Siyasal Gerilim ve Çalkantı Tırmanırken

İçte ve dışta Erdoğancı burjuva güçlerle diğer burjuva güçler arasında bir kapışma yaşanmaktadır. Burjuva güçlerin yapacakları kuşkusuz kendilerinin bilecekleri bir iştir. Devrimci işçi sınıfı açısından yapılması gereken, her türlü çelişkiden, faşist rejimin yıkılması doğrultusunda yararlanmaya çalışmak olmalıdır.

Faşist kurumsallaşma sürecindeki rejimin birtakım kırılganlıklar taşıdığını nicedir söylüyoruz. Gidişat her ne kadar genelde rejimin tahkim edilmesi yönünde olsa da, çelişkiler, kırılganlıklar büyüyor. Şimdilerde rejim daha belirgin biçimde bir sıkışma yaşıyor. Erdoğan ve şürekâsı bunun rejime rıza gösteren kitlelerin algısında bir dönüşe yol açmaması için adeta akla karayı seçiyor. Özellikle uluslararası alanda belirginleşen sıkışma kaçınılmaz olarak içeride de kendisini gösteriyor. Bu sıkışma, emperyalist sistemin hiyerarşisinde orta basamakta yukarılara tırmanmış ve kendine özgü çarpıklıklarla malûl bir güç olan Türkiye’de Erdoğan iktidarının, hiyerarşinin tepesindeki güçlerin çoğuyla anlaşmazlık içinde, faşist bir rejimi uzun süre ayakta tutmasının zor olduğunu da göstermektedir.

Bugün rejimin yaşadığı sıkışma özellikle gündemdeki şu olgular üzerinden somut olarak kendisini göstermekte: ABD’de Reza Zarrab üzerinden bir yılı aşkın süredir yürüyen davanın bir dönüm noktasına gelerek Erdoğan ve çevresini hedef alan niteliğinin resmiyet kazanması; Erdoğan ve çevresinin uluslararası boyutu da olan şaibeli akçalı işlerinin CHP tarafından ifşa edilmeye başlanması; rejimin, Suriye’deki sürecin bir sayfası kapanırken mağluplardan biri olarak tescillenmesi; işsizlik, enflasyon, faizler, döviz gibi bazı önemli ekonomik göstergelerdeki ciddi bozulmalar.

Tüm bu gelişmeler, belki de rejimin kurumsallaşmayı tamamlamasından önceki son sınama olacak olan cumhurbaşkanlığı ve meclis seçimlerine giden süreçte, içte ve dışta muhalefetin keskinleşebileceği anlamına gelmektedir. Görünen o ki, Erdoğan kendi rejimini baki kılmak için seçimlere yönelik her türlü hile/dalavereyi içeren bir hazırlık yapmaktadır. AKP’nin mecliste seçimlerle alakalı olarak geçtiğimiz günlerde yaptığı girişim bunu alenen ele vermektedir. Seçim güvenliğinin en önemli unsuru olan sandık müşahitliği müessesesini tümüyle boşa çıkarma anlamına gelen yasa değişikliği tasarısı tepkiler üzerine sonradan geri çekilmiştir. Ancak niyet açıkça belli olduğu gibi, AKP ve Erdoğan’ın olağan bir seçim prosedürünün işlemesi halinde kendilerine güvenmedikleri de belli olmuştur.

Mecliste teşebbüs edilen bu yasa değişikliği, rejimin son günlerdeki sıkışmasını yansıtan telâşının tek tezahürü değil. Bu sıkışmayı somutlayan gündemdeki tüm başlıklarda rejim temsilcilerinin tavır ve beyanlarında tutarlılığın zerresi kalmamıştır. Gün geçmiyor ki birbirini tekzip eden tavırlar sergilenmesin, sağa sola keskin zikzaklarla savrulunmasın. Hızını alamayıp yurtdışına sermaye çıkışlarının engelleneceğinden söz eden reis, pabucun pahalı olduğunu görünce hemen ertesi gün “serbest piyasa” tanrısına hürmetlerini sunup, “isteyen istediği gibi parasını yurtdışına çıkarabilir” diyebiliyor. Onca zamandır muhabbetle kucaklanan, hakkında ABD’ye nota verilen “hayırsever işadamı” Zarrab, birkaç gün içinde hain, ajan derekesine düşürülüyor. Off-shore şirketler üzerinden yapılan şaibeli milyonlarca dolarlık para transferlerine ilişkin belgeler duyuruluyor, karşıdan biri anında çıkıp belgelerin sahte olduğunu, bir başkası bunların ticari belge olduğunu vs. söyleyebiliyor. Ya da Suriye’de bir gün önce “savaş sürecinin bitip siyasi sürecin başlaması” konusunda böyle bir şeyin söz konusu olmadığı yolunda çıkışlar yapılırken, birkaç gün sonra tam da siyasi sürecin başladığı ilan edilebiliyor. Tüm bunlar açık bir kargaşa ve telâş durumunu gösteriyor.

