Erdoğan’ın artık resmileşmiş rejimi, kitlelere “yeni ve büyük Türkiye”nin önünün açılması olarak sunuluyor. Bu demagojiye bakılırsa Türkiye ekonomik olarak dünyanın ilk on ülkesi arasına girecek, kendi bölgesinde olduğu kadar dünyada da söz sahibi hale gelecektir. Kitlelere “zenginleşeceğiz, refah artacak” yalanıyla sunulan bu hedefler, aslında Türkiye burjuvazisinin emperyalist bir sıçrama gerçekleştirme arzusunun ifadesidirler.
Oysa kapitalist gelişme yolunda epey mesafe kaydetmiş ve alt-emperyalist bir düzeye ulaşmış olan Türkiye kapitalizmi nicedir ciddi bir tıkanmışlık içindedir. Boyundan ve çapından büyük heveslerle giriştiği maceralar, Erdoğan liderliğindeki burjuvaziyi hiç de ummadığı ölçüde büyük sorunlarla karşı karşıya bırakmıştır. İslam dünyasında söz sahibi olma, bölgedeki paylaşımdan yağlı bir parça koparma hevesleriyle atılan adımlar, TC’yi geleneksel müttefiki olan ABD ve AB ile diplomatik ve siyasi alanda karşı karşıya getirmiş, Ortadoğu’daki savaşın gelişimi içerisinde Kürt sorununun geldiği nokta egemenler tarafından hiç olmadığı ölçüde bir beka sorunu olarak algılanmaya başlanmış, dünya ekonomisindeki yeni gelişmeler Türk ekonomisinde sarsıcı etkiler yaratmaya başlamıştır.
Karşısına dikilen tüm bu sorunlar yumağı karşısında panik düğmesine basan Erdoğan liderliği, adım adım otoriterleşmiş ve sonuçta faşist bir rejim inşa edilmiştir. Erdoğan liderliği, gerek içine düştüğü bu çıkmazdan gerekse de ülkeyi bekleyen ağır ekonomik krizden, kurduğu faşist rejim aracılığıyla çıkmayı arzulamaktadır.
Faşist rejim kendisini doğuran sorunları çözemediği için bu sorunlar aynı zamanda onun zaafları ve kırılganlıkları olarak da somutlanıyor. Rejim hedeflerine ulaşamayıp daha da sıkıştıkça, emekçi kitleler ve Kürt halkı üzerindeki faşist cendereyi daha da sıkıştırmaya girişmektedir. Erdoğan’ın faşist rejiminin kırılganlıkları esas olarak Kürt sorunu ve Ortadoğu savaşındaki gelişmeler, emperyalist Batı dünyasındaki prestij kaybı ve yaşanılan sürtüşmeler ile ekonomi alanındaki büyük zayıflıkları olarak somutlanıyor. Dış politikadaki sıkışmışlığın dayattığı tutarsız manevralara rejim ideologları “denge siyaseti” deseler bile, ne dünya konjonktürü bu tür manevraları uzun süre kaldırabilir bir yapıdadır, ne de Türkiye ekonomisinin nesnelliği, bu tür manevralara ilânihaye izin verebilecek sağlam bir zemin sunmaktadır. Büyük emperyalist güçlere kafa tutma, dik duruş sergileme vb. olarak sunulan açıklamalar, bir müsamereden öteye gitmiyor ve gidemez de. Zira tarımı can çekişen ve kendini besleyemez hale gelmiş, imalat sektörü durgunlukla boğuşan ve şirketlerinin borç yükü ayyuka çıkmış, işsizliğin ve enflasyonun tırmanışta olduğu, finans sektörü yüzde 60 ilâ 80 arasında bir oranla yabancı sermayenin kontrolünde olan, sürekli ve artan bir cari açık veren, çarklarının ancak dışarıdan alınan borçlarla çevrildiği bir kapitalist ekonomidir sözkonusu olan. Ekonomideki kötü gidişat yalan ve düzmece rakamlarla üstü örtülemeyecek kadar ortadadır. Erdoğan’ın yeni “sistemi” ve kurduğu yeni “hükümet” de bu gidişatı tersine çeviremeyecek, vaat ettiği refahın aksine emekçilerin çalışma ve yaşam koşulları çok daha ağırlaşacaktır. Faşist rejim, bu doğrultuda saldırılara hazırlanmaktadır.
