Elinde tuttuğu medya aygıtıyla yaymaya çalıştığı “güçleniyoruz, büyüyoruz, saygınlığımız artıyor” palavralarına rağmen, iktidarın her alanda sıkışmışlığı artarken, korku ve tahammülsüzlüğü de şiddetleniyor. Öyle ki, emekçi halkın tepkisini çekebilecek, onun hassasiyet gösterebileceği herhangi bir konuda yaşanan olumsuz bir gelişmenin haber yapılmasına bile artan oranda tahammülsüzlük gösteriliyor. Örneğin, Kocaeli’de yoksulluktan dolayı bunalıma giren bir işçi intihar ediyor. Olay basına yansıyor. Normalde kanıksanan bu tür bir haber günümüz koşullarında tehlikeli bulunuyor. Haberi yapan gazeteci gözaltına alınıyor. Devlet ricali derhal olaya müdahil oluyor. Valilik, savcılık ve yandaş sendikalar olayın yoksullukla ilişkisi olmadığını açıklama gereğini hissediyorlar. Durumu protesto etmek isteyenlerin eylemi “milli güvenlik” gerekçesiyle yasaklanıyor ve on beş kişi yaka paça gözaltına alınıyor. Bir başka örnek Rize’den geliyor. Belediye asırlık bir çınar ağacını keserken olayı cep telefonuyla kaydeden bir kişi, bu videoyu sosyal medyadan yayınladığı için karakola çekiliyor ve hakkında soruşturma başlatılıyor. Diğer bir örnek de Siirt’ten. HDP’li İl Genel Meclisi Üyesi, sosyal medya hesabında “Dolar yükseldiği için batmıyoruz, battığımız için dolar yükseliyor” şeklinde bir paylaşım yaptığı için “terör propagandası yapmak” suçlamasıyla tutuklanıyor.
Bu tür baskılar, hoşnutsuzluğu artsa bile geniş kitlelerin geri adım atıp kendi köşesine çekilmesinde, sinmesinde ve gerçek düşüncelerini ifade etmekten imtina etmesinde önemli bir rol oynuyor. Giderek pekişen baskı ortamına rağmen, yaratılan yapay kutuplaşma nedeniyle AKP’ye oy desteğinde bulunan kitleler ise maalesef rejimin faşist niteliğini şimdilik görebilecek durumda değiller.
Geniş emekçi kitleler açısından mevcut rejimin faşist niteliğinin kavranamamasının en temel nedenlerinden biri de, onun adım adım ilerleyen bir süreç içerisinde inşa edilmiş olmasıdır. Demokrasi söyleminin tümüyle bir tarafa atılmamış olmasının, göstermelik de olsa sandığın insanların önüne halen konulmasının, biçimsel olarak Meclisin varlığının devam etmesinin bu algı bozukluğunda önemli bir rolü vardır. Bunda faşist devlet terörünün, diyelim ki 12 Eylül’de olduğu gibi, toplumun çok geniş kesimleri üzerinde bir anda estirilmemesinin, oldukça seçmeli bir şekilde devreye sokulmasının da önemli bir payı bulunuyor. Erdoğan bugünlere, önce deneme adımları atarak, ortaya attığı şeyleri tartıştırır gibi yapıp kamuoyunu hazırlayarak ve sonra da vurucu darbeleri indirerek geldi. Yani işi sürece yayarak adım adım ilerledi. Kendi kişisel iktidarına ve devletin varlığına kastettiği düşünülen iki muhalefet odağını (Gülen Cemaati ve Kürt hareketini) acımasızca ezmeye girişirken, bu devlet terörünün sıradan insanları ve günlük yaşamı etkilemeyeceği söylemini özenle diri tuttu. OHAL kararnameleriyle adım adım devletin tüm aygıtlarını kendisine bağlayıp reorganize etti, medyada neredeyse mutlak bir tekel oluşturdu ve parlamentarist muhalefeti yaşayan bir ölü haline getirmeyi başardı. Ne var ki zaferinin tadını çıkartmaya başlayacakken ekonomik kriz hiç de şaşırtıcı olmayan bir biçimde patlak verdi.
