Otorite Altındaki Kültür ve Sanat

Faşist bir rejim inşa ederek tüm yetkiyi elinde toplayan Erdoğan, stratejik hedeflerini gerçekleştirmek için devlet baskısını sınırsızca kullanıyor. Kendisine karşı en hafifinden bir muhalif sese bile tahammül edemiyor. Siyasi iktidar istiyor ki, herkes yaşanan değişimi kabul etsin ve politikalarına destek versin. Bunun için de her alanda yaptığı gibi, kültür ve sanat alanına da el atıyor. Kültür ve sanat alanını, faşist rejime hizmet edecek şekilde dönüştürmeyi hedefliyor.

Erdoğan bir konuşmasında kültür-sanat alanında değişime duyduğu ihtiyacı şu şekilde ifade ediyordu: “Siyasi olarak iktidar olmak başka bir şeydir. Sosyal ve kültürel iktidar ise başka bir şeydir. Biz 14 yıldır kesintisiz iktidarız. Ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var.” Rejimin, faşist ideolojisini güçlendirmek, zenginleştirmek ve daha geniş kesimlere benimsetmek amacıyla hanidir kültürel-sanatsal faaliyetlere ağırlık verdiği ortada. Faşist politikalara toplumsal destek bulmak, toplumun bu politikalara biat etmesini sağlamak için zor aygıtlarının yanı sıra kültür-sanat alanı da sınırsızca kullanılıyor. Bu gidişata uygun filmlerin, dizilerin, müziklerin, sergilerin, organizasyonların önü sınırsızca açılıyor. Erdoğan tek tek “sanatçıların” da bu doğrultuda tutum almasını istiyor, kendi etrafına bazı sanatçıları topluyor. Sanatçılar arasında da kutuplaşmayı derinleştirerek, iktidarın yanında durarak sözde milletin çıkarlarını savunanlarla diğerlerini, iktidarın politikalarının karşısında duranları ayrıştırıyor. Erdoğan, kendi yanında saf tutanları “yerli ve milli” ilan ediyor, iktidarın bekası adına onlardan faşist rejime aktif destek bekliyor. Elbette bazı “sanatçılar” da bu desteği vermekten geri durmuyor.

Geçtiğimiz günlerde Türkiye Musiki Eser Sahipleri Meslek Birliği MESAM’da yaşanan süreç ve ardından gelişen olaylar iktidarın kültür-sanat alanındaki politikalarının bir yansımasıdır. Mart ayı başında Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından MESAM’a kayyum atandı. Kayyum atanmasına neden olan süreç ise, Orhan Gencebay öncülüğünde, yönetim kurulu üyesi bir grup sanatçının istifa etmiş olmasıydı. Aslında yönetim olağan kongre hazırlıklarını tamamlamış, şikâyetler üzerine Bakanlık yetkililerini denetim yapmak üzere davet etmişti. Ama faşist iktidar buna tahammül edemedi ve Arif Sağ ve pek çok muhalif sanatçının yönetimdeki görevlerine son vererek yerlerine kayyum atadı. Önce Yavuz Bingöl’ü daha sonra Ali Kocatepe’yi ve bu iki ismin görevi kabul etmemesi üzerine en sonunda da Coşkun Sabah’ı başkan atadı. Coşkun Sabah, bu görevi devralmaktan duyduğu memnuniyeti dile getirirken “Türkiye’deki ayaklanmaları kışkırtan sosyal medya”ya ateş püskürmekten geri durmayacaktı.

