Dışarıda Militarist Tırmanış, İçeride Faşist Tahkimat

Mart ayında yaşanan iç ve dış gelişmeler, kapitalizmin tarihsel krizi ve onunla bağlantılı olgulara dönük saptadığımız genel eğilimleri doğrular bir çizgide ilerledi. Savaş kızışıyor, kriz devam ediyor, Türkiye’de faşist rejim tahkim edilirken dünyada ise otoriterleşme eğilimi ve aşırı sağ siyasetler daha da güçleniyor. Putinler, Trumplar ve Erdoğanlar, mevcut kriz ve savaş ortamında güçlerini koruyor ve arttırıyorlar. Dünya hepten “çılgınlığa” doğru sürüklendikçe, bu “çılgın” politikacılara egemen sınıfın üst kesimleri giderek daha büyük ölçüde itibar ediyor ve onların arkasına diziliyorlar. Onlar bu adamların arkasında daha sağlam durdukça, büyük burjuvazinin denetimi altındaki ideolojik propaganda araçlarıyla kitleler her yerde daha büyük ölçüde zehirleniyor, körleştiriliyor.

Putin son yapılan başkanlık seçiminden %76 oyla tekrar galip çıktı. Böylelikle yeni başkanlık döneminin sonunda 25 yılı aşan bir süreyle nice Rus Çarına nasip olmayan bir hükümdarlık yaşamış olacak. Trump, ABD büyük sermayesi içinde mevcut büyük çatlağa ve süren siyasal savaşıma rağmen, iktidarı elinde tutmaya devam ediyor. Dünya normal zamanlardan geçmiyor ve bu anormallik, anormal liderlerden kaynaklanmıyor. Hiç de normal zamanlardan geçilmediğinin ve krizin daha da derinleşeceğinin bilincinde olan büyük burjuvazi, kendi açısından, yürüyen dünya savaşını daha genişletip şiddetlendirmekten başka bir seçenek olmadığının farkındadır.

ABD’nin Ortadoğu’yu kana bulayan paylaşım savaşı devam ederken, her geçen gün diğer büyük güçler de bu savaşta giderek artan ölçüde varlık gösteriyor. Çin, Suriye’ye asker göndereceğini açıkladı, Fransa Suriye ve Irak’taki varlığını arttıracağını söylüyor. Benzer bir tutum Almanya için Irak hususunda geçerli. Büyük güçler Suriye’de şimdilik dolaylı olarak karşı karşıya geliyorlar. Ancak gerek Ortadoğu cephesinde gerekse de farklı cephelerde çok daha doğrudan karşı karşıya gelmeleri ihtimali giderek güçleniyor. İngiltere ile Rusya arasındaki diplomatik gerilimin artması, ABD, Kanada ve AB ülkelerinin de bu ihtilafta, Rusya’nın girişimlerini “ortak güvenliğe karşı ciddi meydan okuma” olarak adlandırıp İngiltere’ye tam destek çıkması; Trump’ın ticaret savaşlarına kapıyı açan adımlar atması gibi gelişmeler emperyalist gerilimlerin bir adım daha öteye taşındığını gösteriyor.

İngiltere ile Rusya arasında başlayıp büyüyen diplomatik krizden de anlaşılıyor ki Rusya, Ortadoğu’da kaydettiği ilerlemeler dolayısıyla, uluslararası alanda sıkıştırılmaya ve yalnız bırakılmaya çalışılıyor. Daha da önemlisi, daha önce de tespit ettiğimiz üzere, ABD ve İngiltere tüm emperyalist ve kapitalist güçlerin nerede duracaklarına karar vermelerini istiyor, kutuplaştırıcı bir politika izliyorlar. Ne var ki ABD öncülüğündeki emperyalist kutbun hedefinde sadece Rusya bulunmuyor; onun temel hedeflerinden biri de ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomik gücü haline gelen Çin’dir. Onu, gerek Pasifik’teki sorunları ve Kuzey Kore meselesini kaşıyarak gerekse ticari sınırlamalar getirerek geriletmek istiyor.