Yakın zamana kadar işçilere doğrudan ve açık bir saldırıya girişme gereği duymayan (zira ortada etkili bir işçi hareketi mevcut değildi ve halen de değildir), onlara karşı attığı adımları ise işçilerin geniş kesimlerini ilgilendirmeyen sınırlı tedbirler olarak topluma yutturmayı bilen Erdoğan için işler değişmeye başlamıştır. Şimdi faşizmin zorbalığıyla yüzleşme sırası, krizle birlikte hoşnutsuzluğun artacağı bir ortamda işçi hareketine gelmiştir. Zira rejim, hareket bir kez yükselirse onu kimi reformlar ve iyileştirmelerle dizginlemek için gerekli iktisadi olanaklara sahip değildir. Faşist rejim kitlelerin hoşnutsuzluğunun artacağını kuşkusuz bilmektedir, onun için en önemli olansa, bu hoşnutsuzluğun kitle eylemlerine ve giderek örgütlü bir tepkiye dönüşüp kendisine yönelmesini engelleyebilmektir. Bu çerçevede, geniş kesimlerinin örgütsüzlüğüne rağmen ekonomik kayıplarına karşı sesini yükseltecek olan işçi sınıfı faşizmin saldırı menzilindedir. Son dönemdeki işçi eylemlerine, en başta da Üçüncü Havalimanı işçilerinin hak arama mücadelesine karşı gösterilen zorbalığın arkaplanı budur.
Havalimanı işçilerine saldırı tüm işçi sınıfına gözdağıdır
Ücretlerinin zamanında ödenmesini, iş cinayetlerine karşı önlem alınmasını, haksız işten atmalara son verilmesini, yatakhanelerin tahtakurularından arındırılmasını, yemek kalitesinin arttırılmasını, servis sorununun çözülmesini, zorla çalıştırmanın sona erdirilmesini ve diğer temel haklarını talep eden havalimanı işçilerinin maruz kaldıkları zorbalık hiç de sıradan bir duruma işaret etmemektedir. Basınçlı su, gaz bombaları, coplar, TOMA’lar, gece yarısı yatakhanelerin kapılarının kırılıp yüzlerce işçinin gözaltına alınması, onlarcasının tutuklanması, şantiyenin asker, özel harekât ve çevik kuvvet polislerinin ablukasına alınması, her noktada duran zırhlı araç ve TOMA’lar, giriş çıkışlarda yapılan GBT taramaları, görsel kayıtlardan tespit edilen işçilere gözaltı terörünün devam etmesi, sosyal medya paylaşımlarının dahi sıkı kontrol altına alınması, bu zorbalığın ulaştığı düzeyi çarpıcı bir şekilde göstermektedir.
Bu zorbalıkta, sözkonusu işyerinin iktidar açısından sembolik bir önem taşımasının kuşkusuz payı vardır. Bu hem Üçüncü Havalimanı üzerinden geliştirilen siyasi propaganda ve “bizi çekemiyorlar” şovenizmini canlı tutmak açısından, hem de o havalimanını inşa eden konsorsiyumun Erdoğan’la organik ilişki içerisindeki büyük inşaat tekelleri olması açısından böyle. Ne var ki, mesele, faşist rejim açısından prestij kaybı ve besleme burjuvazisi açısından da muazzam kârlardan zarar etme olgusuna indirgenemez. Meselenin bunlarla sınırlı olmadığını burjuvazinin farklı kesimlerinin büyük ölçüde ortaklaşmış bir tepki göstermesinden de anlıyoruz. Sınıfın en küçük bir kıpırdanışı bile egemen sınıf içindeki bölünmüşlüğün derhal aşılıp domuz topu gibi birleşmelerini beraberinde getiriyor. Metal işçileri Bursa’da ayağa kalktığında da aynı tabloyu görmüştük; pek demokrat geçinen medyada aynı günlerde ülkedeki işsizliği konu edinen programlar yayınlanıyordu! Şimdi de, mide bulandırıcı şeriatçı Yeni Akit’ten Habertürk’ün pek “laik” yazarlarına, Reis’in müteahhitlerinden TÜSİAD önde gelenlerine kadar bir dizi burjuva, işçilere karşı aynı sınıf pozisyonunda kol kola giriyorlar.
