Faşist Rejimin Korporatist Adımları Hızlanıyor

Erdoğan liderliğindeki faşist rejim, “15 Temmuz”dan bu yana yaptığımız tespitlerle uyumlu bir şekilde yoluna devam ediyor. İki yıldır anayasa ve yasaları OHAL kararnameleriyle fiilen askıya alan faşist iktidar, sözde seçimlerin ardından tüm iplerin resmi olarak da “tek adam”ın eline verildiği yeni döneme hızlı bir başlangıç yaptı. Genişlettiği yetkileri sayesinde vakit geçirmeden yeni icraatlarına girişen Erdoğan’ın birbiri ardı sıra yaptığı değişiklikler içinde, işçi sınıfının çalışma koşullarını, sendikaları ve meslek örgütlerini doğrudan ilgilendiren düzenlemeler de bulunuyor. Bunların en önemlilerinden birini, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ile Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığının tek bakanlık altında birleştirilmesi oluşturuyor. Bunun yanı sıra Erdoğan’ın “hızlı sonuç alma” yöntemi olarak sıkça başvuracağı görülen cumhurbaşkanlığı kararnameleri peş peşe yayınlanıyor. Asgari Ücret Tespit Komisyonunun Cumhurbaşkanlığına bağlanması, SGK’nın Sayıştay denetiminden muaf kılınması ve Devlet Denetleme Kuruluna olağanüstü yetkiler tanınması da söz konusu kararnameler arasında yer alıyor. Faşist rejim tüm bu değişikliklerle, korporatif tarzda örgütlenmiş bir çalışma rejiminin temelini güçlendirmek istiyor.

İki bakanlığın lağvedilerek “Çalışma, Sosyal Hizmetler ve Aile Bakanlığı” adı altında birleştirilmesi, doğrusu patronların “biz bir aileyiz” diyerek işçileri köle gibi çalıştırmalarını çağrıştırıyor. AKP iktidarının nicedir emeklilik ve sağlık sisteminde özel sigortacılığa geçiş planları yaptığını dikkate alırsak, bakanlığın isminden “Sosyal Güvenlik” kısmının çıkarılması da şaşırtıcı değildir. Türkiye’yi anonim şirket gibi yönetme hayalini nihayet gerçekleştiren Erdoğan rejiminde, Çalışma Bakanlığı artık bu şirketin “personel işleri” bölümünden öte bir anlam taşımayacaktır. Azgınca bir sömürü ve talanla ekonomiyi doludizgin büyütme hedefi güden faşist iktidar, işçilerin haklarına değil, kölece “çalıştırma”ya odaklanmıştır. Yakın dönemde çıkarılan çeşitli yasalarla ve uygulanan grev yasaklarıyla önü iyice açılan sermaye, Erdoğan iktidarına müteşekkirdir. Aslında grev hakkının fiilen gasp edilmesiyle, sendikalar da otomatik olarak işlevsiz hale getirilmiştir. İş cinayetlerine yönelik önlemler ve yaptırımlar konusunda da bakanlığın tutumu bellidir. Dolayısıyla rejimin eskisi gibi bir bakanlığa (son tahlilde o da burjuvazinin çıkarlarını korusa bile) ihtiyacı kalmamıştır.

Erdoğan’ın bakanlıkları birleştiren yeni düzenlemesi faşist rejimin kadın politikalarıyla da uyumlu bir adım oluşturuyor. Kadının görevinin çocuk yapmak ve kocasına hizmet etmek olduğunu düşünen Erdoğan, 2011’de Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanlığını kapatmış, yeni kurulan bakanlığa ise Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı adını vermişti. Kadın örgütlerinden gelen tepkilereyse “bizim için esas olan ailedir” diyerek yanıt vermişti. Bu anlayışını sürdüren Erdoğan, şimdi de “aile”yi “çalışma” fiiliyle yan yana koyarak, rejimin çalışma alanı ile aile hayatını aynı sürecin parçaları olarak gördüğünü ortaya koymuştur. Oluşturulan yeni bakanlığın başına, iktidarın kadın hak(sızlık)larının sözcülüğünü yapmak için kurulan KADEM’den devşirilen bir kadının atanması bu bakımdan da anlamlıdır. Faşist rejime göre sınıflar değil, her biri “milli” çıkarlara odaklanarak onun en üst düzeydeki temsilcisi olan devlete ve onun dümenindeki Reise itaat etmekle yükümlü olan bir “tebaa” vardır. İşçisi de patronu da, kadını da erkeği de, bu vazife doğrultusunda hiç sorun çıkarmadan çalışmalıdır. Erdoğan ve bakanlarının sendika toplantılarına katılıp “ben de sizden biriyim” pozları kesmeleri ya da çeşitli kadın toplantılarında sarf ettikleri övgü dolu sözler bu gerçeğin üstünü örtmeyi amaçlasa da hakikat ortadadır. Tüm faşist rejimler gibi Erdoğan rejimi de işçi ve kadın düşmanıdır.