Trump’ın tam da ticaret savaşlarına kapıyı aralayan kararnamesinin yürürlüğe girmesiyle aynı dönemde, hem ABD Dışişleri Bakanının hem de Trump’ın Ulusal Güvenlik Başdanışmanın görevden alınması ve yerlerine çok daha saldırgan politikaları savunan kişilerin getirilmesi bir tesadüf olmasa gerek. Bunlar birbirlerini bütünleyen adımlardır. Dışişleri Bakanı olarak atanan Pompeo, CIA’in yöneticisiydi. Başdanışman olarak atanan John Bolton ise, Bush döneminde de emperyalist savaşı başlatan ekibin içerisindeydi ve Irak’ın işgalinde en büyük rolü oynayan unsurlardan biriydi. Her ikisi de İran’a doğrudan saldırmaktan, Kuzey Kore’ye karşı askeri güç uygulamaktan yanalar. Belli ki Beyaz Saray’da daha azgın bir savaş hükümeti kuruluyor. Bu savaş hükümeti, daha önce de tespit ettiğimiz gibi, İran’a karşı koçbaşlığını Suudilerin yapacağı yeni bir hamle planından bağımsız değildir.

Bu gelişmelerin Türkiye’yi derinden etkileyeceği açıktır. Amerikan emperyalizmi, Ortadoğu ölçeğinde kurduğu oyunun bir parçası olarak Türkiye’yi İran meselesi üzerinden gerçek bir sınavla karşı karşıya bırakabilir. Tillerson ve McMaster’ı Türk düşmanı olarak tanımlayan egemenler, şimdi onlardan çok daha saldırgan isimlerle muhatap olmak zorundadır; her iki yeni isim de Erdoğan rejiminin karşısında duruyor ve onu İslamcı diktatörlük olarak adlandırıyor. Tüm bunlar, kendini Afrin fatihi olarak sunan Erdoğan’ın işinin hiç de kolay olmadığını gösteriyor.

Afrin meselesi ve Suriye savaşı

Afrin’den Kürt güçlerinin çekilmesinin ardından kente giren ÖSO çeteleri, kenti “fetih geleneklerine uygun” (!) şekilde yağmaladılar. Bunun böyle olacağını bilen yöre halkı canını kurtarmak için Afrin’i boşaltmış durumda; 200 binden fazla insanın Tel Rıfat’a, Halep’e ve Menbiç’e sığındığı söyleniyor. Kentte TC askerleri ve ÖSO çeteleri cirit atarken geride kalan az sayıda sivile zoraki pozlar verdirilip, ordunun Afrin’i “kurtardığı”, halkın “sevgi gösterileriyle askerleri” karşıladığı yalanları hâlâ inatla Türk medyasında tekrarlanmaya devam ediliyor. Halka mikrofon uzatan televizyoncular, onların TSK ve ÖSO yağmacılığından şikâyet etmelerini, halk yağmacı YPG’ye lanet yağdırıyor diyerek ekranlara yansıtıyorlar! Bir kentin kendi sahiplerinden kurtarıldığı söyleniyor! İşgalci değiliz nidaları eşliğinde, işgalcinin bayrağı o kentin gönderine çekiliyor! Körleştirilmiş iç kamuoyunda milliyetçi hezeyanları pompalamaya yarayan bu yalanların dış dünyada dikkate alınmadığı ise ortadadır.

TC, Afrin’i işgal ederek, bir yandan ABD ve Kürt güçlerine mesaj vermek diğer yandan da Cerablus-El Bab bölgesi ile İdlib bölgesi arasında doğrudan bir bağlantı kurmak istiyordu. Şimdilik amacına ulaşmış görünüyor. Ciddi bir zorla karşılaşıp mecbur kalmadığı sürece işgal ettiği bölgelerden kendi isteğiyle çıkmayacağını tahmin etmek zor değildir. Amerikan emperyalizminin, Afrin eğer YPG’nin denetiminden çıkacaksa, Suriye rejiminin denetimine girmesindense TC’nin ve ÖSO’nun işgaline uğramasını ehven-i şer bulduğunu söylemek mümkün. Ne de olsa tüm gerilimlere rağmen TC ile ABD arasındaki ilişkiler kopmuş değildir; pazarlıklar devam etmektedir.

