Faşist Karanlık Koyulaşırken…

Afrin’i hedef alan işgalci savaş hamlesiyle birlikte siyasal durumda önemli bir değişiklik yaşanmakta. Bu değişikliğin niteliği Türkiye’nin faşist kurumsallaşma sürecinde yeni bir aşamaya geçmesi biçiminde ifade edilebilir. TC’nin Afrin’e girmesi, günümüzde asıl olarak Ortadoğu’da yoğunlaşmış olan emperyalist savaşta nasıl yeni bir perde açılması anlamına geliyorsa, bununla bağlantılı biçimde içte de yeni bir perde açmıştır. Faşist karanlık daha da koyulaşmaktadır. Rejim yükselttiği savaş histerisiyle ülkedeki politik baskı atmosferini daha da ağırlaştırmıştır.

Otobüste sohbet eden insanların bile muhbir vatandaş işgüzarlığıyla bilfiil takip edilip polise teslim edildiği; savaşa karşı çıkıp barış talebinde bulunan ve “savaş bir halk sağlığı sorunudur” diyen TTB’nin yöneticilerinin terör suçlamasıyla gözaltına alındığı; HDP binalarının devlet destekli faşist çeteler tarafından bir kez daha ateşe verilmeye başlandığı; sosyalistlerin, demokratların, biat etmemiş sanatçıların, aydınların üzerindeki baskıların, gözaltı ve tutuklama terörünün arttığı; devletin tepesinin “sokağa çıkıp protesto yapmak isteyenleri ezeriz” dediği ve nitekim bunu yapmaya çalışanların derhal derdest edildiği; grev yasaklamanın adeta otomatiğe bağlandığı; Kıbrıs’taki küçük bir gazetenin bile savaşı eleştirmesi nedeniyle hedefe konup AKP’nin faşist paramiliter kuvvetleri tarafından tahrip edildiği; tiyatro oyunlarının yasaklandığı; kimi dini vakıfların bile sırf hükümeti eleştiriyor diye baskına uğrayıp kapatıldığı, yöneticilerinin tutuklandığı; camilerde savaş hutbelerinin okutulduğu; birkaç gün içinde yüzlerce kişinin sosyal medya paylaşımları dolayısıyla gözaltına alındığı; savaşa karşı çıkmayı bırakın, açıkça lehte görüş belirtmeyenlerin bile sosyal medyada iz sürülüp hedef gösterilerek linçe uğratıldığı, yani tam da faşizm dönemlerine özgü olan, sadece bir tutum sergilemenin değil susmanın da suç olduğu ve linçe uğrama gerekçesi haline geldiği günlerden geçiyoruz.

Bu günler medyanın da tam anlamıyla savaş düzenine geçerek apoletlerini taktığı ve savaş propagandasına tam gaz verdiği günler. “Savaşta önce gerçekler ölür” diye boşuna denmemiştir. Savaş yalanlarının garantiye alınması, bir dağınıklık, disiplinsizlik olmaması için, saldırının başında medya patronları ve genel yayın yönetmenleri toplanıp talimatlandırıldı. 15 maddelik bir savaş talimnamesi tebliğ edildi. İşareti ve talimnamesini alan medya, propaganda ve dezenformasyon faaliyetine yeni bir şevkle daldı. O kadar ki bilgisayar oyunundan alınma görüntüler bile operasyondan gerçek görüntüler gibi sunuldu. Doğrusu birkaç gazete hariç tüm gazeteler birer savaş bülteni gibi çıkmakta, televizyonlar Orwell’in meşhur romanındaki Büyük Birader’in Savaş Bakanlığının tele-ekranları gibi çalışmaktadır. Yalanın, karartmanın, saptırmanın, düşmanlaştırmanın, nefretin ve beyin yıkamanın yeni dorukları test edilmektedir. Bağımsız uluslararası kuruluşlar tarafından bile onlarca sivil ölü ve yaralı olduğu tespit edildiği, hatta BM bile buna dair açıklama yaptığı halde, apoletli medyaya bakılırsa bu savaşta ölen ve yaralanan hiçbir sivil yoktur. Bu günler kolay kolay kimseyle açık bir tartışmanın dahi yapılamadığı, kitlesel akıl tutulmasının ayyuka çıktığı histeri günleridir.

