Geçtiğimiz hafta iki yeni KHK yayınlandı. Bugüne dek çıkan neredeyse tüm KHK’lar OHAL yasasını da, Anayasayı da ihlal anlamına geliyor. Zira yürürlükteki Anayasa ve yasalara göre OHAL ilanının gerekçesi dışında OHAL KHK’sı çıkarılamayacağı gibi, KHK’larla kalıcı yasal düzenlemeler de yapılamaz. 12 Eylül rejiminin topluma bir deli gömleği olarak giydirdiği, sonraki yıllarda orası burası değiştirildiyse de faşist ruhu ve zihniyetine özde dokunulmayan Anayasa ve çeşitli yasalar bile, rejimin egemenlerine dar geliyor. Yasalar ve hukuk bir tarafa bırakılmıştır. Yasama görevi Meclis’ten alınmış, KHK’larla fiilen cumhurbaşkanlığına verilmiştir. Bu, tüm devlet erklerinin tek elde toplandığı bir totaliter rejime işaret ediyor.
“Mühürsüz” referandumda Cumhurbaşkanının yürütmenin başı olarak kabul edilmesiyle, sistemin hayata geçirileceği 2019’a kadar birçok yasanın bu yeni durumla uyumlu hale getirilmesi gerektiği zaten konuşuluyor ve biliniyordu. Yalnızca yasalardaki kimi ifadelerin düzeltilmesi gerektiği değil, bir bütün olarak devlet aygıtının yeniden şekillendirilmesinin sözkonusu olacağı da açıktı. Zira başbakanlık ortadan kalktığına göre bugüne dek ona bağlı olan devlet kurumlarının, yeni dönemde kime (kuşkusuz Cumhurbaşkanına) bağlı olacağının “yasalarla belirlenmesi” gerekmekteydi. Belli ki egemenler Meclis’i devreden çıkararak bu işi 2019’u beklemeden KHK’larla halletmenin telâşına düşmüşlerdir. Benzer KHK’ların sırada olduğundan şüphe duymak için hiçbir neden bulunmuyor.
Yeni KHK’ların içeriğinde neler var?
Yeni çıkarılan kararnamelerden 693 sayılı olan ilki, dört maddeden oluşuyor ve kamu görevinden yeni ihraçları ve kapatılan yeni kurumları kapsıyor. 203 maddeden oluşan 694 sayılı KHK ise, Anayasa ve yasalarda çizilen sınırları çiğneme konusunda öncekilere kıyasla çok daha ileri gidiyor. Anayasa ayaklar altına alınarak açıkça devlet aygıtının kurumları KHK ile yeniden örgütleniyor; yasa maddeleri değiştiriliyor, yeni maddeler ya da var olanlara yeni fıkralar ekleniyor. Ceza kanunundan, köy kanununa kadar sayısız yasa ve yönetmelikte değişiklikler yapılıyor. Her birinin detayına girmek gereksiz. Ancak Türkiye’deki sürecin gidişatı açısından en önemli değişiklikleri şöyle sıralamak mümkün:
MİT Başbakanlıktan alınarak Cumhurbaşkanlığına bağlanıyor; artık MİT’in başındaki müsteşar da MGK’da belirlenmeyecek, doğrudan Cumhurbaşkanı tarafından atanacak, hakkında soruşturma açılması da yine Cumhurbaşkanının iznine tâbi olacak. Bir başka deyişle MİT tamamen Cumhurbaşkanının kontrolü ve himayesi altına alınıyor. Bunun yanı sıra, Milli İstihbarat Koordinasyon Kurulu adı altında tüm istihbarat kurumları (askeri istihbarat, emniyet istihbaratı, MİT vb.) tek çatı altında toplanıyor ve ona da Cumhurbaşkanı başkanlık ediyor. Böylelikle, Erdoğan devletin istihbarat kurumlarını kendi yönetip bir istihbarat devleti kurduğu gibi, bu kurumlardan gelebilecek olası tehditleri de daha baştan engelleme olanağına kavuşmayı arzuluyor. Ordu içerisinde Erdoğan’a hiç de sıcak bakmayan unsurların olduğu çokça dillendiriliyor. Olası yeni darbe girişimlerine karşı Erdoğan ön almaya çalışıyor. MİT’e bu kararname ile TSK içinde istihbarat yapma yetkisinin verilmesinin arkasındaki kaygı ve korku da budur.