Her halükârda, Rusya’ya yakınlaşarak tekrar söz sahibi olmaya çabalayan TC’nin, işgal ettiği bölgeler dolayımıyla Suriye’nin paylaşım masasında şimdilik kaydıyla kendisine yer açtığını söylemek mümkün gözüküyor. TC’nin masaya dönüşünün ardında Rusya’nın onayı vardır. Rusya, en azından Şam ve Hama-Humus kırsalındaki İslamcı çeteleri temizleyinceye kadar TC’yi yanında tutmak, onunla ABD’nin arasını daha da açmak ve Kürtlere sopayı gösterip onları Esad rejimine doğru iteklemek amacıyla TC’nin Afrin işgaline onay vermişti. Bu hedeflerinin ilk ikisine ulaştığını söylemek mümkün. Ancak Şam yakınındaki Guta bölgesinde Esad rejiminin saldırısı sona erdiğinde sıranın Hama, Humus ve sonunda İdlib bölgesine gelmesi kaçınılmazdır ki, bu da TC’nin Rusya ile ilişkisinde yeni bir gerilim doğurmaya adaydır. TC’nin Afrin’deki işgalinin akıbeti büyük ölçüde İdlib’le bağlantılı olarak şekillenecektir.

Erdoğan, Afrin’in işgaline giriştiğinde arkasından Menbiç’in ve Fırat’ın doğusunun geleceğini söylemişti. YPG’nin Afrin’i boşaltmasının ardından bu doğrultudaki söylemlerini daha güçlü ve özgüvenli bir şekilde dillendirdiğini görüyoruz. Afrin, TC açısından kolay lokmaydı, Kürtlerin ana askeri güçleri burada olmadığı gibi, bölge ABD’nin koruması altında değildi, Rusya’nın koruması da TC ile anlaşma çerçevesinde kaldırılmıştı. Ama diğer Kürt bölgeleri öyle değil. Dolayısıyla önümüzdeki dönemde ABD ile TC arasında pazarlıkların ve gerilimlerin daha da kızışacağı kesindir. ABD’yle yürütülen Menbiç pazarlıklarının yanı sıra Rusya’yla da Tel Rıfat üzerinden yeni bir pazarlık yürütülmektedir.

Erdoğan’ın megaloman kişiliği hesaba katılırsa, Afrin’de elde ettiği başarıdan sonra özgüveninin daha da artacağını ve çok daha maceracı girişimlerde bulunabileceğini hesaba katmak gerekiyor. Bu minvalde Irak Kürdistanı’ndaki Şengal bölgesine ve diğer bölgelerdeki PKK kamplarına dönük kapsamlı bir harekâtın hedeflendiğini ve bunun Irak hükümetiyle pazarlığının yapıldığını biliyoruz. Her ne kadar Bağdat hükümeti şu ana kadar böyle bir operasyonu birlikte yapmayacaklarını ve TC’nin de tek başına yapmasını kabul etmeyeceklerini açıklasa da, Erdoğan fırsat kollamaktadır. Gerek savaşın genel zorlamaları, gerek tüm iktidarı elinde toplayan Erdoğan’ın kişiliği, gerekse de körleştirilmiş kitlelerin desteğini ve milliyetçi hezeyanlarını sürdürebilme ihtiyacı açısından yeni maceracı girişimler hiç de uzak ihtimal değildir.