Yeni sistemde sendikalardan bakanlıklara, komisyonlardan kurullara tüm organlar büyük bir korporasyonun parçaları olarak tasarlanmaktadır. Asgari Ücret Tespit Komisyonunun alakasız bir şekilde Cumhurbaşkanına bağlanması da bunun ürünüdür. Erdoğan diğer pek çok organ gibi bu komisyonu da doğrudan kendine bağlayarak, onun üzerinde her türlü tasarruf yetkisine de sahip olmuştur. Yani istediği zaman bu komisyonu feshederek, asgari ücreti “ben belirliyorum” diyebilecektir. Böylelikle sendikalar da fiili durumun bir adım ötesine geçilerek resmen devre dışı bırakılmış olacaktır.

SGK’nın Sayıştay denetiminden çıkarılması da faşist rejimin devlet kaynaklarını ve işçi fonlarını talan etme politikalarıyla son derece uyumludur. Siyasi iktidar, sık sık çıkardığı prim borcu aflarıyla ve alacaklarını takip etmemesi doğrultusundaki bilinçli baskılarla SGK’yı büyük zararlara soktu. Bunu tespit eden Sayıştay raporlarını ise hiçe saymayı sürdürdü. Belli ki bu konunun sürekli gündeme gelmesinden duyulan rahatsızlığa çare, kurumu Sayıştay denetiminden muaf tutmakta bulunmuş. Böylece iktidar, SGK’yı hiçbir engel olmaksızın soyma olanağına kavuşuyor. Ama bununla kalmayıp ona bir de “merkezi yönetim bütçesinden kendisine ayrılan transferlerle yetinme” ve “uzun dönem emeklilik ve genel sağlık sigortası finansman hedeflerini gerçekleştirme” görevi yüklüyor. Bunun tek bir anlamı vardır: Daha geç yaşta emeklilik ve daha dar kapsamlı sağlık sigortası planlarının hızlandırılması! Böylece SGK adım adım tasfiye edilirken, gerek emeklilik gerekse sağlık hizmeti için özel sigorta zorunlu hale getirilecektir.

Erdoğan’ın yayınladığı kararnamelerle gerçekleştirdiği bir diğer düzenleme de, emri altındaki Devlet Denetleme Kuruluna olağanüstü yetkiler tanımasıdır. 12 Eylül faşizminin kurumlarından biri olan Devlet Denetleme Kurulu, faşist cuntanın şefi Evren’e olağanüstü yetkiler vermek üzere oluşturulmuştu. Parlamenter işleyişe geçildikten sonra da Evren aynı yetkilere bu kez cumhurbaşkanı sıfatıyla sahip kılınmıştı. Cumhurbaşkanının emrindeki söz konusu kurul, TSK hariç kamu kurumlarında, işçi ve işveren meslek örgütlerinde, meslek odalarında ve vakıflarda her türlü “inceleme, araştırma ve denetleme” yapabilme yetkisine sahipti. Şimdiyse sivil faşist rejimin şefi, onu daha da olağanüstü yetkilerle donatmış bulunuyor. Bunların başında ise, öncekinden farklı olarak, kurula “soruşturma ve görevden alma” yetkisinin tanınması geliyor. Bu değişiklikle, meslek örgütlerinin, derneklerin ve vakıfların anayasal güvenceleri delinmiş ve bunların yöneticileri, herhangi bir yargı kararı olmaksızın görevden alınabilir hale getirilmiştir. Yani Reis, emri altındaki bu kurul aracılığıyla artık kolaylıkla muhalif örgütleri etkisiz hale getirebilecektir. Bu kurulun sopası, Erdoğan’ın hiç hazzetmediği muhalif sendikalar ve meslek örgütleri başta olmak üzere tüm işçi örgütlerinin başında bir kılıç olarak sallandırılacaktır. Faşist rejimin ele geçirmeyi bir türlü başaramadığı meslek odaları ve sendikalar üzerindeki baskılar da böylece yeni bir boyut kazanacaktır.