Faşizm ve savaş

Afrin savaşı tarihsel olarak iyi bildiğimiz bir gerçeği, yani iktidardaki faşizmin, özellikle de sivil faşizmin, çoğunlukla savaşla birlikte varolduğu gerçeğini bir kez daha teyit etmektedir. Zaten faşizm kapitalist düzende yönetici sınıfın yaşadığı derin krizlerin ürünü olarak ortaya çıkmıştır. Bu krizler çoğu zaman ancak savaşlarla çözüme kavuşturulabilecek türden derin krizler olmuştur. Uzun süredir vurguladığımız gibi genel olarak dünya derin bir kriz dönemi içindedir. Buna kapitalizmin daha öncekilerle kıyaslanamayacak ölçüdeki bir krizi, sistem krizi ya da tarihsel kriz diyoruz. Tam da böylesi bir kriz söz konusu olduğu için aynı zamanda üçüncü dünya savaşına dönüşmüş bir emperyalist savaş süreci yaşanıyor.

Bu genel atmosfer içinde, bugün Türkiye’de kurumsallaştırılmakta olan faşizmin de savaşla ilişkisi bakımından bir istisna olmadığı görülüyor. Afrin savaşıyla birlikte TC uzun yıllardır Kürt hareketine karşı içerde yürüttüğü “düşük yoğunluklu” savaşı işgalci bir dış savaş düzeyine çıkarmıştır. Doğrusu şu ana kadar, Afrin savaşı gibi kapsamlı bir dış askeri maceraya girişilmiş değildi. Böylece, gelinen nokta faşizm-savaş ikilisinin buluştuğu bir halka olmuştur.

Afrin savaşı Türkiye’nin son 5-6 yıldır Suriye’deki savaşa yaptığı dolaylı ve doğrudan müdahalelerin ötesine geçen yeni bir durum anlamına gelmektedir. Bu dönem boyunca eli kanlı cihatçı çeteler beslenmiş, eğitilmiş, örgütlenmiş, silahlandırılmış ve kanlı savaş içinde maşa olarak kullanılmıştır. Ama bunlar yetmemiş, bir noktadan sonra, TC devleti Fırat Kalkanı adını verdiği işgal saldırısıyla bizzat sahaya girmişti. Ardından, özel bir durum olan İdlip harekâtı gelmişti. Şimdi ise daha önce IŞİD aracılığıyla Kobane’de yapılmak istenen, ama başarılı olmayan şeyi TC Afrin üzerinde bizzat gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bu Türkiye’nin Suriye’de yürümekte olan emperyalist savaşın içine çok daha dolaysız, çok daha kapsamlı biçimde dalması anlamına gelmektedir. Bunun Ortadoğu’da yürümekte olan emperyalist savaş sürecinin seyrinde önemli bir halka oluşturduğunu ve örneğin ABD ile çatışmaya girmek gibi çok ciddi sorunları olasılık olarak barındırdığını tespit etmek gerekiyor.

Sivil faşist iktidarların yayılmacı bir hırsa sahip oldukları, arkalarında seferber ettikleri aktif kitlesel gücün de yarattığı fazladan özgüvenle daha cüretkâr savaş maceralarına kalkışabildikleri gerçeği madalyonun bir yüzüdür. Diğer yüzdeyse, girişilen yayılmacı dış savaşların içeride rejimi tahkim etmek, onun zaaflarını gidermek, kitle desteğini sağlamlaştırmak, hâlâ varsa muhalifleri tümüyle sindirmek ve bertaraf etmek üzere kullanılması vardır.

