Rejimin Komando Kampları

Faşist tırmanma süreçlerinde bu türden oluşumların ortaya çıkması devrimciler için elbette beklenmedik bir durum değildir. Faşizmin hangi tarihsel örneğine bakılırsa bakılsın böyle yapıların oluşturulduğu ve onlara yol verildiği görülür.

Meral Akşener’in yılbaşından hemen sonra dillendirdiği, Tokat ve Konya’da yasadışı kamplar kurulduğu ve buralarda iktidar güdümündeki bazı grupların silahlı eğitim aldığı iddiası, o günden bu yana siyasi gündemin önemli konuları arasına girdi. Akşener iddiasını ortaya koyarken, kamplarda eğitim görenler için “Bunların seçim döneminde rol alacakları, istenmeyen bir sonuç çıkması halinde karışıklık yaratacakları yolunda yoğun söylentiler var” demiş, kampların örgütleyicisi olarak Cumhurbaşkanı başdanışmanlarından olan emekli tuğgeneral Adnan Tanrıverdi’nin başında bulunduğu SADAT’ı[1] işaret etmiş ve “acilen” önlem alınmasını istemişti. İddiaları reddeden AKP Sözcüsü Mahir Ünal bu sözlere “Böyle bir şeyi konuşmak her şeyden önce sorumsuzluktur. Bu bir iç savaş çığırtkanlığıdır” diye tepki göstermiş, Tanrıverdi ise suçlamaları kabul etmeyerek Akşener’i suç duyurusunda bulunmaya davet etmişti.

Tartışma bu noktada sonlanmamış, ardından, İYİ Parti Genel Başkan Yardımcısı Ümit Özdağ, 7 Ocakta Akşener’in iddialarını da tekrarlayarak “Sadece Konya ve Tokat’ta değil, ülkenin belirli yerlerinde kamplar kuruluyor. Nokta da verebiliriz” diyerek, bu kampların “seyyar” olduğunu, kurulup eğitim verildikten sonra kaldırıldığını söylemişti. Özdağ, “Hatta jandarmaya yapılan suç duyuruları da var. Jandarmanın gidip keşif yaptığı yerler de var. İhbardan sonra tutanak tutuluyor. «Siyasi konjonktür fazlasını yapmaya müsait değil» diyor. Tam cümle bu” sözleriyle, kampları inkâr edenlere karşı konu hakkında “derinlemesine” bilgi sahibi olduklarını da belli etmişti.

İlerleyen günlerde ABC gazetesinde çıkan bir haberde ise, söz konusu kampların İstanbul da dâhil olmak üzere yedi ilde kurulduğu, kampta bazı imam hatip lisesi mezunları, Osmanlı Ocakları üyeleri ve Ülkücülerin birlikte talim yaptıkları detaylarıyla anlatılıyor, fotoğraflarla da somut belgeler ortaya konuyordu. İlişki ağları münasebetiyle böylesi bilgileri edinmeye müsait burjuva muhaliflerin kayda değer iddiaları ve gazetede yayınlanan fotoğraflar, Gezi Parkı eylemlerinden bu yana çeşitli kritik dönemlerde sokakta varlıklarını gösteren ve zamanla güçlendirildikleri ve geliştirildiklerini hissettiren eli sopalı “vatan millet sevdalılarının” nasıl peydah olduklarını açık biçimde gösteriyordu.

Faşist tırmanma süreçlerinde bu türden oluşumların ortaya çıkması devrimciler için elbette beklenmedik bir durum değildir. Faşizmin hangi tarihsel örneğine bakılırsa bakılsın böyle yapıların oluşturulduğu ve onlara yol verildiği görülür. Sivil faşist liderlikler, muhalif toplum kesimlerini sindirmek amacıyla, özellikle lümpen kesimlerden devşirdikleri kendilerine bağlı özel vurucu birlikler örgütleyerek ilerlerler. Bunun en iyi bilinen tarihsel örneği de Almanya’da Nazilerin oluşturdukları SA’lar, yani “Fırtına Birlikleri”dir. Muhalifleri dövüp öldüren, sendikaları basıp, yakıp yıkan, Hitler’i başbakan ilan ettirmek için meydanları işgal eden SA’lar yıllar boyunca tüm faşist liderliklere esin kaynağı olmuşlardır.