Bu zorbalığın tekil ve istisnai bir örnek olarak kalmayacağı görülmektedir. Aynı boyutta olmasa bile Flormar ve Cargill işçilerine dönük baskılar da, Migros’a devredilip tazminatsız kapı dışarı edilen Uyum/Makro market işçilerinin maruz kaldığı polis terörü de aynı yöndeki gidişata işaret etmektedir.
Aslına bakacak olursak, AKP iktidarının işçi eylemlerine dönük düşmanlığı yeni bir olgu değildir. 2009 yılında 12 bin TEKEL işçisinin mücadelesi 78 günün ardından polis zoruyla dağıtılmıştı. Soma’daki madenci katliamının ardından işçilerin yerlerde tekmelenme görüntüleri hafızalara kazınmıştı. “Metal Fırtına” döneminde Polatlı’daki ORS işçileri, çoluk çocuklarıyla birlikte jandarmanın basınçlı suyuna ve gazlı müdahalesine maruz kalmışlardı. AKP döneminde yaklaşık 200 bin işçinin 15 grevi milli güvenlik gerekçesiyle yasaklandı. Hak mücadelesi veren işçiler açısından, polis ve jandarma baskısı, direniş alanlarına müdahale edilmesi, birkaç saatlik gözaltılar da yeni olgular değildirler. Ama, en temel hakları için iş durduran on binlerce işçiye gazla, TOMA’larla saldırıp hepsini coptan geçirmek, yüzlercesini gece yarısı baskınlarıyla gözaltına almak, günlerce nezarette tutmak, sonra da mahkemeye gönderip tutuklatmak gibi uygulamalar sözkonusu olduğunda durum değişir. Türkiye’de sınıf hareketine dönük polis baskısı hiç eksik olmasa da, şiddet dozunun bu boyuta ulaşması olağan dönemlerde pek görülmemiştir. Yine olağan dönemlerde patronlar ve polis her seferinde, işçiler arasında öncülere dönük olarak “bunlar bölücü, terörist, vatan haini” propagandası yapsalar bile, bu tür bir suçlamayı, bugün olduğu gibi mücadele eden on binlerce işçinin topuna birden yöneltmez, medyayı ve savcıları bu tür suçlamalar doğrultusunda seferber etmezlerdi. Yeni olan işte tüm bunlardır! Faşist iktidar, bu zorbalıkla, hakkını arayan herkesi, “vatan hainliğiyle, bölücülükle, teröristlikle” suçlayacağını ilan etmekte ve gözdağı vermektedir.
Geçmişte bu düzeyde zorbalık manzaralarına, sınıf hareketinin militanlaştığı ve dolayısıyla sınıf mücadelesinin keskinleşerek kapitalist sömürü düzenine bir tehdit oluşturmaya başladığı (ya da burjuvazi tarafından öyle algılandığı) momentlerde rastlanırdı. Uzun bir zamandır, sınıf hareketinin böylesi tehditkâr bir düzeyde olmadığı bilindiğine göre, bıraktık militanlaşmış bir mücadeleyi bugün en temel hakları için mücadele eden işçilere bile bu zorbalık reva görülüyorsa, burada faşist rejimin duyduğu korkuyu görmek gerek. Bu devlet terörü, normal bir dönemden geçmediğimizin bariz kanıtını sunduğu gibi, bu açıdan yeni bir sürece girmekte olduğumuza da işaret ediyor. Hiç kuşku yok ki temel belirleyen, içine girilen ağır ekonomik krizdir.
Rejimin şefi ve yaverleri yaşananın bir ekonomik kriz olduğunu kabul etmeyip, onu “dış güçlerin manipülasyonu” olarak adlandırsalar da, açıklanan “yeni ekonomi programı”nda ve hayata geçirilen ya da geçirileceği ilan edilen diğer önlemlerde, kriz tüm gerçekliğiyle ortadadır. Bu krizin faturasının emekçilerin sırtına bindirilmek istendiği de öyle. Bugüne kadar yalanlarla ve sahte umutlarla uyutulup boğazına kadar borç bataklığına sürüklenen emekçiler ise dayanma sınırlarının sonundadırlar.