Tarihten de biliyoruz ki, sivil faşist iktidarlar, kitlesel desteklerini sürdürebilmek için militarizmi körüklemişlerdir. Eski imparatorluğu canlandırma, yeniden büyük ülke, büyük güç haline gelme söylemleri faşist bir iktidarın propagandasının temel eksenlerinden biri haline geldiği ölçüde, o iktidar, kolay kazanabileceği (ya da öyle umduğu) savaşlar peşine düşer. Tarihsel örneklerde bu saldırganlığın sonucu hep hüsran olmuş, faşist liderler bu açıdan da emekçi halka büyük acılar yaşatmışlardır. Erdoğan da aynı yoldan yürüyor! Örnek aldığı Hitler faşizminin gelişkin kapitalist iktisadi zeminine sahip olmadığı halde benzer hayallerle ülkeyi bir felâkete sürüklüyor. Erdoğan’ın gücü ne kendisinin vehmettiği kadar fazladır, ne de muhalefetin küçümsediği kadar zayıf! Büyük güçlerin kapışmasından doğan ortamda türlü kozları kullanarak kendisine manevra alanı bulabilmekte ve çeşitli hamleler yapabilmektedir. Ne var ki bu manevra ve hamlelerin bir sınırı mevcuttur. Ama tam da sivil faşist liderlere has bir megalomanlıkla, bu tip liderler, bu sınırları genellikle görmezler ve eninde sonunda kafayı duvara toslarlar.

Afrin savaşı, Erdoğan’ın faşist rejimini güçlendirmiştir. Devletçi ve anti-Kürt refleksleriyle CHP yönetimi bu savaşa destek vermiş, bu destekte Akşener’in İYİ Partisini bile geride bırakmıştır. “Afrin harekâtının” tüm Türkiye’ye ait olduğunu, hükümetin bunu kendisine mal etmesinden duyduğu rahatsızlığı her fırsatta dillendiren CHP yönetimi, adeta “zafer pastasından pay” istemektedir. Oysa Erdoğan’ın bu savaşı faşist rejimi tahkim için bir araç ve gerekçe olarak kullandığı çok açıktır. Savaşı protesto eden üniversite öğrencilerini ve onlarla birlikte geride kalan muhalif akademisyenleri “vatan haini ve terörist” olarak ilan etmekte, komünist gençlere “okuma hakkı vermeyeceğiz” demektedir. Afrin savaşının toplumun geniş kesimlerinde bir vatan savaşı olarak benimsenmesinde büyük rol oynayan düzen partileri, işlerin bu noktaya gelmesinde, faşist rejimin yerleşmesinde Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürmüşlerdir.

Türk ekonomisinde artan alarm sinyalleri

Tüm afra tafralarına rağmen faşist rejim ekonomiyi bir türlü istediği rotaya oturtamıyor. Dolar ve avro tarihi rekorlar kırarken, Türk Lirası tüm diğer para birimleri karşısında değer kaybediyor. Faiz oranları Erdoğan’ın bindirdiği tüm basınca rağmen düşürülmek ne kelime, arttırılmak zorunda kalınıyor. Hükümet programlarının mali politikalarının temelinde yatan enflasyonu kontrol altında tutma hedefinin de artık tutturulamayacağı ortaya çıkmış durumda. Son enflasyon oranları çift hanelere demir attı. İşsizlik sayıca artarken, bin bir numarayla düşük gösterilen resmi işsizlik oranları da gerilemiyor, tersine artış eğilimi gösteriyor. Yıllardır devam eden cari açık sorununun yanına bir kez daha bütçe açığı da eklenmiş durumda. Gerek devletin gerek özel sektörün döviz borçları katlanarak artıyor. Bu açıklar ve dış borçlar ekonomiyi döviz artışları karşısında daha da kırılgan hale getiriyor. Ekonomiden sorumlu başbakan yardımcısı Mehmet Şimşek, büyük kapitalistleri “aman borç almayın, borç bu dönemde büyük bir sorun” diye uyarıyor ve arkasından da şirketlerin dış borç almasına denetim getireceklerini açıklıyor: “Çatıyı hava güneşli iken tamir etmemiz gerekiyor. Şu an dünyada bol para var faizler düşük ama bu küresel senkronize büyüme devam etmeyecek, belki yağmur yağacak belki fırtına çıkacak. (…) Dünya büyük bir borç batağında, dünya toplam borcunun milli gelire oranı yüzde 320’lere ulaştı. Şu an sorun yok ancak faizler yükselirse bu borçların ödenmesi sorun olacaktır. (…) Gelişmiş ve gelişmekte olan ülkelerde büyük bir borç yükü ile karşı karşıyayız, bu da büyümeyi sınırlıyor. (…) Burada en önemli konu döviz borcu. Reel sektörün döviz açığı net pozisyonu 213 milyar dolar. (…) Bizim reel sektör mutlu değil ama kusura bakmayın size rağmen tedbir almak zorundayız.