Türkiye’de komando kampları

Nazi Almanya’sının Fırtına Birlikleri tüm dünyada iyi bilinen bir örnektir. Ama devrimci yükseliş dönemi olan 60’lı yılların sonları ve özellikle 70’li yıllar boyunca, sokaklarda devrimcilerin ve mücadeleci işçilerin üzerine salınan MHP’li faşist “komando”ların estirdiği terör Türkiyeli devrimcilerin hafızasında şüphesiz daha fazla yer etmiştir. Devrimcilere yönelik saldırılar, suikastlar, grevlere silahlı saldırılar, öncü işçilerin öldürülmesi, toplumu yılgınlığa sürükleyecek bombalı saldırılar ve kitle katliamlarında bu karşı-devrimci güçler rollerini layıkıyla oynamışlardır. Bu faaliyetleriyle, 12 Eylül faşist askeri diktatörlüğünün zemininin hazırlanmasında bu faşist paramiliter güçlerin büyük katkısı olmuştur.

Burjuvazi devrimci güçlere karşı her dönemde çeşitli örgütler kurar ve bunları kullanır. Faşist Ülkü Ocaklarından önce, Türkiye’de, özellikle gençlik içinde etkili olmaya çalışan kontrgerilla destekli Komünizm ile Mücadele Dernekleri vardır. Ne var ki, bu dernekler, 60’lı yılların ikinci yarısından sonra yükselen dalga sırasında, sokakta devrimci gençlik ve işçi hareketi karşısında istenen sonucu alamadıkları için, burjuvazi daha etkili faşist örgütlenmelere ihtiyaç duymuş ve Cumhuriyetçi Köylü Millet Partisi CKMP’yi ele geçiren Türkeş ekibi bu ihtiyaca binaen 1968’de Ülkü Ocaklarını kurmuştur.

Bu ocaklarda toplanan gençlerin yetiştirildiği yerler ise komando kamplarıdır. Yani o yılların faşist komandoları da, bugün sözü edilen kampların benzerlerinde yetiştiriliyorlardı. Nazi Partisinin SA modelinden ilham alınarak örgütlenmiş bu yapıların kampları, kontrgerilla subayları denetiminde yapılıyordu. Meselâ, bazı kamplardaki komandoların eğitiminde Kıbrıs’tan getirilen TMT (Türk Mukavemet Teşkilatı) subayları görev almıştı. Kamplarda askeri eğitimlerin yanısıra komandoların ideolojik eğitimleri de ihmal edilmiyor, kamplardan dört başı mamur faşistler olarak ayrılıyorlardı. Bu kamplar devletin bütün kurumları tarafından biliniyor, izleniyor, ancak burjuva basında bile ifşa olmalarına rağmen hiçbir resmi kurum bunlara müdahale etmiyordu.[2]

Faşist tırmanışın önemli unsuru olacak bu örgütlenmenin eğitim kampları yasadışı olsa da, hareketin lideri Türkeş bu konuda o kadar rahattı ki, bir haber ajansına verdiği demecin son cümlelerinde komando kamplarının neye hizmet edeceğini açık açık söylemekteydi: “Gençlik kolları çeşitli sportif ve kültürel faaliyetlerde bulunuyorlar. Bu arada kendilerine judo öğretiliyor. Komünistler memleketi sahipsiz sanıp, sokak hakimiyeti kuramazlar. Onların anlayacağı dilden konuşacak memleketçi-milliyetçi çocuklar vardır.”[3]

Nitekim, kesici, delici aletler kullanımından patlayıcı ve sabotaj malzemeleri yapımına kadar pek çok konuda uzmanlaşan bu “memleketçi-milliyetçi çocuklar”, kamplarda eğitildikten sonra, devrimcilerle ilgili istihbarat çalışmaları yaptılar, kara listeler hazırladılar, etraflarında paramiliter örgütlenmeler oluşturdular. Elbette bunlarla da yetinmediler. MHP eliyle burjuvazi, bu kamplarda yetişen paramiliter faşist güçleri tam anlamıyla bir vurucu kuvvet haline getirdi. MHP de, devrimci gençleri kaçırıp işkence eden, devrimcilere karşı silahlı saldırılara girişen, kitleleri yıldırıcı provokasyonları gerçekleştiren, grevlere saldıran bu örgütlenmesiyle faşist tırmanışın kaldıracı oldu. Bu kaldıraç, bazı tarihsel örneklerde olduğu gibi, görevini tamamladıktan yani faşizm iktidara geldikten sonra tasfiye edildi. 12 Eylül faşist cuntası, darbenin ardından MHP’yi de Ülkü Ocaklarını da devre dışı bıraktı.

