkiye’nin, batarsa, finans şirketleri başta olmak üzere pek çok Avrupa şirketini de girdabına çekecek olan bir ekonomik krizin içinde olması, insan hakları, demokrasi, hukuk gibi temel değerlerin AB egemenleri tarafından rahatlıkla bir kenara itilmesi sonucunu doğurmuştur. Zaten bunlar Avrupalı egemenlerin karar alıcı pozisyonlardaki çoğunluğunun değil, Avrupa parlamentolarının göstermelik birtakım komisyonlarındaki daha sol unsurların hassasiyet noktalarını teşkil etmektedir.
Bunun yanı sıra, Türkiye’yi Rusya ve Çin’e kaptırmama çabası da, gerek AB’yi gerekse ABD’yi, öfkeyle değil “mantık”la (ki burjuvazi söz konusu olduğunda bu “çıkar” demektir) davranmaya itiyor. Faşist diktatörlüğün, emperyalist kutuplar arasındaki çekişmeyi avantaja dönüştürmeye ve bundan yararlanarak gemisini yürütmeye çalıştığı açıktır. Ancak tüm bunlar, gösterilenin aksine ılıman bir havaya değil, her an kara bulutların toplanıp yıldırımların sökün edebileceği bol elektrikli bir atmosfere işaret ediyor. Ayrıca faşist rejimin seçimler öncesinde milliyetçiliği körükleyerek tabanını tahkim, muhalefeti ise felç etmek üzere Rojava’ya küçük çaplı askeri harekâtlara girişmesi halinde gerek ABD gerekse AB ile yaşanan gerginliğin daha da artacağına şüphe yoktur.
İçeride “yumuşama” düşleri
Yukarıda da ifade ettiğimiz üzere, rejimin doğrudan beslediği ya da kolaylıkla yönlendirebildiği kimi manipülatörlerin “normalleşme”, “yumuşama” yönündeki iddialarının hiçbir gerçekliği bulunmamaktadır. Bahçeli’nin çıkışlarını “ittifak parçalandı” sevinciyle karşılayan ve bunu Erdoğan’ın AB mesajlarıyla da birleştirip buradan demokratik adımlara geri dönüleceği sonucunu çıkaran bu üfürükçülere bakılacak olsa, ilk etapta Osman Kavala serbest bırakılacak, ardından sıra Demirtaş’a gelecek ve hatta Kürt sorununda yeniden masaya oturulacaktı. Ne var ki, rejimin niteliğinin ve içinden geçtiğimiz sürecin doğru tahlil edilememesinin yarattığı zafiyet nedeniyle olması gerekenden daha fazla alıcı bulabilen bu iddialar, yaygın bir etki yaratamadan çöküverdi. Üstelik bunu kör gözlere parmak sokarak çökerten bizzat Erdoğan oldu.
Her seçim öncesinde olduğu gibi şimdi de bu tür beklentiler yaratarak HDP’yi pasifize etmeyi ve Kürt desteğini arttırmayı amaçladığı anlaşılan Erdoğan, belli ki MHP olmaksızın hiçbir kritik kentte başarı gösteremeyeceğini anlayınca, bu beklentileri açıktan köpürtmeye girişmekten vazgeçmiştir. El altından birtakım oyalayıcı-beklentiye sürükleyici girişimlerde bulunulması muhtemelse de, MHP ortaklığının faşist rejim için hayati önem taşıması, genel propagandanın buradan yürümesini olanaksız kılmaktadır. Bu yüzden Erdoğan, tam ters uçtan yürüyerek milliyetçi söylemlerinin dozunu giderek daha da arttırmaktadır. Böylece bir yandan MHP tabanının desteği pekiştirilmeye çalışılırken, öte yandan yaratılan basınçla CHP-HDP ittifakının önüne geçilmesi hedeflenmektedir. Akşener’in İYİP’inin böylesi bir ittifaktan uzak tutulması için de milliyetçi söylem büyük bir işlev görmektedir.