Bakanın bu açıklamaları Erdoğan’ın tepkisiyle karşılandı! Erdoğan, tozpembe bir tablo çizmek yerine bu gerçekleri açıkladığı için onu bariz bir şekilde fırçaladı. Ama mızrak çuvala sığmıyor. Ekonominin her an tepetaklak olabileceğinin farkında olan AKP hükümetinin birbiri ardına tedbir paketleri açıklamaya devam etmesi boşuna değildir. Bir yandan her şeye zam gelirken diğer yandan emekçilerin sırtına bindirilen vergilerden oluşturulan fonlar, kapitalistlere bol kepçe dağıtılıyor: İnşaat izinleri için gerekli formalitelerin azaltılması, herkese konut edindirecek hükümet projelerinin açıklanması, kapitalistlere yeni teşvik ve vergi indirimleri…

Türk ekonomisinin kırılganlığına dair analiz ve söylemler çeşitli toplantı ve yayınlarda her daim önemli bir yer tutuyor. Üstelik geçmişte kırılgan beşli olarak adlandırılan ülkeler arasında yer alan Türkiye’nin artık bu kırılganlar kategorisinde yalnız kaldığını da vurgulayarak. Burjuva uzmanlar aldıkları tedbirler sayesinde, son dönemde Brezilya, Hindistan, Endonezya ve Güney Afrika’yı artık kırılgan ekonomiler olarak tasnif etmiyorlar, Türkiye ise halen orada!

Ekonomik durumun kırılganlığının yanı sıra savaş ve dış gelişmeler, faşist rejime yönelik tehditlerin ve risklerin artması anlamına gelirken, rejim bu tehditlere karşı baskıyı daha da arttırmak ve faşizmi tahkim etmek üzere yeni adımlar atıyor.

Medya alanında faşist tahkimat

Arka arkaya gelen üç gelişme, faşist rejimin medya alanındaki tahkimatını ilerletti: İnternet yayıncılığına getirilen sınırlamalar; erişime kapatılan sitelere kullanıcıların VPN aracılığıyla ulaşmasının engellenmesine yönelik çalışmalar ve son olarak da Doğan Medya grubunun Erdoğan’ın havuzuna aktarılması.

Havuz medyasının dışındaki medya organlarında çalışan muhalif gazetecilerin türlü baskılarla işten atılmasının ve birçok basın kuruluşunun da OHAL aracılığıyla kapatılmasının ardından, internet alanında yayın yapan haber kuruluşları, yorum sayfaları ve web televizyonculuğunda bir artış olmuştu. Faşist rejim, internet yayıncılığını da RTÜK denetimine alan düzenlemelerle bu alandaki sesleri de boğmaya çalışmaktadır. Yayınları engellemek için girişilen düzenlemelerin bile yeterli olmayabileceğinden korktuklarından, izleyicilerin bu yayınlara ulaşabilmek için kullanacakları VPN servislerini de engellemeye başladılar. Bundan böyle geniş kitlelerin muhalif sitelere ulaşmaları eskisi kadar kolay olmayacaktır. İnternet ortamında bu tür yasakları aşmanın yolları mevcut olsa da, ortalama bir kullanıcının bu yolları öğrenmesi ve uygulaması o denli kolay değildir.