Ekonominin küçüleceği, işsizliğin artacağı, enflasyonun yükseleceği resmen kabul edilmiş olmasına rağmen tüm bu gelişmelerden işçi sınıfının olumsuz olarak etkilenmemesi için tek bir göstermelik önlem bile açıklanmamıştır. Tersine, emeklilik sisteminin gözden geçirilerek harcamaların kısılacağı, kıdem tazminatına dönük yeni bir düzenlemenin getirileceği (yani bu hakkın da gasp edileceği), esnek çalışma biçimlerinin daha da yaygınlaştırılarak kamu sektörüne de uzatılacağı, sosyal yardımlarda büyük kesintilere gidileceği, zorunlu bireysel emeklilik sisteminde üç yıl zorunlu kalış uygulamasının getirileceği daha şimdiden açıklanıp, konuşulmaya başlanmıştır. İktidar bütçe açığını kapatmak için tasarruftan bahsediyor; bu tasarrufun, emekçiler için hayati önem taşıyan sosyal güvenlik sisteminde, eğitim ve sağlık alanındaki harcamalarda yapılacağını öngörmek için kâhin olmak gerekmiyor. Öte yandan bankalara, özel şirketlere teşvik üstüne teşvik açıklanıyor, batık kredilerin devlet tarafından üstlenileceği söyleniyor.
Sırtlarına binen kriz yükü arttıkça, emekçilerde hoşnutsuzluğun katlanarak artması neredeyse kaçınılmazdır. Faşist rejim de bu gerçeği bilmekte ve artacak hoşnutsuzluğun eylemli ve örgütlü bir tepki haline getirilmesini, kendisine yöneltilmesini engellemek istemektedir. İşçilerin dağınık, eşgüdümsüz, farklı ve kısmi talepler temelinde giriştikleri mücadelelerde ileri sürdükleri talepler hiçbir şekilde karşılanamayacağı için değil, her bir başarılı mücadele yeni mücadelelerin kapısını aralayıp sınıfın geniş kesimlerine örnek olabileceği için daha baştan zorbalıkla önlenmek istenmektedir. Hak arama bilincinin gelişmesi, örgütlülüğün ve ortak mücadelenin gerekliliğinin kavranması, moral motivasyonun ve sınıfın kendine güveninin artması faşist rejimin egemenlerini alabildiğine korkutuyor. Zira bu hareketin önü bir kez açılırsa, hoşnutsuzluğun muhalefet eliyle iktidar karşıtı bir çizgiye evriltilmesi olasılığı vardır. İşçilere göz açtırılmamasının, en küçük bir hareketlenmenin bile alışılmadık bir şiddetle bastırılmasının nedeni budur.
Her somut olay, faşist rejimin gerek uluslararası alanda gerekse de etkisi giderek artan ekonomik kriz nedeniyle içeride, artan ölçüde bir sıkışmışlık yaşadığını gösteriyor. Destek gördüğü emekçi kesimlerin, “dış güçler” palavrasıyla ilânihaye uyutulmasının mümkün olmadığını kendileri de biliyorlar. İşçi sınıfı hareketini faşizme karşı sevk edebilecek güçlerin zayıflığının yanı sıra, sınıfın sendikal örgütlülüğünün ve siyasal bilinç düzeyinin son derece geri durumu gibi faktörler onların işini kolaylaştırsa bile, kaygı ve korkuları giderek artmaktadır. Sıkıştıkça toplum üzerinde kurdukları baskıyı arttırmaktan başka bir çareleri yoktur. Faşizmin gerçek yüzünün daha büyük oranda açığa çıkacağı bir döneme giriyoruz. İşçi sınıfı hareketi faşizmin saldırı menziline girdiği ölçüde sosyalist hareket üzerindeki baskıların da katmerlenerek artacağını unutmadan, kızışacak mücadeleye hazırlanmak büyük önem taşıyor.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, İşçi Sınıfı Faşizmin Saldırı Menzilindedir, 28 Eylül 2018, https://enternasyonalizm.org/node/226
Erdoğan eliyle tasfiye
Faşizmin Medya Baskısı Artıyor