Bu noktada Gezi düşmanlığının körüklenmesi de tesadüf değildir. Gezi’den “darbeci terör örgütü” çıkarmak üzere hummalı bir faaliyete girişen faşist rejim, demokrat ve sosyalist kimlikleriyle tanınan çok sayıda ismi gözaltına alıp taciz ederek bir taşla birkaç kuş vurmayı hedeflemektedir. Avrupa’dan gelen eleştiriler karşısında, Osman Kavala’yı “örgüt elebaşı”, “terör finansörü”, “darbeci” olarak lanse ederek bir yılı aşkın süredir tutuklu kalmasını haklı göstermek bu hedeflerden biridir. Ancak çok daha önemlisi, bunun seçim sürecinde tüm demokratik güçleri “terörist” olarak yaftalayarak muhalefeti zayıflatmak ve kutuplaşmayı derinleştirmek için faşist kampanyanın temel ayaklarından biri olarak saptanmış olmasıdır. Gezi üzerinden CHP ve HDP hedef tahtasına oturtulurken, İYİP tabanına da “kimlerle birlikte davrandığınıza iyi bakın” mesajı verilmektedir.
Kavala’nın serbest bırakılmayacağını net bir şekilde ifade eden Erdoğan, Demirtaş’ın tahliyesi konusundaki beklentileri çok daha pervasız bir şekilde sona erdirmiştir. Demirtaş’ın hukuksuz tutukluluğunun sona erdirilmesi talebiyle 2018 Şubatında yaptığı AİHM başvurusu, geçtiğimiz günlerde gecikmeli bir şekilde sonuçlandırılmış ve AİHM Demirtaş için “tahliye” kararı vermiştir. Ne var ki Erdoğan söz konusu kararı “bizi bağlamaz, biz hamlemizi yapar işi bitiririz” diyerek karşılamış ve bu “hamle”nin ardından Ankara Ağır Ceza Mahkemesi Demirtaş’ın tahliye talebini reddederek “işi” bitirmiştir! Hemen ardından da, 2013 Newrozunda yaptığı konuşma nedeniyle açılan uyduruk bir davadan verilen 4 yıl 8 ay hapis cezası İstinaf Mahkemesi tarafından alelacele onanmış ve Demirtaş’ın mahpusluğu sözde “hukuki” hale getirilmiştir.
Faşist rejim, doğası gereği hak hukuk tanımamaktadır. Yargının Erdoğan’ın “iş bitirici” hamlelerini adli karara dönüştürmek dışında bir fonksiyonu kalmamıştır. Yerel “seçim”lere de işte bu “demokrasi” atmosferinde gidilmektedir! 102 DBP’li belediyenin 95’ine kayyum atayarak halk iradesini hiçe sayan Erdoğan’ın benzer “iş bitirici” hamleleri seçimlerin ardından muhalefetin elindeki belediyelere yönelik olarak da tekrarlamasının önünde pek bir engel yoktur. Zaten kendisi de, beğenmediği sonuçlar karşısında yine aynı şeyi yapacağını söylemekten çekinmemektedir. Bu noktada kuşkusuz ilk hedefte olanlar yine DBP’li belediyeler olacaktır. Ne var ki, işin ucunun kendisine kadar uzanmayacağından pek emin olan ve Kürt siyasi hareketine bakış açısı belli olan CHP de faşizmin sillesini yemekten kaçınamayabilir.
Rejim karşısında etkin bir muhalefet cephesinin tesis edilmesine sekte vuran en büyük engel, düzen güçlerinin Kürtler söz konusu olduğunda domuz topu gibi birleşmeleridir. Pek çok konuda “HDP’yle yan yana görünmeme” düşüncesinin CHP’yi nasıl rejime yedeklenme pozisyonuna düşürdüğü biliniyor. Dokunulmazlıklara verdiği onayla HDP’li milletvekillerin Meclisten derdest edilmesine ortak olan, Kürdistan’da devlet terörü estirilmesi ve neredeyse tüm belediyelere kayyum atanması karşısında ağzını açmayan, Afrin işgalini açıkça destekleyen ve son olarak Demirtaş’ın tahliye kararının reddedilmesine hiçbir tepki göstermeyen CHP gibi bir partinin “ana muhalefet” partisi konumunda oluşu, Erdoğan’ın en büyük avantajıdır.