İktidara yaranmaya çalışmakla eleştirilen, bir zamanlar “kula kulluk edene yazıklar olsun” dediği ve bu nedenle sevildiğini hatırlatılan Orhan Gencebay ise, Posta gazetesine verdiği röportajda şu ibretlik lafları etti: “Devlete karşı gelmek olur mu ya! 3 müfettiş 3 haftadır çalışıyor. Birkaç hafta daha sürecek. Bu onların bileceği iş. Ben bilemem. Yani devletimiz bilir. Devlet böyle bir karar verdiyse devlete karşı gelmek olur mu? Bugüne kadar devlete hep saygı duydum. Bu kayyuma da saygılıyım. Varlığımız devletin emrindedir. Belki de binlerce şikâyet gitmiştir Bakanlığa. Zaten bildiğim kadarıyla kayyum zaten 2-3 ay görev yapacak ve ondan sonra bitecek.

Bu açıklama aslında bu ülkenin kimi önemli gerçeklerine işaret ediyor: Devlet ve iktidar sevicilik! Türkiye’de köklü bir devlet geleneği var, bu devletçi gelenek kendisine sanatçıyım diyen kimilerinin de iliklerine kadar işlemiştir. Osmanlı devlet bürokrasisi içinde yetişmiş cumhuriyetin kurucu kadroları, devletçi, tekçi ideolojiyi bütün kurumlarıyla beraber topluma dayattılar. Devleti yüceltmek, onu her şeyin üstünde tutmak, sorgulanamaz, karşı gelinemez bir olgu olarak topluma dayatmak her iktidar döneminin temel gerçekliği oldu.

12 Eylül askeri faşist darbesi yaşandığında da kendisine sinemacıyım, sanatçıyım, müzisyenim diyen onlarca popüler insan devletin yanında saf tuttular. “Varlığımız devletin varlığına feda olsun” diyerek darbeyi alkışladılar. O karanlık faşizm dönemlerinde, toplum adeta açık bir cezaevi içinde zapturapt altındayken, yüzlerce ilerici insanın öldürüldüğü, binlercesinin cezaevlerine atılıp işkencelerden geçirildiği, sendika, dernek, siyasi partilerin kapatıldığı koşullarda bu türden sanatçılar devlet baskısına “özgürlük” diyerek rollerini icra etmekten geri durmuyorlardı. O yıllarda muhalif, toplumcu düşünen, ilerici sanatçılar baskı altında tutulup çalışmaları engellenirken, darbe sevici sanatçılar piyasada istediği gibi at oynatıyordu. Kimi sanatçılar o baskı döneminde, “mutluyuz, artık özgürlüğümüze kavuştuk, vatanım için sevinç gözyaşları döküyorum, 12 Eylül sabahı gözlerimizi yeni bir dünyaya, yeni umutlara açtım, ne güzel” gibi sözler söylüyor, postal yalayıcılığı yapıyorlardı. Türk bayrakları giyinip “Türkiyem Türkiyem cennetim” diye Evren’in peşi sıra dolananlar da unutulmadı daha.

Bugün de geçmişle benzer olayları yaşıyoruz. Hatırlayacak olursak geçtiğimiz günlerde de Hülya Koçyiğit verdiği bir demeçte, Türkiye’de hiç kimsenin baskı altında olmadığını, tersine çok fazla özgürlük olduğunu söylemişti: “Söylenildiği kadar baskı olduğunu düşünmüyorum. Bundan daha açık bir toplum görmedim ben. Bir kere böylesine bir iletişim çağında yaşarken, sosyal medya hayatımızın bu kadar içindeyken kim kendini baskı altında hissedebilir ki? Kimse baskı altında değil, bilakis herkes fazla özgür. Çok fazla atıp tutuyorlar.” OHAL, KHK, ihraçlar, seçilmişlerin tutuklanması gibi gelişmelerin olduğu Türkiye’de bu açıklamaları yapan süprüntü takımının iktidar yalakalığının arkasında maddi çıkarlar ya da çıkar beklentilerinin olmadığını düşünmek de saflık olurdu. Hülya Koçyiğit bu açıklamalarından kısa süre sonra damadına verilen yağlı ihalelerle bu yalakalığın karşılığını almış oldu!