Yeni dönem, yeni komandolar

12 Eylül faşist diktatörlüğünün iktidara gelmesinin üzerinden onyıllar geçti. Ama 12 Eylül rejimi ile hesaplaşılamaması nedeniyle olağanüstü dönemin kurumları ve uygulamaları bu süreç boyunca bir biçimde varlıklarını sürdürdüler. Burjuvazinin parlamenter demokrasisi de Türkiye’de iyi kötü işlediği dönemlerde bile hep güdük kaldı. Türkiye’de özellikle sosyalistlere ve Kürt hareketine yönelik baskılar, saldırılar ve katliamlar “demokrasi” dönemlerinde bile eksik olmadı.

Hükümete gelirken ve hükümet ettiği ilk dönemlerde demokrasi vaadini diline pelesenk etmiş olan AKP ve lideri Erdoğan da ilk yılların ardından patinaj çekmeye başladı. İktidarda kalabilmek için ihtiyaç duyduğu Batı’nın desteğini, ekonomik programı ile birlikte demokrasi söylemini de diri tutarak kazanan Erdoğan, bir süre sonra demokratlık gösterilerini sadece taktiksel manevralarının unsuru haline getirdi. Egemen sınıf içerisindeki büyük hesaplaşmalar ve esas olarak Türkiye’yi içine çeken emperyalist savaşın ve Kürt ulusal kurtuluş mücadelesinin belirlediği olağanüstü koşullar Erdoğan’ı yeni bir dönemece getirdi ve neticede olağanüstü rejimin taşları onun tarafından yeniden döşenmeye başlandı. 2011 seçimlerinden itibaren Erdoğan’ın Bonapartlaşma eğilimini ortaya koymasıyla, söz konusu koşulların siyasal bir sonucu olarak bir olağanüstü rejime yönelen süreç, uluslararası şartların da elvermesiyle, hız kazandı.

Özellikle 7 Haziran 2015 seçimleri sonrasında, burjuva düzenin siyaset sahnesinde yaşanan altüstlüklerle birlikte, rejimin otoriterleşmesi boyutlandı ve bu dönem içerisinde Bonapartist otoriter rejimden faşist rejime doğru tırmanışın göstergeleri olan gelişmeler yaşandı. Bu süreç boyunca kararlı adımlarla ilerleyen Erdoğan ve ekibi 15 Temmuz darbe girişimi ve 16 Nisan referandumu gibi kritik dönemeçleri istediği sonuçları alarak geçti ve iktidarını pekiştirmeyi sürdürdü. Faşizmin karakterine uygun olarak, Erdoğan ve ekibi tarafından, siyasi gücü tek elde toplamak için devletin çeşitli aygıtlarında tasfiyelere girişildi. Ordu ve polis teşkilatı hallaç pamuğu gibi atılarak kontrol altına alınmaya çalışıldı. Afrin’e yapılan harekât ile oluşan ortam sayesinde de söz konusu faşist kurumsallaşma süreci bugünlerde en ileri noktasına ulaştı ve menziline epeyce yaklaştı.

Erdoğan, politik risklerle dolu ve kırılganlıklar içeren bu sürecin kendisi açısından yolunda gidebilmesi için kitlesel sivil desteğin kuvvetli biçimde yanında olması gerektiğinin farkındaydı. Bu yüzden de sokağın örgütlenmesine ve denetlenmesine özel önem verdi. Bir yandan ideolojik aygıtlarının kontrolünde estirdiği “yalan rüzgârları” ile kitlelerin zihinlerini manipüle ederek diğer yandan da devletteki güçleri ile birlikte hareket edecek paramiliter örgütlenmelerini sokakta da etkili hale getirerek tabanını tahkim etti.

Şimdi, bu paramiliter örgütlenmelerin, Osmanlı Ocakları gibi parti gençlik teşkilatlarından devşirilenlerin sözü edilen komando kamplarında eğitilen kesimlerinden oluşturulduğu anlaşılıyor. Erdoğan, 15 Temmuz olayları sırasında, sokaktaki eli silahlı güçlerin, kontrolündeki polis gücüne desteği ile ayakta kalmayı başarmıştı. Kritik zamanlarda, örgütlenmiş silahlı sivil güçlerin ne kadar önemli bir işlevinin olduğunu somutta da gösteren bu durum, Erdoğan ve ekibinin süreci ne kadar planlı ve örgütlü biçimde yürüttüklerini de gösteriyor. Erdoğan’ın “Bunları yaparsanız iç savaş çıkar” diyen bir müsteşara “Çıkarsa çıksın, ezer geçeriz!” demesi de ulaşılan düzeyden dolayı edindiği güveni ifade ediyor.