Faşist rejim, adım adım, kitlesel bir yankısı olan tüm muhalif sesleri boğmakta kararlıdır. Tek adam rejimi, medyada da tek medyayı hedeflemektedir, başka türlüsü zaten eşyanın tabiatına aykırı olurdu. Yasama, yürütme ve yargı erklerini tek elde toplayan totaliter rejimin, çağımızda bunların yanı sıra dördüncü kuvvet olarak sayılan medyayı da denetim altına almaya çalışmaktan geri duramayacağı açıktır. Bu doğrultuda zaten uzun süredir attığı adımları son olarak da Doğan Medya’ya aslında el koyarak taçlandırmıştır. Nicedir Doğan Medya grubunu hedefe oturtarak onu pes ettirmeye çalışan Erdoğan nihayet amacına ulaşmıştır. Kuşkusuz, rejimin doğasından kaynaklı bu nedenlerin yanı sıra, rejimin gidişatıyla ilgili olarak duydukları somut kaygılar sebebiyle de bu adımı tamamlamak için bir uğraş içindeydiler. Zira gerek sonu ve neler getireceği belirsiz olan Ortadoğu savaşı, gerek ekonomideki durumun hiç de parlak olmayışı, gerekse halkın önüne şeklen de olsa konabilecek sandık gibi faktörler, faşist rejimi, kitlesel etkisi olan muhalefet kanallarını mümkün mertebe asgariye indirmeye sevk ediyor. Sahip olduğu radyo, televizyon, gazete ve dergilerin yanı sıra gerek Türkiye’nin en büyük basılı yayın dağıtım şirketlerinden birini (Yaysat) gerekse de en geniş muhabir ağına sahip “bağımsız” haber ajansını (DHA) bünyesinde barındırması Doğan Medya’yı hükümetin gözünde ana hedeflerden biri haline getirmişti. Onun önümüzdeki dönemde toplumsal muhalefetteki bir kabarışı etkili bir yayınla toplumun gündemine sokma olanağına sahip olması, faşist rejim açısından tahammül edilemez bir risk anlamına gelmekteydi. Onu kendi havuzuna aktarmasıyla birlikte, Cumhuriyet, Evrensel, Birgün dışında muhalefetin yankı bulabildiği günlük gazete kalmamıştır ki, onlar zaten uzun zamandır doğrudan polis ve yargı baskısı altındadırlar. Bu arada, Doğan Medya’ya el konulmasının hemen ardından Özgürlükçü Demokrasi gazetesinin binasının ve matbaasının basılıp gazeteye kayyum atanması, faşist rejimin muhalif basına yönelik son icraatı olmuştur. Artık mevcut medyanın yüzde 90’ı Erdoğan’ın doğrudan denetimi altındadır.

Faşist rejimden seçimler yoluyla kurtulma hayalleri

Faşist rejimin gidişatında önemli bir dönemeç noktası aşılmıştır. 16 Nisan referandumuyla burjuva cumhuriyetin yapısı değiştirilmiş, parlamenter rejimi ortadan kaldıracak anayasal bir değişiklik zaten yapılmıştı. Bu değişikliklerin 2019’da yapılacağı söylenen seçimlerle birlikte hayata geçirileceği referandum maddelerinden biriyle karara bağlanmış olsa da, Erdoğan o tarihi beklemeden fiilen tek adam rejimini hayata geçirmeye girişmişti. Hemen arkasından gelen sayısız OHAL kararnameleriyle birçok değişiklik anayasaya aykırı biçimde yapılmış ve derhal uygulamaya sokulmuştu. Tüm bunlar rejimin kurumsallaşma doğrultusunda attığı ciddi adımlardı. Gerek Ortadoğu savaşında gerekse de Türkiye’deki rejimin gidişatında yeni bir evre anlamına geldiğini söylediğimiz Afrin savaşı ve onunla aynı dönemde AKP-MHP ittifakı tarafından seçim yasasının değiştirilmesi, faşist kurumsallaşma sürecinin tamamlanması anlamına gelen önemli bir dönüm noktası olmuştur. Rejim böylelikle körüklediği milliyetçi ve militarist hezeyanla iç muhalefeti iyice etkisiz hale getirdiği gibi, 2019 seçimlerini daha yapılmadan tümüyle şaibeli ve gayri meşru kılmıştır. 2019’da ya da daha öncesinde halkın önüne bir sandık konulsa bile, buna, bu son yasa değişikliğinin ardından ve mevcut koşullar değişmediği sürece, artık seçim demenin mümkün olmadığı, görmek isteyen gözler için apaçık ortaya çıkmıştır.