Nitekim içeride bir süredir düşüş eğilimi gösteren toplumsal desteğin tahkim edilip toparlanması için, en küçük bir çatlak ses çıkmaması için, baskıların en küçük bir dirençle karşılaşmaksızın tırmandırılması ve Erdoğan’ın arzuladığı tam kurumsallaşma aşamasına geçmek için savaş gibi araçların büyük bir işlev göreceği ve görmekte olduğu ortadadır. Her ne kadar Afrin savaşında çeşitli dış parametreler baskın rol oynasa da, özellikle zamanlama, içerideki sorunlarla hayli ilintilidir. Erdoğan ve şürekâsı çeşitli yönlerden yaşadığı sıkışma içinde diktatörlüğünü güvenceye almak için bir taşla birkaç kuş vurabileceği bir planlama yapmıştır. Bununla hem egemenlerin kendileri açısından varolan beka sorununu bertaraf etme amacına matuf olarak önleyici bir hamle yapmış, hem de kendi özgül siyasal desteğini arttırmaya, rejimi tahkim etmeye dönük manevra yapmış oluyor. Bu doğrultuda, parçalı da olsa, toplamda halk çoğunluğunu kazanma ihtimali olan burjuva muhalefeti ya kendi peşinden sürüklüyor ya da pasifize ediyor.

Meşhur sözde de belirtildiği gibi savaş politikanın başka araçlarla, yani şiddet araçlarıyla devamıdır. Afrin savaşı da rejimin niteliğinden ve kurumsallaştırılıp tahkim edilmesi hedeflerinden koparılarak anlaşılamaz.

İçeride manzara-i umumiye

Savaşın iç siyasi gelişmeler bağlamında oturduğu yeri iyi anlayabilmek için Erdoğan’ın hareket tarzına bakmak yararlı olur. Erdoğan illerde yürümekte olan parti kongrelerini tam anlamıyla birer seçim mitingi havasına sokmakta ve burada hiç kuşkusuz özellikle Afrin fatihi edasıyla muzaffer ve fetihçi bir profil çizerek bir “hâki seçim” atmosferi hazırlamak istemektedir. Zaten bir süredir var olan siyasetin vatan savunusu ve vatan hainliği, milli olmak gayrı milli olmak kıskacına hapsedilmesi eğilimi, bu son süreçte doruğuna çıkarılmıştır. Erdoğan, ardında tankların topların gümbürtüsüyle, tabutların üzerinde nefret ve hamaset nutukları atarak kendi işine gelecek bir seçimi hazırlamaya çalışıyor. 1 Şubatta Sarayda yaptığı TÜGVA buluşması konuşmasında ağzındaki baklayı çıkardı ve eşi görülmedik bir pişkinlikle, “Sandıklar öyle bir patlamalı ki bunlar ne olduklarına pişman olmalılar” demekten geri durmadı. “Vatanın bekası” diye, “şehitler” diye tamtamlar çalınırken, halk bir hezeyana sürüklenerek alarma geçirilirken, kan üzerinden seçim ve iktidar hesaplarının tiksindirici biçimde devrede olduğu alenen ifşa oluyor. Erdoğan dirseğini tabutun üstüne lakaytça yaslayıp poz vere vere nutuk atıyor.

Saray gazetecisi Abdülkadir Selvi’nin, izlediği AKP il kongrelerindeki hareketlilik üzerine sohbet ettiği başbakan yardımcısı Fikri Işık bu hareketliliğin nedenini “Kudüs, ABD’ye karşı dik duruş, Afrin operasyonu tabanda bir milli uyanışa yol açtı” diyerek açıklıyor. Metal yorgunluğundan dem vurarak partide yeni bir tasfiye ve değişim hareketi başlatan Erdoğan’ın, açık ki, önceki yılların aksine, içte sunabileceği ekonomik, toplumsal, siyasi pozitif veriler ve hedefler bulunmamaktadır. Modern tarihte, iktidara gelmiş tüm otoriter burjuva lider ve partilerin tipik yoludur bu: İlgiyi dışarıya, fetihlere, zaferlere vs. odakla!