Öte yandan TSK komuta kademesinin belirlenmesinde, iktidarın elini bağlayan teamüller ve prosedürler zayıflatılıyor. TSK içindeki atama ve terfi sistemi değiştiriliyor; Cumhurbaşkanının istekleri doğrultusunda komutanlar süre koşuluna (bir üst rütbeye terfi etmek için mevcut rütbe altında belirli bir süre görev yapma gerekliliği) bakılmaksızın terfi alabilecekler. Bir başka deyişle, bu yolla istenilen kişinin kuvvet komutanı ve hatta Genelkurmay Başkanı olmasının yolu da kolaylıkla açılabilecek.
Önemli değişikliklerden biri de milletvekillerine, seçildikten önce ve sonra isnat edilebilecek suçlamalar için soruşturma ve kovuşturma yolunun açılarak dokunulmazlığın fiilen yok edilmesidir. Bundan böyle bu tür soruşturmalar yalnızca Ankara Cumhuriyet Başsavcısı tarafından (ya da onun denetimi altında, görevlendirdiği savcılar tarafından) yürütülecek ve yine davalar Ankara’daki mahkemelerde görülecektir. Dokunulmazlığın fiilen ortadan kaldırılmasının yanı sıra bu değişikliğin iki temel hedefi vardır. Savcılar makamlarını borçlu oldukları “zat-ı şahanenin” istekleri doğrultusunda başta HDP’liler olmak üzere muhalif milletvekillerini kodese tıkmak için gelecek her türlü işareti “emir telakki edecekler”dir. Bu soruşturmalar merkezi olarak yürütülüp, doğrudan Saray tarafından yönlendirilecek, farklı mahkemelerden farklı sonuçlar çıkması ve halkın duruşmalara katılması engellenmiş olacaktır. Dahası, böylelikle hem Erdoğan’a bağlı olan milletvekillerinin, belki hâlâ bir yerlerde kalmış “başıbozuk” yerel mahkeme ve savcılar tarafından soruşturulmasının önüne geçilecek, hem de AKP içindeki Gülencilerin temizlenmesi konusunda da tüm süreç tek kişinin denetimi ve yönlendirmesi altında gerçekleşecek, olası “yol kazaları” engellenecektir. Yani muhalif milletvekillerine tehdit artarken, Erdoğan’a bağlı AKP milletvekillerine güvence getirilmiş oluyor.
Bunlar dışında, köy korucularının işledikleri suçlar konusunda devlet güvencesine alınmasından “terör suçu” ile yargılananlar için tutukluluk süresinin 7 yıla çıkartılmasına kadar birçok anti-demokratik düzenleme de yeni KHK’ya dâhil edilmiştir. Kapatılan Kürt ya da ilerici medya kurumları ile ihraç edilen barış yanlısı akademisyenler listesine yenilerinin eklendiğini, ihraç edilen akademisyenlerin mahkeme kararıyla geri dönmeleri durumunda üç büyük kent dışındaki yeni üniversitelere atanma zorunluluğunun (yeni sürgün yasaları) getirildiğini de tüm bunlara ilave edelim.
KHK’lar ne anlama geliyor?
Tüm bunlar totaliter rejimin kurumsallaşması sürecinde yeni ve önemli bir adım atıldığı ve başkanlık sistemine yalnızca fiilen değil, resmen de geçilmeye başlandığı anlamına geliyor.
Erdoğan KHK’lara gelen eleştiriler üzerine, muhalefeti, “hâlâ başkanlık sistemine geçildiğini anlamamak”la suçluyor. Başbakan’ın bu düzenlemeleri “16 Nisan referandumunun ruhuna uygundur” şeklinde değerlendirmesi de aynı minvaldedir. İşin aslı şu ki, referandumun ruhu değil de lafzı dikkate alınacak olursa, yasadışı şekilde 2019 beklenmeden gerçekten de başkanlık sistemine geçilmiştir. Yasadışı şekilde diyoruz, çünkü bu değişiklikler, referandumda değiştirilen Anayasa’nın, başkanlık sisteminin 2019’dan itibaren, yeni Cumhurbaşkanlığı seçimiyle birlikte yürürlüğe gireceği yönündeki maddesine bile açıkça aykırıdırlar. Bir başka deyişle, sadece Anayasa ve yasalar değil, 16 Nisan referandumuyla yapılan değişiklik de çiğnenmektedir!