Erdoğan karşıtı düzen içi muhalefetin çizgisi dikkate alındığında, aslında Perşembenin gelişinin Çarşambadan belli olması gibi, işlerin bu noktaya geleceği gün gibi açıktı. Zira AKP muhalifi düzen partileri, iç ve dış politika alanındaki her kritik dönemeç noktasında göz göre göre Erdoğan’ın ekmeğine yağ sürdüler. 7 Haziran 2015 seçimlerinden bugüne durum net bir şekilde budur. 7 Haziran seçimlerinin boşa çıkartılmasını sessizlikle kabullendiler, 1 Kasım seçim dayatmasını gayri meşru ilan edeceklerine Erdoğan’ın kurduğu oyuna ortak oldular, gerek içerde gerekse de dışarıda Kürtlere karşı kirli ve haksız savaşı her aşamasında desteklediler, 15 Temmuz darbe tezgâhı karşısında Erdoğan’ın yanında saf tuttular, HDP genel başkanları ve milletvekillerinin dokunulmazlıklarının kaldırılmasını sağlayarak onların hapse atılmasına ortak oldular, 16 Nisan referandumunda sandıktan Hayır çıkmasına rağmen bunun Evet olarak değiştirilmesine karşı pratik bir tutum almadılar, hem “Fırat Kalkanı” hem de “Zeytin Dalı” operasyonlarıyla Suriye’deki Kürt bölgelerinin işgal edilmesine onay verip ortak oldular… Tüm bunlarla Erdoğan adım adım tüm ipleri eline geçirip ardından da kurduğu faşist rejimi kurumsallaştırırken, CHP yönetimi, sanki burjuva siyaset eski yöntemleriyle devam ediyormuş, sanki parlamento işlerliğini sürdürüyormuş ve sanki asgari düzeyde bile olsa demokratik denebilecek bir seçim olacakmış gibi, halkı 2019 seçimlerini beklemeye ve hesabı sandıkta sormaya çağırıp buna mahkûm etti, hâlâ da ediyor. Onun bu tutumu, sosyalist hareketin reformist kesimlerini ve Kürt hareketini de etkilemektedir.

CHP’nin en yetkili ağızları mevcut rejimi faşist ilan etmesine rağmen, genel başkanının ağzından her fırsatta 2019 seçimlerini beklemek salık veriliyor. Devletçilik ve Kürt düşmanlığı zehri nelere kadir! TC’nin bekası ve anti-Kürt söylem ve icraatlarıyla faşist rejim CHP’yi rehin almış, onu kapana sıkıştırmış durumdadır. Son yaşananların ardından CHP içindeki sol kanat siyasilerin arasından yükselen Meclisten çekilme ve seçimleri boykot etme (ya da en azından bu seçeneği cidden tartışma) çağrısı, CHP yönetimi tarafından en akla ziyan gerekçelerle, ciddi bir şekilde tartışılmadan reddedildi. İktidarın gayri meşruluğunu gündeme taşıyacak bir tehdit ve koz olarak bile boykot seçeneği daha baştan devre dışı bırakıldı. Kılıçdaroğlu, bu yasalarla ve bu koşullarda sanki mümkünmüş gibi sürekli olarak seçimleri kazanmaktan bahsedip, “kazanacağımız seçimleri neden boykot edelim” diye soruyor. Bir yandan seçim yasasındaki değişikliklerin içeriği doğru tespitlerle eleştirilir ve rejim faşist olarak adlandırılırken diğer yandan bu argümanın tekrar tekrar ileri sürülmesi, meselenin, CHP lideri ve ekibinin “bönlüğü” ile açıklanabilir bir şey olmadığını ortaya koyuyor. Burjuvazinin üst aklının CHP yöneticilerinin kulağına, devletin ve düzenin bekası uğruna, siyaseti daha da gerecek adımlardan kaçınmasını salık vermiş olması kuvvetle muhtemeldir.