Erdoğan, hedeflediği tam faşist kurumsallaşmaya, içte ve dışta önüne dikilen sorunlar nedeniyle istediği kadar kolay varamıyor. Referandumdan kıl payıyla ve ancak sandık hileleriyle geçirilebilen başkanlık sistemi henüz oturtulmuş değildir. Sürecin tamamlanması için son bir viraj olarak önümüzdeki seçimlerin görüldüğünü anlıyoruz. Ancak her zaman anketler temelinde çalıştığı bilinen Erdoğan ve AKP’nin burada bir sıkıntısı var. Tüm zorlamalara, baskılara, dağıtılan bin çeşit ulufeye dayalı seçim ekonomisine, MHP’nin yedeğe alınmasına, yükseltilen şovenizme ve nefret gazlamalarına rağmen seçmen desteği bir türlü yüzde 50’ye ulaşamamaktadır. Buna ilişkin kimi sızma haberler zaten nicedir çeşitli kaynaklardan yansımaktaydı. Ama bu konudaki son haber tüm bu verilerin açık bir teyidi anlamına geliyor. Habere göre Erdoğan kendi başkanlığında yapılan son parti MYK’sında önümüzdeki üç ay içinde anket yaptırılmayacağını, anketlere pek güvenmediğini söylüyor. Bu da Afrin savaşı temelinde kabartılan şovenizmin bile şu aşamada oyları sadece yarım puan arttırdığına dair çıkan yeni anket verisinin mesnetsiz olmadığını düşündürüyor. Bunlar elbette Erdoğan için can sıkıcı veriler. İlk günlerde “Üç günde girer hallederiz” denilen Afrin’e dair şimdilerde “Üç ay”dan, “yaz dönemi”nden vs. söz ediliyor olmasını bu açıdan da görmek yanlış olmaz. Ama bunun iki ucu keskin bir bıçak olduğu da eş derecede önemli bir gerçektir. Zira tarihteki örneklerden de bildiğimiz gibi, savaş tolere edilemeyecek ölçüde artan kayıplarla uzayacak olursa bunun ters tepmesi ihtimali daima vardır.

Erdoğan’ın elinde büyük bir güç yoğunlaşması olduğu muhakkaktır, ancak aynı Erdoğan, hem kendi bekasından hem de yerleştirmek istediği rejimin bekasından emin değildir. Bu söz onun durumunun sallantılı olduğu, gidici olduğu gibi anlamlara gelmez. Erdoğan başında olduğu rejimi daha kalıcı, daha sağlam kılmak, tüm geri dönüş ihtimallerini bertaraf etmek istemektedir. Özellikle dış alanda büyük emperyalist güçlerle ilişkileri eskiye nazaran çok daha riskli bir düzleme girmiştir. Bu durum ve içeride hâlâ kendisine karşı ciddi bir toplumsal karşıtlık potansiyelinin varlığı onu ister istemez tedirgin etmektedir. Bu bağlama giren kimi Afrin öncesi ve sonrası gelişmeleri ve aynı bağlamda devreye sokulan “tedbirleri” hatırlamak yerinde olur.

Önce burjuva siyaset sahnesindeki bazı gelişmelere bakalım. Afrin öncesinde bu alanda bir hareketlenme yaşanmaktaydı. Akşener yavaş yavaş güç kazanmaya başlıyor, Abdullah Gül’ün bir çıkış için hazırlandığına dair belirtiler ortaya çıkıyor, Erdoğan ve AKP açısından MHP’siz yapılamayacağının kesinleşmesi anlamına gelen seçim ittifakları sisteminin hazırlıklarına başlanıyor, Saadet Partisi seçimlerde karşı cephede yer alacağı görüntüsü veriyor, CHP İstanbul il başkanlığını sol eğilimli bir aday kazanıyordu. Buna mukabil AKP cephesinde MHP ile ilgili olarak, artık tabanların kaynaştırılması doğrultusunda adımların da atılmaya ve parti mitinglerine ortak katılım denemeleri yapılmaya başlanıyordu. Böylece rejimin Türk-İslam sentezi karakterinin ete kemiğe büründürülmesi bakımından, muhafazakâr tabanla milliyetçi tabanın daha aktif olarak birleştirilmesi şeklinde yeni bir mecra da açılıyordu.