Rejimin sıkışmasında özellikle ön plana çıkan gelişme hiç kuşkusuz ABD’de Zarrab üzerinden yürüyen davadır. Türkiye’de tüm devlet aygıtını kontrolünde tutan Erdoğan ve AKP, 17-25 Aralık yolsuzluk soruşturmaları sürecini baskı yoluyla sonuçsuz bırakmış, ismi öne çıkan bakanları sözde aklamış ve konuyu hızla gündemden düşürmüştü. Ancak bu kez 17-25 Aralık sürecine benzer bir süreç ABD’de yürütülmekteydi. Elbette bu uzun süredir ters giden ilişkilerin bir sonucu olarak ABD’nin Erdoğan ve şürekâsını hedefe koyarak başlattığı bir süreçti. Ve bu mesele rejimin aslında uzun süredir üzerinde çaba harcadığı bir meseleydi. ABD ile defalarca pazarlık yapılmaya çalışıldı. Hatta bu pazarlıkta kullanılmak üzere rehineler alındı, davanın düşürülmesi için ABD’de en üst düzey devlet yetkililerine bile lobicilik kılığı altında rüşvetler verildi, en sonunda bir kez daha Binali Yıldırım pazarlığa gitti. Ama tüm bu girişimlerin sonuçsuz kaldığı ortaya çıktı. Şimdiye kadar Zarrab’a arka çıkan iktidar çevrelerinin şimdilerde onun ajanlığından, hıyanetinden yakınıyor görünmesi aslında “pazarlığı kaybettik” itirafıdır.

Bu dava üzerinden sürecin boyutlanarak genişleyeceği açıktır. New York Times’ın davanın Erdoğan hakkında siyasi sonuçlarının olabileceğini yazması, ABD’deki büyük “düşünce kuruluşlarının” hazırladıkları raporlarda AKP ve Erdoğan yönetiminde Türkiye’nin bir “mafya devletine” dönüşmekte olduğunu vurgulamaları önemli işaretler sunmaktadır. İktidar kalemşorlarından Abdülkadir Selvi’nin davanın ardından Erdoğan’ı doğrudan işin içine dâhil eden ikinci bir iddianame hazırlanması olasılığından bahsetmesi de buna işaret etmektedir. Bunlarla somut olarak ne kastedildiğini ancak önümüzdeki günlerde görebileceğiz. Ancak davanın konusu ABD ambargosunun delinmesi olduğundan, bu delme işleminin Zarrab gibi biri tarafından tek tabanca yapılmış olamayacağı, böylesi büyük çaplı ve ciddi bir uluslararası işin devlet kararı olmaksızın, dolayısıyla devletin tepesinin iradesi olmaksızın olamayacağı hem gerçeklik olarak ayan beyandır hem de hukuki mantık gereğidir. Öte yandan bu davanın dışında ABD’de yürüyen bir başka soruşturmada sanık durumunda olan Trump’ın eski ulusal güvenlik danışmanı Michael Flynn de kendi soruşturmasında itirafçı olarak Türkiye’deki rejimle para karşılığı kirli ilişkiler içinde hareket ettiği yönünde ifade vermiştir. Dolayısıyla Erdoğan rejiminin bu dolayım üzerinden de hedefe konulduğu görülüyor. İşler Türkiye’deki örtülü ödenekten buralara para gittiğinin açığa çıkarılması gibi boyutlar kazanabilir.

Şimdi rejim 17-25 Aralık sürecinde yaptığına benzer biçimde, var gücüyle meseleyi bir “ulusal güvenlik” meselesi olarak sunmaya, emperyalist güç oyununda kendisinin de çevirmeye kalktığı kirli dolapları gözden uzak tutmaya çalışmaktadır. Bunun daha da güçlenerek devam edeceği ve adeta haçlı saldırısına karşı bir ulusal birlik ve beraberlik direnişi havasının oluşturulmaya çalışıldığı açıktır. Pisliğin milliyetçilik örtüsüyle örtülme çabası bu işin önemli bir yönüdür. Zarrab davası sürecine ilişkin olarak devrimci işçi sınıfının konuya yaklaşımında, 17-25 Aralık sürecindekine benzer noktalar vardır. Birincisi, evet bu dava Türkiye’de iktidar iplerini elinde tutan Erdoğan ve şürekâsını hedef alan politik bir davadır. Yani davayı yürütenlerin derdi yolsuzluk gibi konular değildir. Ama öte yandan şimdi bir kez daha ifşa konusu olan söz konusu pisliklerin mevcut olmadığı, uydurma olduğu anlamına da gelmemektedir. İşçi sınıfı açısından bu davayı yürütenler de davanın hedefi olanlar da tescilli sınıf düşmanıdır, aynı 17-25 Aralık sürecinde olduğu gibi. Bunların hiçbirisi diğerine yeğ tutulamaz. Yolsuzluk gerçekliğinin unutturularak emekçilerin “politik komplo” söylemiyle kandırılmasına ısrarla direnmek gerekir.