Nitekim bu perspektifle hareket eden Erdoğan ekibi, ihtiyaç duyduğunda sahaya sürmeye devam edeceği paramiliter güçlerin etkisini arttırmak için çalışmalarını çok boyutlu olarak sürdürüyor. Sosyal medyada Erdoğan’ın yakınlarının silahlandıklarını duyuran, silahlanmış AKP’lilerin görüntülerini yaygın biçimde dolaşıma sokan bu ekip, kendilerine destek veren kesimlerin silahlanmasını gizli, açık mesajlarla alabildiğine teşvik ediyor. Bunun yanısıra, özel güvenlik şirketlerinin elemanlarına uzun namlulu silah verilmesi konusunda yetkiyi Genelkurmay Başkanlığından alarak valiliklere veren uygulamalarla da silahlanmanın kendi kontrolünde yaygınlaşmasının yolunu açıyor. İçişleri Bakanlığının 2017’nin ilk üç ayında sadece ruhsatlı silah sayısındaki artışın %10 olduğunu açıklaması bu doğrultuda ne kadar yol alındığını gösteriyor.

Erdoğan, zaten iktidarda olan bir partinin lideri olarak, faşist tırmanma sürecine önderlik ediyor olmanın özgün avantajlarını kullanmıştı. Şimdi de faşist kurumsallaşmayı tamamlama doğrultusunda hızla ilerliyor. Ancak her şeye rağmen, burjuvazinin bütün kesimlerinin güvenini kazanmış ve kendine biat etmesini sağlamış değil. Bu kesimlerde oluşan tedirginlikler de bir biçimde yolunu bulup ifade ediliyor. Mesela, kendileri de geçmişte kurulan komando kamplarının örgütleyicisi olan bir partinin siyasi geleneğinden gelen Akşener ve Özdağ, yeni dönemin komando kamplarını ifşa ederlerken belli ki MİT ve Ordu içerisindeki bazı güç odaklarının sözcülüğünü yaptılar. Bu açıklamanın, Erdoğan’ın özel olarak kurdurup, Kürt coğrafyasında “hendek operasyonları” olarak adlandırdıkları katliamlardan bu yana aktif olarak kullanmaya başladığı SADAT’ın, ordunun bütünüyle AKP kontrolüne girmesi hususunda yürüttüğü etkili faaliyete karşı tepkinin ürünü olduğunu düşünmek mümkün.

Bununla birlikte, ordu içerisinde ve burjuvazinin çeşitli kesimlerinde rahatsızlıklar olsa da, Afrin harekâtıyla birlikte Erdoğan’ın ipleri iyice eline aldığı aşikâr. Bu noktadan itibaren Erdoğan, muhalefeti topyekûn bastırmak üzere, devletin tüm zor aygıtlarıyla birlikte gerektiğinde kendi özel vurucu güçlerini de seferber ederek faşist rejimi tam anlamıyla pekiştirmek isteyecektir. Dolayısıyla, komando kampları, Halk Özel Harekât derneğinin teşkilatlanması gibi örnekleriyle kendisini gösteren özel vurucu güçlerin bu amaçla hazırlandığı açıktır.

 

Enternasyonalist Komünist



[1]   SADAT, resmi belgelerde, amacı “uluslararası alanda silahlı kuvvetler, iç güvenlik alanında stratejik danışmanlık ile askeri eğitim ve donatım alanlarında hizmet vermek” şeklinde belirtilerek kurulmuş bir özel şirket. Bu alanda faaliyet yürüten Türkiye’deki yegâne özel şirket ve kurucusu emekli tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan ve devletin ilgili kuruluşlarının en üst düzeydeki yöneticilerinin katıldığı Güvenlik Zirvelerinde bile bulunuyor.

[2]   Kaynak Yayınları tarafından yayınlanan, “Ülkücü Komando Kampları” kitabı İçişleri Bakanlığı tarafından 1970 yılında Başbakan Süleyman Demirel’e ve tüm illerin valilerine verilen konu hakkındaki raporu içermektedir.

[3]   Akt. Suat Parlar, Osmanlı’dan Günümüze Gizli Devlet, MephistoYay., s.299

link: Enternasyonalist Komünist, Rejimin Komando Kampları, 1 Şubat 2018, https://enternasyonalizm.org/node/203

yayın tarihi: 1 Şubat 2018