Faşist rejim karşısında İYİP çok daha büyük bir açmaz içindedir. Türk-İslamcı faşist iktidar koalisyonuyla ideolojik olarak köklü bir ayrımı bulunmayan bu parti, tam da bu yüzden, güçlenmek yerine MHP’ye doğru kan kaybederek erimektedir. Tek başına bu olgu bile, tutarlı bir muhalefet hattı açısından asgari demokratik kriterlerin olmazsa olmazlığını ortaya koymaktadır. Bunda ortaklık sağlanamaması, Erdoğan’ın tek adam diktatörlüğünün burjuva demokratik bir muhalefetle yıkılmasının önüne koca bir duvar örmektedir. Bu durum, faşist rejimin her sıkıştığında eksenine Kürtleri oturttuğu bir kriz yaratarak milliyetçiliği körüklemeyi ve geniş bir kitleyi bu temelde etrafında kenetlemeyi başarabilmesini de sağlamaktadır.
Erdoğan’ın son derece pragmatist bir politikacı olduğu, birbirine taban tabana ters söylemler arasında beklenmedik bir hızla geçiş yapabildiği biliniyor. Kuşkusuz bu noktada en büyük yardımcısı, “aklama, inandırıcı kılma ve unutturma” operasyonlarıyla devreye girerek elini rahatlatan medyadır. Gerek çizilen sanal tabloların gerçekmiş gibi gösterilmesinde, gerekse izlenen politikalardaki tutarsızlıkların, dillendirilen yalanların üstünün örtülmesinde, Saray medyası çok büyük bir rol oynamaktadır. Bununla birlikte, diğer tüm faşist rejimler gibi Erdoğan faşizmi de varlığını esas olarak zor aygıtlarına dayanarak devam ettirmektedir. Toplumsal muhalefetin örgütsüzlüğü ve zayıflığı nedeniyle rejim şimdilik 12 Eylül faşizmi örneğinde yaşandığı kadar kitlesel ölçekli bir açık devlet terörüne ihtiyaç duymasa da, 15 Temmuz 2016’dan bu yana 90 bine yakın insanın siyasi nedenlerle içeri tıkılmasının yanı sıra, her gün onlarca kişi hakkında davalar açılmakta, cezalar yağdırılmakta ve özellikle Kürt hareketine yönelik gözaltı ve tutuklama terörü kesintisiz sürmektedir. “FETÖ” tutuklamaları da son haftalarda yeniden artmıştır. Tehdit, gözdağı ve işten atmalarla bütünleşen bir sindirme harekâtının da eşlik ettiği bu manzara, “yumuşama” tespitleri yapmayı adet edinen kimi manipülatörlerin gerçekleri karartma çabalarına rağmen, faşist rejimin gevşemek bir yana daha da sertleşmekte olduğuna işaret etmektedir.
Sadece dış değil iç savaş aygıtının sürekli tahkim edilmesi de bunun göstergelerinden biridir. Nitekim 2019 bütçesinde Savunma Bakanlığının bütçesi %50, İçişleri Bakanlığınınki ise %40 oranında arttırılmaktadır. Her yıl on binlerce polis ve bekçinin yanı sıra zırhlı araçlarla ve her türden silahla tahkim edilen bu iç savaş gücünün tek işlevi, emekçilerin rejime karşı seslerini yükseltmelerini engellemek ve buna kalkışanların kafasını ezmektir. Yargının tümüyle Erdoğan’a tâbi kılındığı faşist rejim altında cezaevlerinin durumu da genel gidişatı çarpıcı bir şekilde yansıtmaktadır. Faşizmin zindanlarında bugün %121’e ulaşan bir yoğunlukla 261 bine yakın mahpus bulunmakta ve bunun 58 bine yakınını, çoğu siyasi nedenlerle içeri tıkılan tutuklular oluşturmaktadır. Yüzlerce insan, haklarında iddianame bile hazırlanmadan, hâkim karşısına bile çıkarılmadan, yıllar boyu zindanda tutulmaktadır.