Afrin savaşı başladıktan sonra, aslında son derece cılız olan savaş karşıtı muhalefeti ezme konusunda gösterilen hadsiz hoyratlık ve hâlâ mevcut olan TTB gibi kimi toplumsal muhalefet mevzilerini ele geçirme teşebbüsü de Erdoğan’ın ve rejimin kendisini pek rahat hissetmediğine dair belirtilerdir. Erdoğan grevlerden endişelendiği kadar savaş karşıtı en küçük bir sesin yükselmesinden de endişe etmektedir. Savaşla birlikte gördüğümüz şey ise düzen partilerinin gardının önemli ölçüde düşürülmüş olmasıdır. Bu partiler Erdoğan’ın gündemine teslim olmak zorunda kalmışlardır. Bu arada Erdoğan parti kongrelerini ve asker cenazelerini nasıl hızla seçim çalışmasına çevirdiyse, aynı şekilde hızlı hareket ederek Davutoğlu’nu Abdullah Gül’ün yanından uzaklaştırma ve Saadet’i yanına çekme çalışmasına da hız vermiştir. Bu hamlelerle Erdoğan burjuva sağ cephede MHP’yi kendi yanına çektikten sonra İYİ Parti’nin sahneye çıkmasıyla doğan sorunu telafi etmek açısından karşı cepheyi silkelemiştir.

İşçi sınıfı cephesindeki bir gelişme olarak metal sektöründeki grev sorunu da rejimin toplumda kayda değer oranda bir hoşnutsuzluk olduğunun farkında olduğunu ve bundan tedirgin olduğunu ortaya koymuştur. Bir yandan grevin yasaklanıp diğer yandan MESS’e sendikaların taleplerinin karşılanması doğrultusunda baskı yapılması ve sonuçta normalde MESS’in vermesi asla mümkün görünmeyen zam ve hakların verilmesi oldukça manidardır. Hatırlanacağı gibi, benzer bir şey daha önce Zonguldak’ta kömür işçilerinin mücadelesinde de yaşanmıştı. Tüm örgütsüzlük koşullarına rağmen Türkiye işçi sınıfının mücadele açısından yine de en güçlü geleneklere sahip sektörlerinin eyleminden korkulmaktadır. Buralardan başlayacak küçük eylemlerin biriken toplumsal hoşnutsuzluklar için bir çıkış ve referans noktası haline gelme potansiyeli taşıdığı görülmektedir. İşçi sınıfının bu tür sektörlerinin büyük oranda AKP’nin dayandığı kitlelerin parçası olması özellikle önemlidir. Bu sınıf kollarının mücadeleleri, diğer kesim ve tabakaların mücadelelerinden farklıdır. Bunlar AKP’nin, her ihtilafı, her eleştiriyi alıştığı biçimde sosyo-kültürel kimlik gerilimleri eksenine kanalize edip saptırma taktiğini boşa çıkarmak açısından da en güçlü potansiyellere sahip mücadelelerdir. AKP derhal müdahale ederek grevi yasaklamış, ama sendikaların taleplerinin de karşılanmasını sağlayarak doğabilecek gerilimlerin önünü kesmiştir.

Erdoğan’ın rejimin oturtulması konusunda şimdiye kadar kaydedilen mesafeyi yeterli görmediğini ve rejimin kurumsallaşması, bekasının güvenceye alınması, geri dönüş ihtimallerinin bertaraf edilmesi konusunda endişelerinin olduğunu gösteren önemli olgulardan biri de paramiliter örgütlenmeler konusunda attığı yeni adımlardır. Geçtiğimiz ay paramiliter yapılanmalara yasal güvence getiren KHK bu konuda çok önemli bir gelişmeydi. Bu örgütlenmelerin çeşitlenerek ve birkaç koldan yaygınlaştığını biliyoruz. Osmanlı Ocakları’ndan sonra Halk Özel Harekât (HÖH) adlı yapılanmanın öne çıktığı, şimdilerde de Kızılelma Ocakları’nın belirdiğini kaydedelim. Erdoğan’ın danışmanı bir emekli generalin kurduğu SADAT adlı özel savaş şirketine ilişkin yeni ifşaatlar, bu arada bazı illerdeki komando kamplarının gündeme getirilmesi tabloyu enikonu ortaya çıkarıyor.