Devleti bir şirket gibi yönetmek
Erdoğan epey bir süre önce devlet idaresini bir şirket gibi düşünmek gerektiğini söylemişti. Bugün artık yalnızca fiilen değil resmen de elinde topladığı tüm yetkilerle devletin faşist reorganizasyonunu tamamlarken bu hayalini de gerçekleştirmektedir. “Büyük yatırımcıların muhatabı artık doğrudan Cumhurbaşkanlığı olacaktır” diyen Erdoğan, faşist Devlet A.Ş.’nin en üst yöneticisi, CEO’sudur. Kendisinin sekreterleri olarak çalışacak bakanları da doğrudan sermaye sahiplerinden (iş aleminden) seçmeye başlamıştır. Bu Türkiye tarihinde bir ilktir. Önemli altı bakanlığın (Sağlık, Eğitim, Turizm, Ticaret, Ulaşım, Tarım) başına, bizzat o alanlarda faaliyet yürüten şirketlerin sahipleri ya da üst düzey yöneticilerinden Erdoğan’a yakın olanlar getirilmiştir. Faşist hükümetin amacı işçi sınıfına ve doğaya azgınca saldırıyı katmerlendirmek, hiçbir engel tanımadan sermaye için kârlı alanlar yaratmak, Türkiye’nin sermaye birikimini büyütmek ve Ortadoğu’daki emperyalist siyasetini sürdürmektir.
Çalışma ve sosyal güvenlik bakanlığının aile ve sosyal politikalar bakanlığı ile birleştirilmesi, bu rejimin yönelimlerine dair ipuçları veriyor. Bu iki bakanlığın birleştirilmesi çalışma hayatında “biz bir aileyiz, çıkarlarımız ortaktır” söylemini kurumsallaştırmak üzere atılmış korporatist bir adımdır. Faşist rejimlerin birçoğunda rastladığımız bu tip korporatist uygulamalarla işçi hareketi ve (eğer tümüyle kapatılmadılarsa) sendikalar tam bir cendereye alınırken, sermayenin muhalif kesimlerinin de denetim altında tutulması hedeflenir. Son çıkan kararnamelerle Devlet Denetleme Kuruluna sendikalar ve meslek odalarına yönelik baskıları arttırmaya dönük olağanüstü yetkilerin tanınması ve Asgari Ücret Tespit Komisyonunun da doğrudan Erdoğan’a bağlanması bu doğrultudaki adımların arkasının geleceğini gösteriyor. Bunlar, rejimin yaklaşan krize hazırlanmak için daha da azgın bir sömürü ve talana girişeceğinin işaretleridirler.
Ne pahasına olursa olsun büyüme!
Hazine ve Maliye Bakanlığına atanan damat Berat Albayrak’ın sıkı bir mali programla tasarruf tedbirlerinin getirileceğinden ve enflasyonun böylelikle kontrol altına alınacağından bahsetmesi de, emekçilere dönük yeni saldırıların habercisidir. Sözkonusu “tedbir”lerin, emekçilerin sosyal haklarındaki kesintileri daha da üst bir boyuta taşıyacağından şüphe edilemez. Emeklilik sistemiyle ilgili yeni düzenlemeler ve kıdem tazminatının tasfiyesi zaten nicedir beklemedeydi. Şimdi bunların kısa süre sonra gündeme getirilmesi güçlü ihtimaldir. Sağlık ve Eğitim Bakanlıklarına doğrudan bu alanda faaliyet yürüten önemli şirketlerin sahiplerinin atanması, sözkonusu alanlarda uzun süredir yürüyen ve epey bir mesafe kaydetmiş olan saldırı programının (özelleştirmelerle parasız sağlık ve eğitim hizmetlerinin tedrici tasfiyesi) ağırlaştırılarak devam edeceğine işaret ediyor. Diğer alanlarda da kalan devlet işletmelerinin özelleştirilmesine hız verilecektir. İmar affı, bedelli askerlik ve özelleştirmelerle bütçe açıklarını bir nebze de olsa kapatmanın ve yandaş sermayeye yeni kaynaklar aktarmanın hesabını yapıyorlar.