Daha 2019 gelmeden, yeni Cumhurbaşkanı seçilmeden, başbakanlığa ve hükümete bağlı kurumlar üstelik de KHK’larla Cumhurbaşkanının altına kaydırılıyor. Yani fiilen zaten çoktan başlamış olan başkanlık sistemi, 2019 beklenmeden resmen de hayata geçiriliyor. Hükümet yandaşlarının üzerini örtmeye çalıştıkları gerçek budur. Örneğin, Nagehan Alçı, bu “sisteme geçildikten sonra” yapılacak düzenlemelerin, daha bugünden yapılmasında “şaşılacak bir şey olmadığını” söylüyor ve yenilerinin “müjdesini” veriyor: “694 sayılı KHK üzerinde çok konuşuluyor, ancak tamamen anlamsız bir nokta üzerinde durularak. (…) Çok şaşırıyorum açıkçası. (…) MİT’in Cumhurbaşkanlığı’na bağlanması şaşırtıcı bir gelişme değil, beklenmedik hiç değil. 15 Temmuz’dan sonra böyle bir değişikliğin olabileceği yazılıyordu; onun ötesinde Cumhurbaşkanlığı sistemine geçtikten sonra zaten adım adım Başbakanlık’a bağlı kurumlar Cumhurbaşkanlığı’na bağlanacak. (…) Tahminim, başbakan yardımcılarına bağlı kurumların yavaş yavaş Cumhurbaşkanlığı’na bağlanacağı. İlk etapta Basın Yayın ve Diyanet olabilir.”
Görünen o ki, Başkanlık sistemine geçiş için 2019’un beklenmesi gereği de, uyum yasalarının Meclis’ten çıkartılması gereği de bir tarafa bırakılmıştır. Bu düzenlemelerin padişah fermanı niteliğindeki KHK’larla yapılmasına çoktan girişilmiştir ve bu yolda ilerleneceği de açıktır. Ne Meclis, ne yargı denetimi! Hiçbirine gerek yoktur, gerek olduğu kadarıyla da göstermelik onaylar yeterli olacaktır!
Bunlar, yeni rejimin doğasını çoktan saptamış olanlar açısından şaşırtıcı gelişmeler değil. Esas kavranılması gereken, Erdoğan ve ekibinin 2019’u bile beklemeden giriştiği bu reorganizasyonun hangi kaygılardan kaynaklandığını, bu telâşı doğuran güdü ve korkuları ortaya koyabilmek ve ona göre bir mücadele hattı çizebilmektir.
Telâşın ardındakiler
Bugün örtük bir AKP-MHP-VP koalisyonuna dayanan ve Erdoğan liderliğinde kurulan rejimin önemli bir güç yoğunlaşmasına ulaştığı görülüyor. Rejimin tepesindeki Erdoğan, baskı aygıtını istediği ölçüde ve şekilde kullanabiliyor, üst yargı kurumlarını tamamen kontrol ediyor, ıskartaya çıkardığı Mecliste bile çoğunluğa ve toplumda halen önemli bir destekçi kitlesine sahip olmaya devam ediyor.
Tüm olağanüstü rejimler esasen devletin açık baskısına ve uyguladığı çıplak zora dayanırlar. Bunun derecesi kuşkusuz durumdan duruma değişse de işin özü budur. Bu tür rejimlerde, kitleleri ikna etmek değil, onları biat ettirmek esastır. Ancak Erdoğan rejimi henüz süreci bu anlamda tamamlayabilmiş değildir. Muhalefet halen şeklen de olsa vardır, kitlelerin siyasi desteği halen belirleyici bir önem taşımaktadır. Durumun geçişsel karakteri, rejimin güçlü yanlarını olduğu kadar, ciddi zaaf ve açmazları olduğunu da görmemizi gerektiriyor. İç ve dış dengeleri iyi kullanarak, her türlü ilkesiz manevrayı ardı ardına yaparak Erdoğan yönetimi bugüne dek varlığını koruyabildiği gibi totaliter hedefleri doğrultusunda ilerlemeyi de beceriyor. Ama gerek iç gerekse de dış koşullar dikkate alındığında işinin hiç de kolay olmadığını söyleyebiliriz.