Ekonomi cephesi

Daha önceki değerlendirmelerimizde de vurguladığımız bir nokta hâlâ geçerliliğini koruyor. Erdoğan ve şürekâsı için geniş emekçi kitlelerin hoşnutsuzluğunun belli bir kritik eşiği aşmaması hayati önem taşıyor. Esasen son bir yıldır ve önümüzdeki kısa vadede ekonominin büyük ölçüde rejimin tahkimi meselesinin bir alt başlığına indirgendiği görülüyor. Köprüyü geçinceye kadar anlayışıyla bütçe delikleri büyütülüp emekçi kitlelerin gözünü boyayacak bazı ulufeler dağıtılıyor. Asgari ücrete resmi enflasyon oranında zam getirilmesinden tutun, taşeron düzenlemesine, metal işçilerine yüzde 26 düzeyinde ücret zammı için MESS’in tepeden müdahaleyle “ikna” edilmesine kadar daha saymadığımız birçok ufak tefek düzenleme tümüyle bu kapsamdadır.

Şu anda bol keseden dağıtılan ya da kefil olunan kredilerle, verilen türlü teşviklerle, vergi indirimleriyle, sigorta prim ertelemeleriyle hem borç düzeyleri hayli yükselmiş, hem de bütçe açığı AKP iktidarları döneminde görülmedik boyutlara çıkmış durumda. “Uzun süre devam ettiremeyiz, kaynak yok” diyen ekonomi bürokrasisine “altı ay idare edin, sonrasını düşünürüz” dendiğine dair içeriden sızma haberler var. Kısa vadede ekonomik şokların yaşanmaması için şirketlerin dış borçlanmasına sınırlama ve yasaklar getirme yoluna gidilmişken, şimdi bu uygulamanın büyük şirketleri de kapsama alması aşamasına gelindiği ilan edilmiştir.

Şu ana kadar kapitalist Türkiye ekonomisine belli bir hareketlilik sağlayan en büyük etmen olan inşaat sektöründe bile duraklama eğilimlerinin görülmesi, hükümeti akla karayı seçmeye, konut satışlarını arttırmak, çarkları yeniden döndürmek için türlü türlü yeni teşvik, kredi ve ödeme formülleri peşinde koşmaya itmektedir. Vaktiyle İspanya ve İrlanda’da olduğu gibi bir konut balonunun yükseldiği çeşitli burjuva ekonomistler tarafından daha çok vurgulanmaya başlamıştır.

İşsizlik Fonunun talan edilmesini de içeren tüm ulufelere rağmen, işsizlik, borç ve yoksulluk nedeniyle kendini yakma noktasına gelen insanların baş göstermesi hem geniş emekçi kitlelerin ekonomik koşullarının genel olarak kötüleşmiş olduğunu hem de Erdoğan ve şürekâsının telaşının mesnetsiz olmadığını gösteriyor. Bu insanlara dair haberler doğal olarak havuz medyasında tümüyle karartıldı, yokmuş muamelesi yapıldı.

Ekonominin durumu bahsinde büyük sermaye cephesinde yaşanan bazı gelişmeleri de kaydetmekte yarar var. Bu cephede bazı yeni kırılmaların işaretleri görülüyor. Eski TÜSİAD başkanı (ve şu anda da TÜSİAD İstişare Konseyinin başında olan) Tuncay Özilhan’ın geçtiğimiz günlerde yaptığı konuşma bu açıdan ilginç işaretler taşıyor. Özetle liberal ekonomik politikaların vaatlerini pek yerine getiremediğini ve günümüzde otoriter rejimlerin ve devlet güdümünün olduğu ülkelerin daha iyi gittiğini savunan Özilhan, Türkiye’nin de dünya çapındaki eğilimlere ayak uydurması ve artık “eskiye dönüş” peşinde koşmamak gerektiği, mevcut dünya koşullarında halk isyanları olabileceğini ima ederek “güçlü liderlerin” gerekli olduğu yolunda mesajlar verdi. Bunlar, şimdiye kadar genelde Erdoğan rejimine karşı pozisyonlar takınan TÜSİAD bünyesinde, aslında tüm bileşenlerin aynı çizgide olmadığını gösteriyor. Nitekim aynı TÜSİAD kongresinde konuşan mevcut başkan ise “acilen olağan demokrasi ortamına dönülmeli” mesajını vermiştir.