Merkez Bankasının, faizleri arttırmama kararını, ekonomideki yavaşlama sinyallerinin varlığıyla gerekçelendirmesi, durgunluk beklentisinin resmi kabulü manasına geliyor. Erdoğan da kendi pozisyonu sağlamlaştırmak için ne pahasına olursa olsun büyümeyi sürdüren lider konumunu devam ettirmeye çalışıyor. Erdoğan, genelde sermayenin temsilcisi olmakla birlikte, özelde onun spesifik bir kesiminin yalnızca temsilcisi değil, açıkça lideri durumundadır. Başta İslamcı sermaye olmak üzere yandaş sermaye kesimlerinin daha da büyümesi, yerli egemen sınıf içerisinde hegemonik bir güç haline gelmesi, Erdoğan’ın en başta gelen önceliklerinden biriydi her zaman. 2001 krizinin siyaset sahnesinde yarattığı depremin çok iyi farkında olan Erdoğan, derin bir ekonomik krizle karşı karşıya kalırsa kendi iktidarını neler beklediğini gayet iyi bilmektedir. Dolayısıyla devlet iktidarını mutlak bir şekilde ele geçiren Erdoğan, mevcut kitle tabanını elde tutabilmek için de büyümeyi sürdürmeye ihtiyaç duyuyor.
Ne var ki, gerek Türk ekonomisinin verili gerçekleri gerekse de dünya ekonomisinin genel durumu, Erdoğan’ın büyümeyi sürdürme arzusunun gerçekleştirilebilmesini alabildiğine zorlaştırıyor. Her şeyin olduğu gibi ekonominin de dümenine tek başına oturan Erdoğan’ın gaza yüklenmesi, aracın motorunu boğduğu gibi onu giderek yanma noktasına bir adım daha yaklaştırıyor. Bütçe açıklarına, cari açığa ve mevcut borçlara rağmen, vergi indirimleri, teşvikler ve kredi desteğiyle sermayeye yeni kaynaklar aktarmaya çabalamak, inşaat, mega projeler, madencilik ve enerji yatırımlarıyla yapay bir canlanma yaratarak bunun diğer sektörlere de yansımasını ummak dışında pek bir seçeneğe sahip değiller. Benzer politikaların son yıllarda zaten uygulandığını ve sonucun da artan enflasyon olduğunu düşündüğümüzde, tüm bunların sonucunun emekçilerin daha da yoksullaşması ve doğanın dizginsiz talanı olacağı bellidir.
Büyük sermayeye yeni teşvikler sunulurken, emekçilere yönelik olarak kemer sıkmak gerektiği söylemlerini yakında Erdoğan’ın sekreterlerinin ağzından duyarsak bu hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. Yeni kemer sıkma programlarıyla iç talebin daraltılması, enflasyonu kısmen dizginlese bile, kur artışlarından kaynaklı olarak maliyetlerin artışı enflasyonun ciddi bir sorun olmaya devam edeceği anlamına geliyor. Emekçilerin daha da yoksullaşması pahasına TL’nin değer kaybetmesi, ithalatı yavaşlatıp ihracatı kolaylaştırabilir ve böylelikle cari açık da küçültülebilir.
Borç yükü
Türk ekonomisi muazzam bir borç yükü altındadır. Erdoğan, IMF’ye olan borçların ödenmesiyle övünedursun, toplam borçlar AKP hükümetleri döneminde inanılmaz ölçüde artarak 500 milyar dolara yaklaşmıştır. Bu miktarın milli gelire oranı bugün yüzde 53’tür. Benzer bir tabloyla 2001 krizinden hemen önce karşılaşılmış, bu oran yüzde 56 olmuştu! Türk şirketleri ve bankaları bir yıl içerisinde 180 milyar dolardan fazla bir borç ödeme yükümlülüğüyle karşı karşıyalar. Bu borcun sözkonusu şirketler tarafından öz kaynakları kullanılarak ödenmesinin imkânsız olduğu kabul ediliyor. Ankara Sanayi Odası Başkanı, “Türkiye ekonomisi öyle bir hale geldi ki işletmelerimizden çoğu Türk Ticaret Kanunu’na göre batık durumda” diyor. Dolayısıyla hepsi de yeni borç bulmak zorunda ve bu kez eğer bulabilirlerse bu borçlar çok daha ağır koşullarda sağlanacak.