Bu noktada, daha önce defalarca dile getirdiğimiz bir hususu kısaca hatırlatalım: Türkiye kapitalizmi alt-emperyalist bir düzeye yükselmiş olmasına rağmen ciddi yapısal sorunlarını aşamadığı gibi, önüne koyduğu hedefler açısından yeterli güce de sahip değildir. Devam eden dünya krizi, Türkiye kapitalizmini doğrudan etkiliyor; diğer tüm etkenleri bir tarafa bıraksak bile, yabancı sermaye girişinin sürekliliğine duyulan ihtiyacın kendisi bile hayli kırılgan bir ekonomiye işaret ediyor. Tüm teşviklere rağmen işsizliğin azaltılamaması, enflasyondaki artışın durdurulamaması, işçi sınıfının yoksulluğundaki artış rejimin işini zorlaştırıyor. Erdoğan kitlelere “yeni darbelere hazır mıyız, kefenleri giymeye hazır mıyız” şeklinde gaz vermeye çalışsa da, işsizlik ve yoksullukla boğuşan aç midelerin homurtusunu bastırıp, onları heyecanla seferber etmek ilânihaye mümkün değildir. İşçi sınıfı içerisinde Erdoğan’ın çağrılarına duyulan ilginin son dönemde bir ölçüde azalmaya başlaması da bunu gösteriyor.
Siyaset cephesinde de işler AKP açısından parlak bir tabloya işaret etmiyor.
16 Nisan referandumunda yaşananlardan sonra, hele ki içine girilen dönemin dinamikleri göz önüne alındığında 2019’daki seçimin yapılıp yapılmayacağı bile belirsizdir. Çevrilen onca dolaba, sonuçlarla oynanmasına, mühürsüz oylara rağmen referandumdan kıl payı istediği sonucu çıkartabilen Erdoğan için 2019’daki seçimler hiç de çantada keklik değildir. Onun 2019 seçimlerini normal yollardan kazanması pek mümkün görünmüyor; bu durumda, yeni olağanüstü krizlerin patlak vermesi, yeni sansasyonel saldırıların yaşanması, Suriye veya Irak’a askeri müdahalede bulunulması ve ardından da seçimlerin ertelenmesi gibi adımlar hiç de şaşırtıcı olmayacaktır.
Eğer ki seçimlere gidilirse, Erdoğan bir zafer için MHP’den gelecek desteğe de, Perinçek’in desteğine de muhtaçtır. Bir başka deyişle, partisinin başında kalabilmeyi Erdoğan’ın hâkimlerine borçlu olan MHP lideri Erdoğan’a ne kadar minnettar ve mecbursa, Erdoğan da ona o kadar minnettar ve mecburdur.
AKP’de başlayan tasfiyeler, iç huzursuzluğu arttırıyor. Parti örgütünde şevk ve heyecanın kalmadığı söyleniyor. Erdoğan buna “metal yorgunluğu” diyor. Bunun gerçek adı tam bir çürümedir. 15 yıldır iktidarda olan, iktidarda olmanın tüm nimetlerinden yararlanan, güç ve paraya boğulan, yolsuzluk batağına saplanmış, Erdoğan’ı memnun etmek dışında hiçbir pozitif hedefi kalmayan bir partide bu semptomların görülmesi kaçınılmazdır. Kurulan yeni rejimi kurumsallaştırma amacındaki Erdoğan, bu amacını hayata geçirecek kadrolarda sıkıntı yaşamaktadır. Bugün, parayla, makamla ve yaratılan korku atmosferiyle susturulmuş, ikna edilmiş ya da sindirilmiş kadroların ve önemli destekçilerin, işlerin rengi değişmeye başlayınca gemiyi hızla terk edeceklerinden kuşku duyulamaz.