2019’a kadar iç ve dış gelişmeler ne getirir bilinmez. Ama meselenin bam tellerinden biri de şudur: sorun, seçim günü ne yapılacağı değil, o güne kadar neler yapılması gerektiğinde düğümlenmektedir. Erdoğan’ın demagojileriyle gözü boyanan emekçilere, zannettiklerinin aksine demokratik parlamenter sistemden geriye bir şey kalmadığını ve bu koşullarda seçimin de meşru olmayıp bir aldatmacadan ibaret olacağını kavratmaya çalışmak esastır. Bu doğrultuda, AKP-MHP ittifakını Mecliste yalnız bırakarak oradan çekilmek, Meclisin faşist rejimin asma yaprağından başka bir şey olmadığını ve esas muhalefetin Meclis dışında örgütlenmesi gerektiğini halka anlatmaya girişmek önemli bir adım olurdu. “Ana muhalefet”in bu tutumu takınmaması, dahası tartışmayı bile engellemesi, diğer düzen içi muhalif partileri de, ayrıca HDP’yi de ve hatta sosyalist hareketin reformist kesimlerini de belirliyor. Hepsi de sahte seçime dair sahte hayaller yayıyor, “seçim güvenliğinin sağlanması” gibi boş hevesler peşinde koşuyorlar.

Apaçık bir gerçek var: Gelinen noktada sorun Erdoğan’ın sahte seçimlerinden nasıl bir sonuç çıkacağı meselesine asla indirgenemez. Zira işler böyle giderse o sonuç bugünden zaten bellidir. En temel sorun, kitlelerin iktidarın gayri meşruluğunu sorgulamasının sağlanmasıdır. Kitleleri muhalefet saflarına kazanmanın yolu, onları Erdoğan’la bir başkası arasında tercih yapmaya sürüklemek değil, bu oyunu bozmaya davet etmekten geçiyor.

CHP’sinden HDP’ye ve sosyalist hareketin önemli bir kesimine kadar geniş bir siyasal yelpazede faşizm kavramı dilden düşürülmemesine rağmen, izlenen çizgiye baktığımızda hiç de bu tespitin gerekleri doğrultusunda atılmış adımları görmüyoruz. Ya faşizmin ne olduğu bilinmiyor, ya kendi dediklerine kendileri bile iç dünyalarında inanmayarak bu kavramı sırf propagandif amaçlarla kullanıyorlar, ya da iflah olmayacak derecede bir parlamenter budalalıktan muzdaripler. Bunda kuşkusuz faşist rejimin, kendi niteliğini şok etkisi yaratacak değişimlerle ortaya koymaması, kitlelere çaktırmadan ve uzun süreye yayarak kurumsallaşması da rol oynuyor. Bu durum yalnızca geniş halk kesimlerinde değil, muhalefette de çok ciddi bir algı bozukluğuna yol açıyor. Bilinen hikâyedir; kurbağayı sıcak suya atarsanız canı yanacağından sıçrayıp kurtulur, hâlbuki soğuk suya atıp suyu yavaşça ısıtırsanız, olanın farkına varamadığından su daha kaynamaya başlamadan ölür gider. Tüm yaşananlar ortadayken, hayalci muhalefet suyun ısıtıldığının farkında olduğuna dair açıklamalar yapsa da, sudan dışarı çıkmaya çabalamıyor. Sanki güdük bile olsa parlamenter demokrasi devam ediyormuş gibi, Mecliste muhalefetten, siyaset yaptıklarından, seçimlere hazırlandıklarından, aday çıkaracaklarından vb. dem vuruyor. Bu parlamenter budalalık karşısında Erdoğan ellerini ovuşturuyor. Faşizmden bahsedip, gerekli tedbirleri almamak, bu duruma uygun bir mücadele hattı yaratmaya girişmemek tehlikeli bir tutarsızlıktır.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Dışarıda Militarist Tırmanış, İçeride Faşist Tahkimat, 2 Nisan 2018, https://enternasyonalizm.org/node/197

yayın tarihi: 2 Nisan 2018