Borç toplamının içinde özel sektörün borçlarının ağır bastığı doğrudur ancak bu olgudan pembe yorumlar çıkartmaya çabalayan yandaş kalemlerin çabası boşunadır. Zira borç ödemelerinde aksamalar başladığında bunun faturasını yalnızca borçlu firmalar ödemeyecek. Böylesi bir durumda, fırlayıp giden döviz fiyatları, yıkıma uğrayan finans kurumları ve reel sektördeki daralmanın işçi sınıfına ve emekçilere yansıması kitlesel işçi kıyımları, kırpılan ya da ödenmeyen ücretler ve sosyal haklar, yaygınlaşan sefalet koşulları olarak somutlanacaktır.
Uzun süredir varolan ve giderek kangren haline gelen cari açık sorununa son birkaç yıldır bütçe açığı sorunu da eklenmiştir. Merkez Bankasının elindeki döviz stoku bugün yıllık cari açığı bile karşılayamayacak durumdadır. Erdoğan büyümek için gaza bastıkça, ithalata derinden bağımlı sanayi üretiminden dolayı ithalat ve dolayısıyla cari açık da büyüyor. Bir başka deyişle mevcut büyüme modeli Türkiye gibi ekonomilerin kendine has sorunlarını çözmediği gibi onu kangren haline getiriyor. Döviz girdisi ile çıktısı arasındaki farkı kapatmak için hükümet yabancı sermaye peşinde koşuyor. Yakın zamana kadar bunu sağlayabilmek için bir yandan reel faiz oranları Batı ülkelerine kıyasla yüksek tutuluyor bir yandan da yabancı sermayeye ucuz emek cenneti ve geniş teşvikler vaat ediliyordu. Emperyalist ülkelerde sıfır noktasına yakın faiz oranları sözkonusuyken, bu yöntemlerle dış kaynak bulmakta pek de zorluk çekilmiyordu. Erdoğan, “uluslararası yatırımcıları, ülkemizdeki yatırımcıları, tüm finans çevrelerini Türkiye'nin geleceğine güvenmeye davet ediyorum. Türkiye'ye bugün yatırım yapanlar, yarın en çok kârlı çıkanlar olacaktır” şeklindeki içi boş açıklamalarla bugün de dünya burjuvazisine güven vermeye çalışsa da, durum artık büyük ölçüde değişmiş durumdadır.
Benzer sorunlar Arjantin, Brezilya, Meksika gibi Türkiye’yle aynı kategorideki ülkeler için de geçerli. Ancak Türkiye’nin Batılı emperyalist güçlerle yaşadığı siyasi ve diplomatik gerilim, onun ekonomisini çok daha kırılgan hale getirip, yeni borç bulabilmesini çok daha güçleştiriyor. Geçtiğimiz hafta ABD Senatosunun dış ilişkiler komisyonunda alınan karar ve ardından Trump’ın savurduğu ekonomik yaptırım tehdidi bile doların bir anda fırlamasına yetmiştir. Bu tür yaptırımların bıraktık hayata geçirilmesini sözünün dahi edilmesi, Batı’nın emperyalist sermayesinin gözünde Türkiye’nin kredi notunu düşürmekte, onun yeni borç bulabilmesini zorlaştırmaktadır. Erdoğan’ın Güney Afrika’daki BRICS zirvesinde dile getirdiği “yeni finansal derecelendirme kuruluşları oluşturma” önerisi bu zorlanmanın itirafı gibidir. Bu boş hayaller bir tarafa, Erdoğan, şimdi de yeni borç bulabilmek üzere farklı arayışlara girişmiştir. Yeni kaynak arayışında yüzler şimdi de Çin’e dönüyor. Askeri ve diplomatik alanda Rusya’yla flört eden TC’nin ekonomik olarak da Çin’le ilişkileri geliştirmesi tabii ki mümkündür. ABD ile arasındaki ticari gerilim koşullarında Çin’in de bu fırsatı (elbette ki ciddi ayrıcalıklar kopararak) kaçırmayacağını söyleyebiliriz. Ne var ki dış finansman sorununu çözmese de bir nebze olsun hafifletebilecek böylesi bir gelişme, TC’nin ABD ve AB ile olan gerilimli ilişkisini çok daha üst boyutlara taşıyacaktır.