15 Temmuz darbe girişiminin üzerindeki şaibeler sürerken, ordu içerisinde farklı ekiplerin olduğu biliniyor. Bunlardan biri NATO’cu kanattır. Bir diğeri ise, Perinçek’in de bel bağladığı Ergenekoncu ya da Avrasyacı subay ve komutanların oluşturduğu kanattır. Bu kesimler, Kürt hareketine karşı Erdoğan’la ittifak yapıyor olsalar bile, aralarında bir kan uyuşmazlığının olduğu ve bu ittifakın ömrünün Kürt halkına karşı yürütülen kirli ve haksız savaşın akıbetine bağlı olduğu açıktır. İzlediği politikalarla tüm toplumu yapay eksenlerde bölüp birbirine düşmanlaştıran AKP liderliğinin arabayı uçuruma sürüklemesi durumunda, ordudaki bu kesimlerin ona karşı harekete geçmesi hiç de zayıf bir ihtimal değildir. Son KHK’yla MİT’in Erdoğan’a bağlanması, onun ordu içinde istihbaratla yetkilendirilmesi ve ordu içindeki atama ve terfi sisteminin değiştirilmesi şeklindeki düzenlemeler, bu tedirginliğin açık kanıtlarıdırlar.
Kürt halkının mücadelesi, uygulanan tüm baskılara, binlerce HDP yöneticisinin, belediye başkanlarının ve onlarca milletvekilinin hapse tıkılmasına rağmen yok edilememiştir. İktidarı girdiği yola sürükleyen temel dinamiklerin başında gelen bu faktör, aynı zamanda rejimin en zayıf noktalarından birini oluşturmaktadır. Erdoğan’ın ordu ile kurduğu koalisyonun kaderi de, büyük emperyal güçlerle sürtüşmesinin hangi noktalara evrileceği de, Kürt hareketinin hem Türkiye’de hem de Suriye ve Irak’ta ulaşacağı düzeye bağlıdır.
Ortadoğu’da yürüyen savaş, Erdoğan yönetiminin en çok başını ağrıtan faktör durumundadır. Zira bu savaş ve sonuçları, hem ekonomik mekanizmalar aracılığıyla hem de Kürt sorunu nedeniyle doğrudan iç politikanın da konusudur. Dış politikada yaşadığı sıkışmışlığı Rusya-İran eksenine yaklaşarak aşmaya çalışan rejimin, bu çabalarında da hayal kırıklığına uğrama ihtimali yüksektir. İzlediği ve fiyaskoyla sonuçlanan politikanın TC’ye bir faturasının olacağı kesindir. Bu faturanın içeriğinin ve meblağının ne olacağı ise uzak olmayan bir gelecekte ortaya çıkacaktır.
Özetleyelim. Bir yandan kapıyı zorlayan iktisadi-mali zorluklar, diğer yandan Erdoğan’la ittifak kuran MHP ve ordu içindeki generallerin bindirdiği basınç, beri yandan da Suriye ve Irak’taki gelişmeler nedeniyle dikkatleri oralara yoğunlaşan ama TC açısından yarattığı tehdit bertaraf edilemeyen Kürt hareketinin tüm baskılara rağmen varlığını sürdürmesi… Tüm bunlar Erdoğan rejimini sıkıştırıyor. Her geçen gün manevra alanı daralan Erdoğan, bir an önce totaliter bir başkanlık sistemini tüm kurumlarıyla hayata geçirmek için acele etmektedir. Bunun sonucu, baskıların daha da artması, ülkenin içeride ve dışarıda yeni felâketlere ve maceralara sürüklenmesi olacaktır.
Gelinen noktada, mevcut rejimin kilit taşı konumundaki Erdoğan’ın olağan mekanizmalarla, seçimlerle vs. iktidarı terk etmeyeceği açıktır. Aynı ölçüde açık olan bir başka şey, Erdoğan’ın, diyelim zoru görerek, rejimi suhuletle çözme ve “normale dönme” işini yürütmeyeceğidir. Bu, önümüzdeki günlerin daha da kaotik gelişmelere gebe olduğu anlamına gelmektedir. Böyle bir süreçte her şeyden önce gelişmeleri doğru kavramak, büyük bir sabır ve fedakârlıkla sınıf mevzilerini koruma ve güçlendirme mücadelesine odaklanmak gerekmektedir.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Yeni KHK’lar: Erdoğan’ın Acelesi Var!, 2 Eylül 2017, https://enternasyonalizm.org/node/188
Faşist Rejimin Yeni Dış Politika Manevraları
Gericilik Yıllarında Lenin’in Mücadelesi