Korporatizm

Çok sayıda kurumu doğrudan kendine bağlayarak bu alanlarda kararnamelerle dilediğini yapabilme serbestliğine kavuşan Erdoğan’ın önümüzdeki dönemde korporatist uygulamalara daha da hız vereceği görülüyor. Uygulanma biçimleri çeşitli farklılıklar gösterse de, korporatizm tüm faşist rejimlerin ortak özelliklerinden birisidir. Hiçbir konuda çatlak seslere tahammülü olmayan faşist rejimler tüm yetkileri tek adamın ve ona doğrudan bağlı olarak oluşturulmuş organların elinde toplarlar. Bu siyasi alanda olduğu gibi ekonomik ve toplumsal alanda da böyledir. Örneğin İtalya’da Mussolini tarafından korporatif tarzda oluşturulan faşist sendikalar dışında kalan bütün sendikalar kapatılmıştı. Ücretler faşist devlet tarafından belirleniyordu. Franco faşizminin hüküm sürdüğü İspanya’da da durum farklı değildi. “İspanya’da faşist yönetim 1938 tarihinde çıkarttığı iş yasasını İtalya’daki korporatif faşist yapılanmadan kopya etmişti. Bu yasaya göre sendikalar, doğrudan faşist devletin denetimi altında yukarıdan aşağıya örgütlenmiş korporasyonlardı. Sendikalar yalnızca faşist devletin hizmetindeki birer araç olarak kabul ediliyordu. Grev ne kelime, basit bir nedenle üretimin aksatılması bile faşist iş yasasına göre devlete karşı işlenmiş suç kapsamındaydı. İşçi ücretleri tepeden, faşist iktidarın çalışma bakanlığınca belirleniyordu.”[1]

Portekiz’deki faşist rejim İtalya ve İspanya’dakinden daha zayıf temellere sahip olmakla birlikte, o da benzer yöntemleri uygulamıştı: “İtalya’nın faşist iş yasasından kopyalanmış bir kararnameyi 1933 yılında yürürlüğe sokan Salazar, işçi-işveren ilişkilerini korporatif tarzda denetim altına aldı. Aynı yıl, «Yeni Devlet» anlamına gelen bir sözde anayasanın kabulüyle, korporatif bir devlet rejimi biçimlendirildi. Bu rejimin temel direkleri olarak açıklanan unsurlar «Tanrı, Ülke, Aile, Çalışma ve Otorite», Portekiz faşizminin başlıca propaganda motifleri olacaktı.”[2]

Almanya’da ise korporatizm en koyu formuna ulaştırılmıştı. 1933’te sendikaları yasaklayan Hitler rejimi, bunun yerine doğrudan Nazi Partisine bağlı olarak kurulan Alman Emek Cephesini geçirmişti. İşçilerin de patronların da zorunlu olarak üye yapıldığı bu örgüt, Hitler’in iktidara gelmeden çok önce tasarladığı korporatist yapının[3] hayata geçirilmiş şekliydi. Hitler, 1920’lerin başlarında yazdığı “Kavgam” adlı programatik kitabında bu yapının işlevine dair şunları söylüyordu:

“Nazi korporasyonu, milli ekonomik hayata katılan belli ve organize grupların bir araya gelmesiyle, milli ekonominin güvenliğini arttıracak, milli bünyeyi tahrip edecek engelleri uzaklaştırarak kendi kuvvetini takviye edecek, aynı zamanda toplumun canlı kuvvetini de arttıracak ve bu suretle engellerin devlete zarar vermesini önleyerek milli ekonomiyi sarsmaktan ve fena bir akıbete uğramaktan koruyacaktır.”

Hitler, bu korporasyonun Nazi fikirlerle dolu olması gerektiğini, sosyalist sendikalara yalnızca teşkilat olarak değil aynı zamanda fikir olarak da savaş açacağını söylüyordu. Nazi korporasyonu “sınıf kavgasını ve sınıf fikrini bırakacak, onun yerine Alman burjuvazisinin mesleki menfaatlerinin koruyucusu olacaktır” diyordu! Buna ek olarak, “Nazi korporasyonunun vazifesi işçiyi terbiye etmek ve bu maksatla hazırlamaktır” diyen Hitler, böylelikle sınıflar üstü bir söylemle gizlemeye çalıştığı hakikati aşikâr kılmış oluyordu.

Faşist rejim ekonomik sorunların mücadele ve grev konusu haline gelmesine kesinlikle müsamaha göstermiyordu. Oluşturulan korporatif aygıtın bir görevi de ücretleri ve çalışma koşullarını tepeden belirleyerek bunun önüne geçmekti. Şöyle diyordu Hitler: “Gerçekte ırkçı Nazi devleti, patron ve proletaryadan oluşan iki dev grubun birbiriyle mücadele ederek üretimi azaltmalarına, topluma zarar vermelerine karşı çıkmak ve herkesin hakkına saygı duyulmasını temine çalışmak zorundadır. Ticaret odalarına da milli ekonomideki faaliyeti devam ettirmek, kusur ve engelleri kaldırma vazifesini yükler. Bugün milyonlarca insanı mücadeleye iten mesele, sanayi odalarında ve ekonomik parlamentoda halledilmelidir. İşverenler ve işçiler birbirleriyle ücret ve tarife mücadelesi yapmamalı (çünkü bu her ikisinin ekonomik menfaatleri için zararlıdır), bu meseleyi toplumun ve devletin yararına olarak müştereken halletmelidirler.”