Geleceğe hazırlanmak
İşin aslına bakılırsa, bu tablo halen Türkiye’nin en büyük sermaye kesiminin temsilcisi durumundaki TÜSİAD’ın da malûmudur. Ancak tam da böylesi bir tablonun varlığı (Ortadoğu’daki savaşın yarattığı tehditlerle de birleştiğinde) tekelci burjuvazinin bir kesimini bu dönemi Erdoğan’ın faşist rejimi altında geçirmeye razı etmiş görünüyor. Razı görünmeyenler de faşist rejimin tehditleri karşısında kendilerinden bekleneni yapıp seslerini kesmiş durumdalar. Muhalif geçinen burjuva partilerin Erdoğan’a karşı yükselttiği mırın kırın kabilinden seslere rağmen, son tahlilde dönüp dolaşıp onun ekmeğine yağ süren politikalarını bir de bu gözle değerlendirmek gerekiyor. Son günlerde bu tablo karşısında gerek iktidar gerek muhalefet gerekse de büyük sermaye saflarından “yapısal ekonomik reform” çağrılarının daha yüksek sesle yükseltilmesi hayra alamet değildir. Zira sözkonusu “yapısal” reformlar, emek sömürüsünü arttırarak sermayeye daha da dikensiz bir gül bahçesi sunmaktan başka bir anlama gelmeyecektir.
Tablodan çıkan sonuç bellidir. Her halükârda, kriz derinleşecek ve işçi sınıfı haklarına sermayenin daha yoğun saldırıları gündeme gelecektir. Hak gasplarının ve işsizliğin artacağı, çalışma koşullarının daha da ağırlaşacağı, ücretlerin enflasyon karşısında kuşa döneceği, çocuk emeği sömürüsünün daha da yaygınlaşacağı, iş cinayetlerinin katlanacağı bir dönem önümüzde uzanıyor. Bu durumda işçi sınıfını ciddi bir mücadele döneminin beklediği açıktır.
Ekonomik bir kriz ya da ciddi bir sarsıntının, kitlelerin memnuniyetsizliğini arttıracağı kesindir. Fakat bu durumun siyaset alanında da dengeleri değiştirmesi kaçınılmaz mıdır? Normal koşullarda, hele de güçlü bir sendikal örgütlenme ya da sürdürülebilmiş bir mücadele geleneği mevcutsa sonucun bu doğrultuda olması beklenirdi. Ne var ki, Türkiye normal koşullardan değil, tam da böylesi bir tabloya karşı önleyici bir rol üstlenen faşist rejim koşullarından geçiyor. İşçi sınıfı devasa boyutlara ulaşmış olmasına rağmen, önemli bir bölümü daha yeni proleterleşmiş unsurlardan oluşuyor. Geniş kesimleri itibarıyla sendikal mücadele deneyiminden de bilincinden de yoksun. Sendikal hareket dibe vurmuş durumda. Tüm bunlara yapay burjuva kutuplaştırmanın ağır etkisini, kangrenleşmiş Kürt sorununun kirli savaş yöntemleriyle bastırılmaya çalışılmasından doğan felçleştirici şovenizmi ve elinde tuttuğu muazzam ideolojik propaganda aygıtıyla AKP’nin siyasal etkinliğini de eklemek gerekiyor. Ekonomi ile siyaset burjuva cenahta son derece iç içe geçmiş olmasına rağmen, ekonomik mücadele ile siyasal mücadele arasındaki bağlantı işçi sınıfı saflarında kendiliğinden kurulamıyor. Bu dolayımı kurma görevi proleter devrimcilerin sırtındadır.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, “Yeni Türkiye”nin Açmazları ve Yeni Saldırı Paketleri , 29 Temmuz 2018, https://enternasyonalizm.org/node/212
Faşist Rejimin Korporatist Adımları Hızlanıyor
ABD’yle İpler Gerilmeye Devam Ediyor