Öte yandan yine Türkiye’nin en büyük tekelleri arasında yer alan Ülker’in hisse çoğunluğunun yine holding bünyesindeki İngiltere merkezli şirkete geçirilmesi gibi gelişmeler büyük sermaye cephesindeki kaygıların işaretleri olarak görülebilir. Belli ki bu grup her ihtimale karşı kendini uluslararası güvenceye almak istemektedir. Buna ek olarak Türkiye’nin 2017 yılında en çok milyoner göçü veren ülkeler arasında üçüncü olduğu ortaya çıkmıştır. 6 bin dolar milyonerinin Türkiye’yi terk ederek başka ülkelere yerleştiği tespit edilmiş. Bu sayı nüfusa oranlandığında Türkiye dünya birincisi oluyor. Tüm bunlar, Erdoğan’ın bir ara parmak sallayıp “sermayesini dışarı kaçırma gayretinde olanları duyuyoruz” diye hiddetlenişinin boşuna olmadığını gösteriyor.

***

Afrin’le başlatılan yeni savaş süreci faşist kurumsallaşma sürecindeki rejimin içte ve dışta yaşadığı çelişkiler sonucu üzerinde oluşan basınca bir yanıt niteliği taşımaktadır. Bu hamleyle rejim kendisine geçici bir nefes aralığı yaratmış, tahkimatını ve kurumsallaşmasını ilerletme olanaklarını genişletmiş olabilir. Ama çelişkiler her halükârda daha da derinleşmiştir. Öncelikle Afrin’deki ve Rojava’nın diğer bölümlerindeki direnişin şiddetlenmesi ve zayiatın ciddi biçimde artması ihtimali yabana atılmamalıdır, diğer yandan ABD ve Rusya arasındaki manevra alanında top çevirmenin olanakları da daralmaktadır. Gidişata bakıldığında ABD ile yaşanan gerilimin ilerleyen dönemde daha ciddi boyutlar kazanması muhtemeldir. Askeri meseleler bir yana, sonuçlanan Zarrab (sonradan Hakan Atilla) davası vesile edilerek zaten Türkiye’yi hedef alan birtakım yaptırımların hazırlıklarının yapıldığı biliniyor. Bunların kesinleştirilmesi durumunda Türkiye’nin canını yakacak askeri, siyasi ve ekonomik sonuçları olabilir. İşin esasında ABD’nin Ortadoğu’daki uzun dönemli planları ile TC’nin çıkarları çatışmakta, bu da Türkiye’yle çatışmalı bir ilişkiyi kaçınılmaz hale getirmektedir. Mevcut aşamadaki gerilime bir hâl çaresi bulunsa bile, sorunlar dipte çözülmüş olmayacak, sadece ertelenmiş olacaktır. Gerçek şu ki, Türkiye artık savaşın doğrudan bir parçasıdır. Bu da artık savaş olgusunun Türkiye’deki yaşamın çok daha süreğen parçası haline gelmesi demektir. Her şey bir yana şunu belirtmek gerekir ki, Afrin’e yönelik işgalci saldırganlık büyük olasılıkla Türkiye’deki Kürt halkının duygu olarak uzaklaşmasını hızlandıracak, hayal kırıklığı ve öfke Kürt halkının çok daha geniş kesimlerine yayılacaktır. Bu da Türkiye’deki Kürt sorununun daha şiddetli bir hâl almasına yol açacaktır.

Faşist rejim, uzun süredir vurguladığımız gibi, üzerine çeşitli yönlerden binen basıncı aşmak üzere içte baskıyı daha da arttırıyor, dışta da savaşı harlıyor. Buradan da bir fırsat devşirmeye çalışarak, zayıflayan toplumsal tabanını sağlamlaştırmak ve büyütmek istiyor. Erdoğan bu yolda kendisi açısından yeterli sonuç aldığını düşündüğünde bir erken seçimle faşist kurumsallaşma sürecini tamamına erdirmeye çalışabilir. Böyle olmazsa da, ya planlı seçimler baskı ve hilenin görülmemiş boyutlara çıkarıldığı tam bir farsa dönüşecek ya da hiç yapılmayacaktır.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Faşist Karanlık Koyulaşırken…, 2 Şubat 2018, https://enternasyonalizm.org/node/204

yayın tarihi: 2 Şubat 2018