Türkiye’deki 12 Eylül askeri faşizmi de korporatist bir çalışma rejimini hâkim kılmıştı. “Cunta, sendikal hareketi tamamen dumura uğratacak, grev ve toplu sözleşmeleri yasaklayacak, işçi ücretlerini donduracak kararname ve uygulamaları yürürlüğe soktu. DİSK kapatıldı, malvarlığına el kondu. Türk-İş, askeri rejime boyun eğen korporatif bir sendikal örgütlenmeye indirgenmek koşuluyla açık bırakıldı.”[4]

İşçi sınıfının dizginsiz sömürüsü için gerekli ortamı her türlü baskıyla sağlayarak sermaye için dikensiz gül bahçesi yaratacak ekonomik ve sosyal politikalar izlemeye koyulan Erdoğan liderliğindeki faşist rejim de, işçi sınıfının sırtından sopayı eksik etmiyor. İşçilerin çalışma koşulları daha da ağırlaştırılırken ve ücretler düşürülürken, emekçilerin sırtlarındaki vergi yükü arttırılmaya devam ediliyor. Grev yasakları, sendikaların etkisiz hale getirilmesi, inşaat, maden ve enerji alanlarında uç noktasına ulaşan rant ve talan ekonomisinin önünde engel olarak görülen meslek odalarının devre dışı bırakılmaya çalışılması da bu politikanın vazgeçilmez noktalarını oluşturuyor. Sınıfı hedef alan tüm bu saldırı politikaları, TÜSİAD’ından MÜSİAD’ına ideolojisi ne olursa olsun tüm sermaye kesimlerinin işine geliyor. Üstelik yaklaşan ekonomik çöküş, sermaye açısından alınması gereken kapitalist tedbirleri çok daha yakıcı hale getirmektedir ki, bunun anlamı işçi sınıfına yönelik saldırıların daha da ağırlaştırılacağıdır.

Rejimin korporatist hamlelerinde şimdiye dek olduğu gibi bundan böyle de sendikalara yönelik saldırılar özel bir yer tutacaktır. Türk-İş’in hayatta kalmayı başaran birkaç muhalif sendikası üzerinde nicedir döndürmedik dolap bırakmayan AKP iktidarı, Hava-İş ve Petrol-İş örneklerinde olduğu gibi bunların en önemlilerinin tepe yönetimlerini ele geçirmeyi başarmıştı. Türk-İş’e yönelik olarak bu içten ele geçirme planı uygulanırken, Hak-İş ve Memur-Sen ise önleri açılmak suretiyle hükümetin sınıf içindeki uzantılarına dönüştürülmüşlerdi.[5] Şimdi ise daha sıkı bir korporatist yapıyla, işçi hareketi tam kontrol altına alınıp iyice felç edilmek isteniyor. Bunun anlamı, yaklaşan ekonomik çöküşün tüm yükünün işçi sınıfının sırtına yıkılması da dahil olmak üzere saldırıların dizginlerinden boşanırcasına artması, binlerce işçinin iş cinayetlerine kurban gitmeye devam etmesi, yaklaşan kitlesel işten atma dalgası karşısında sınıfın soluksuz bırakılmasıdır. Buna karşı durmak işçi sınıfı açısından yaşamsal bir önem taşıyor. Öncü ve devrimci işçilerin görevi de, tüm sınırlı olanaklara ve baskılara rağmen, işçi sınıfını bu konuda bilinçlendirmeye ve mücadeleye çekmeye çalışmaktır.

Enternasyonalist Komünist



[1]   Elif Çağlı, Bonapartizmden Faşizme, Tarih Bilinci Yay.

[2]   Elif Çağlı, age

[3]   Hitler, Kavgam, “Korporasyon Meselesi”, Yağmur Yay., 1972, s.599-608

[4]   Elif Çağlı, age

[5]   Bkz. Utku Kızılok, AKP’nin Korporatist Hamleleri ve Sendikal Hareket (Kasım 2015), marksist.com

link: Enternasyonalist Komünist, Faşist Rejimin Korporatist Adımları Hızlanıyor, 21 Temmuz 2018, https://enternasyonalizm.org/node/211

yayın tarihi: 21 Temmuz 2018