Tüm bunlara rağmen faşizm kendisini parlamento şalıyla örterek geniş bir kitleyi aldatabilmektedir. Daha önce de dile getirdiğimiz gibi, “Erdoğan, muhalefeti şimdilik resmen yasaklamayı gerekli görmemekte ama onun boynuna geçirdiği kemendi de giderek sıkmaktan geri durmamaktadır. Meclisin ve muhalif partilerin şeklen varlıklarını sürdürmesi onun işine gelmekte, böylelikle gerçekte bir faşist rejimle karşı karşıya olduğumuz gerçekliğinin üzeri örtülmektedir. Muhalefet farkında değilmiş gibi davransa bile, Erdoğan attığı adımlardan sonra Meclisin hiçbir hükmü kalmadığının, mevcut koşullarda halkın önüne sandık konulmasının kendi iktidarını sarsmayacağının bilincindedir. Muhalefete söylenen şudur: Meclisin dört duvarı arasında bağır çağır ama sakın sokağa çıkmaya, halkı seferber etmeye kalkışma! Yerel seçimler yaklaşırken, yerel yönetimlerin bütçesini Hazine’ye bağlayıp onun onayına muhtaç hale getirmesi, seçimleri HDP’li adayların kazanması halinde onları derhal görevden alacağını açıklaması, 259 Kürt muhtarı seçimlere birkaç ay kala görevden alıp “terörle bağlantılı” olmakla suçlaması nasıl bir dönemden geçtiğimizi çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Tüm bunlar ortadayken çeşitli muhalefet kesimlerinin yine seçimlerin doğuracağı fırsatlardan dem vurmaya başlamalarının akılla izanla açıklanabilir bir yanı bulunmamaktadır.” (McKinsey ve Brunson Tornistanlarının Gösterdikleri, 23 Ekim 2018)
Yerel seçimler ve ekonomik kriz
Yerel seçimlerde İstanbul başta olmak üzere merkezi önemdeki belediyeleri muhalefete kaptırmamak Erdoğan açısından büyük öneme sahiptir ve bunun için elinden gelen her şeyi yapacağına şüphe yoktur. Belediyeler, yoksul emekçileri rejimin payandası haline getirmek üzere akıtılan yardımların en önemli kanallarından biri haline getirilmişken, aynı zamanda yandaş sermaye grupları için de vazgeçilmez bir rant kapısı niteliği taşımaktadırlar. Tüm bunlara ek olarak, tek adam rejiminin sarsıntısız devamı için çizilmesi elzem olan “yenilmez Erdoğan” imajı açısından da bu seçimler şu ya da bu şekilde “zafer”e dönüştürülmek zorundadır. Hele de ekonomik krizin her türlü riski katlayarak arttırdığı bir ortamda Erdoğan’ın başka çaresi yoktur.
Seçimlere kadar tüm kamusal kaynakları yağmalayıp sermayeyi fonlayarak iflasları ertelemeye çalışan Erdoğan, böylece ağır bir çöküşün yanı sıra kitlesel ölçekli bir işsizliğin de önüne geçmeyi hedeflemektedir. Zira borç batağında olan on milyonlarca işçi için işyerlerinin kapanması mutlak bir sefalet anlamına gelecektir. Borçlarını ödeyemedikleri için iflas eden ya da iflasın eşiğine gelen yüz binlerce esnafı ve çiftçiyi bekleyen tablo da bundan farklı değildir. Egemenler, aç insanı lafla doyurma becerisini gösterebilen bir rejimi şimdiye dek icat edememişlerdir. Erdoğan için de en büyük tehdit “aç midelerin isyanı”dır ve bu yüzden krizin yaratacağı yıkımı hafifletmek rejim için hayati önemdedir. Bu amaçla sermayeye teşvik üstüne teşvik verilmekte ve hiç değilse yerel seçimlere kadar fahiş zamların, kitlesel ölçekli işten atmaların ve iflas ilanlarının önüne geçilmeye çalışılmaktadır. Faşist rejim bunun için sermaye üzerindeki baskı mekanizmalarını da kullanmaktadır.
Emekçi kitleleri “krizin en zor kısmının atlatıldığı”na inandırıp sükûneti muhafaza edebilmek içinse algı operasyonlarından medet umulmakta, bu amaçla her türlü yalana ve manipülasyona başvurulmaktadır. Örneğin, son birkaç ayda piyasaya kaynağı belirsiz milyarlarca dolar sürerek ve fahiş faizlerle borçlanarak döviz kurlarını stabil hale getirmiş görünen rejim, ithalatın ve cari açığın düşmesini “hedeflerimiz gerçekleşiyor” diye yansıtmaktadır. Oysa üretim ve tüketimdeki gerilemenin sonucu olarak yaşanan bu tablo, krizden çıkışa değil, aksine, çöküşe ilerleyen bir daralmaya işaret etmektedir. Çöküşün yaşanmasının ertelenmesinin krizi süreğenleştireceği ve bunun birikimli olarak çok daha büyük sorunlara yol açacağı açıktır. Tam da bu yüzdendir ki, mali sermaye çevrelerinden “çürük elmaların temizlenmesine izin verin, yoksa tüm elmalar çürür” uyarıları gelmeye başlamıştır. Ne var ki Erdoğan’ı bu aşamada “elma”ların değil kendisinin beka sorunu ilgilendirmektedir!