Faşizm dönemlerinde devletin yüceltilmesi inanılmaz bir boyut kazanır ve “sanat camiasının” en pespaye unsurları sanatçı sıfatıyla sahneye sürülerek rejim toplum gözünde meşrulaştırılır. Bugün de böylesi bir süreçten geçiyoruz. Faşist kurumsallaşmaya can suyu yapılan Afrin işgali vesilesiyle “devletin bekası”, “vatan savaşı” propagandası yükseltildi, kimi “sanatçılar” bu propagandaya dâhil edildi. “Savaşa hayır” demenin vatan hainliğiyle damgalandığı ve “başka bir ülkenin toprağında ne işimiz var?” demenin suç olduğu bu süreç boyunca, yüzlerce insan gözaltına alındı, toplumda gerilim yükseltildi. Kimi müzisyenlerin, oyuncuların ve aydınların düşmanlaştırıldığı, hedef gösterildiği Afrin işgali sırasında, faşizmin destekçisi “sanatçılar” ise, savaşa sonuna kadar devam nidalarıyla Afrin sınırına koştular. AKP’ye yakın durmak için didinip duran kimi sanatçı takımı, Hatay’a gidip Reyhanlı’da basın açıklaması yaptılar. Afrin’in yerle bir edilmesini, kentlerin yaşanamaz hale gelmesini, yüzlerce insanın ölmesini, insanların yerinden yurdundan çıkartılmasını meşru gören bu türden sanatçılar, bu sürece destek vermeyen sanatçıları hedef göstermekten geri durmadılar. Günlerce TV ve sosyal medya hesapları üzerinden “kimler savaşa hayır diyor” diye fişlemeler yapıldı. Savaş iyi bir şey değil ama devletimiz ve ulusal çıkarımız için bunu yapmak zorundayız gerekçesiyle “gülerek” savaşa gidilmesi gerektiği propaganda edildi.

Siyasi iktidar, bu süreçte iktidarın yanında duranlara, başlarına hiçbir şey gelmeyeceğini, bilakis ihya edileceklerini söylüyor, “yerli ve milli” olmayanlarla aralarına sınır çekmeleri gerektiğini öğütlüyor. Sarayın kadrolu sanatçıları, doğum günü kutlamalarına, yemek ve sohbetlere katılarak, faşist rejime desteklerini sunuyor, görev için hazır olduklarını göstermeye çalışıyorlar. Faşist tek adam diktatörlüğünü meşrulaştıran, Saraydan aldıkları güçle karşıtlarına saldıran ünlüler, devletin gücüne şevkle boyun eğmektedirler. Ülkenin kaderinin tek adamın eline verildiği, her geçen gün savaşa daha fazla dâhil olunduğu, muhalif seslere tahammülsüzlüğün arttığı, toplumsal gerilimin yükseltildiği bu ortam elbette sanat alanında da yansımasını bulacak ve Erdoğan rejiminin kültür-sanat alanı böyle “sanatçılar”la doldurulacaktır.

İçinden geçtiğimiz süreçte kültür-sanat alanında da en çok faşizme destek verenlerin sesi çokça duyuluyor. Muhalif ve devrimci sanatçıların sesi boğulmak isteniyor. “Ancak en koyu gericilik dönemlerindeki en yoğun baskılar dahi muhalif sanatı, devrimci sanatı tümüyle susturamamıştır. Azınlık da olsalar, sosyalistler, aydınlar, sanatçılar yapılanları onaylamamıştır. Azınlık da olsalar tarafsız olmamışlar, zulme seyirci kalmamışlardır.”[*] Ve karanlıklar aşılırken onların sesi önemli bir moral güç olmuştur.

 

Enternasyonalist Komünist



[*] Suphi Koray, İktidarın Kültür ve Sanat Anlayışı, marksist.com

link: Enternasyonalist Komünist, Otorite Altındaki Kültür ve Sanat, 3 Nisan 2018, https://enternasyonalizm.org/node/196

yayın tarihi: 3 Nisan 2018