Şurası çok açık ki, rejimin elinde de sermayenin elinde de krizin derinleşmesini engelleyebilecek sihirli bir değnek bulunmamaktadır. Durumun vahameti, 100 günlük programa ilişkin değerlendirme toplantısının sessiz sedasız iptal edilmesinde de kendini göstermektedir. Bilindiği gibi 100 günlük programın vadesi Kasım başında dolmuş ve Erdoğan yapacağını söylediği değerlendirme toplantısını yurtdışı gezisi bahanesiyle birkaç gün ötelediğini açıklamıştı. Fakat sözde “100 günlük icraatların değerlendirileceği ve yeni 100 günlük programın açıklanacağı” bu toplantı aradan bir ay geçmesine rağmen yapılmadığı gibi, gündemden de kaldırılmış görünmektedir.
Oysa Erdoğan, 100 gün dolduğunda bir değerlendirme yapacağını daha ilk günden vaat etmiş ve bunu “yeni hükümet sisteminin” nimeti olarak sunmuştu. Ama 3 Ağustosta, “Türkiye şahlanacak” diyerek açıklanan bu program, doların tarihi rekorlar kırmasıyla hemen o hafta çöküvermişti. Temel ihtiyaç maddelerine birbiri ardına gelen fahiş zamlarla resmi enflasyonun %26’ya fırladığı, Erdoğan’ın “faizlerin yükseltilmesine asla izin vermeyeceğiz” sözlerini afiyetle yutmak zorunda kaldığı bu süreçte, 100 günlük program, pozitif vaatler bakımından balon gibi patlayıp söndü. Elbette militarist harcamalardan, sermaye teşviklerinden ve işçi sınıfına yönelik saldırılardan “taviz” verilmedi!
Marta kadarki dönemi kazasız belasız atlatmaya bakacak olan iktidarın yerel seçimler sonrasında ağır bir ekonomik saldırı dalgası başlatması kaçınılmazdır. Ancak saldırılar bu alanla sınırlı kalmayacaktır. Son olarak viyadük inşaatında çalışan üç işçinin hayatını kaybetmesine yol açan iş cinayetine bile “yayın yasağı” konması, rejimin kırılganlıklarının farkında ve diken üstünde olduğunu göstermektedir. Korku büyük olunca baskı ve saldırının dozunun da bununla orantılı olması kaçınılmazdır. Flormar direnişçilerine, direniş yerinde müzik çalmayı, soba yakmayı, slogan atmayı yasaklayan, grevci işçilerin çadır kurmasına izin vermeyen, işçi eylemlerini polis zoruyla, gözaltılarla, hatta üçüncü havalimanında yaşandığı üzere tutuklamalarla engellemeye çalışan rejimin, yerel seçimlerin ardından patlayacak işten atılma dalgasıyla birlikte artması muhtemel direnişlerin önüne geçmek için neler yapacağını kestirmek zor değildir.
Bu süreçte, rejimin emekçileri gerçek gündemlerinden uzaklaştırma, yapay kutuplaşmayla, yalanla, dolanla bölme ve gerçek sınıf düşmanlarını görmelerini engelleme çabalarının hız kazanacağına şüphe yoktur. Bu çabaları boşa çıkarmak ve işçi sınıfının “krizin faturasını biz değil çıkaranlar ödesin” diyerek rejimin ve sermayenin karşısına dikilmesini sağlamak için sınıf örgütlerine ve öncü işçilere çok büyük bir rol düşmektedir.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Manipülasyonların Gölgesindeki Gerçek Ahval, 5 Aralık 2018, https://enternasyonalizm.org/node/241
MGK’nın Minbiç için ABD’ye efelenmesi oy getirir mi?
“Demokrasi” Vitrini Ardında Faşizm