Ancak mesele bu yönlerle de sınırlı değildir. Çok önemli bir boyut, rejimin neden Amerikan emperyalizminin hedefi olduğu sorusunda yatmaktadır. Erdoğan rejimini savunmaya doğru itilen işçi-emekçilere anlatılmaya çalışılması gereken en önemli noktalardan birisi tam da burasıdır. Mevcut rejimin efendileri, uluslararası alanda yürüyen emperyalist güç oyununun bir parçası olmak istemiş ve oyuna yeni giren bir güç hevesiyle boyundan büyük işlere kalkışmışlardır. Bunlar, başta bölge coğrafyası olmak üzere başka halkların emperyalist sömürüsüne ortak olmak, bu sömürüden daha büyük pay almak, bölgenin ve dahası, bir milyardan fazla insanı, ağız sulandıran doğal kaynakları kapsayan İslam coğrafyasının efendisi olmak için ağzından salyalar akıta akıta sağa sola dalmışlardır. Bu girişimlerinde, şimdilerde lanet yağdırdıkları Amerikan emperyalizmiyle ortak iş tutmuş, ama süreç içinde kendilerine daha fazla pay istedikleri ve emperyalist ağababalarına madik atmaya kalkıştıkları için şimdi müşkül duruma düşmüşlerdir. İşin aslı budur. Bir süredir taslanan anti-emperyalizm pozları koca bir sahtekârlıktır.

Zarrab davası bağlamında İran sorunu özel bir yer tutmaktadır. Bugünkü ABD yönetimi İsrail’le tam bir uyuşma içinde İran’a yüklenmek istemektedir. Dolayısıyla bu davanın kimi sonuçları İran üzerinde sıkıştırılan vidalara yenilerinin eklenmesi anlamına gelebilir. Ancak Türkiye’deki demagojik propaganda ve tartışmalar bağlamında değinilmesi gereken bir başka nokta var. Zarrab’ın sahnenin ön planında göründüğü tüm uluslararası finansal-ticari trafik için bugün Erdoğancılar ABD ambargosuna kafa tutma üzerinden kendilerine anti-emperyalist övünç payesi çıkarmaya, el altından bunu propaganda etmeye çalışıyorlar. Anti-emperyalizmin özünün anti-kapitalizm olduğu gerçeğini bir kenara bırakalım, o dönem AKP’nin yaptığı ambargo delme işi, İran’ın on yıllardır sürdürdüğü anlamda bir anti-Amerikancılık bile değildi. Bir kere ambargo delme işini yapan birçok ABD ve Avrupa merkezli banka ve şirket de vardı. Hatta bunlardan bazıları ABD tarafından büyük para cezaları ödemeye mecbur bırakılmışlardır. İşin aslı, o dönem Erdoğan şebekesi ne Ortadoğu ne İran halklarını düşünerek hareket ediyor, ne de İran’ın kara kaşı kara gözünü düşünüyordu. Asıl düşündüğü, kendi alt-emperyalist çıkarları temelinde bölgede ağabeylik taslayabileceğini sergilemekti. O dönem hem Filistin’in hem Suriye’nin hem de bir ölçüde İran’ın, Batılı büyük emperyalist güçler karşısında, Batı ittifakı içindeki bir hamisi rolüne soyunulmuştu. Dolayısıyla burada yaşanan, kendisi emperyal emeller taşıyan, yeni palazlanan bir güç olarak Türkiye’nin, kendine emperyalist güç oyununda yer açma çabasıydı. Kuşkusuz bu arada milyonları cebe indirmek de cabası!

Milliyetçilik ve sahte anti-emperyalist çığırtkanlık, CHP’nin bugünlerde yaptığı ifşaat karşısında da devreye sokulmaktadır. Off-shore şirketler üzerinden yapılan kirli işlerin CHP tarafından ifşa edilmesi karşısında rejim güçleri bunun da emperyalist bir komplo olduğunu, Kılıçdaroğlu’nun bunun uzantısı olarak hareket ettiğini propaganda ediyorlar. Çevirdikleri kirli dolapların üstünü örtmek için burada da vatan-millet-Sakarya edebiyatına sığınıyorlar. Milyon dolarların çerez parası gibi döndürüldüğü bu pis ilişkiler ağının, işçi sınıfının sömürüsü ve bilincinin paralize edilmesi temelinde yürütülebildiği gerçeği, sınıf devrimcilerinin özellikle AKP’ye destek veren işçi-emekçilere dönük çalışmasında temel bir teşhir noktasıdır. İşçiler takatsiz kalana dek çalışıp üç kuruşa talim ederken, borç batağı içinde hayatlarını sürdürmeye çabalarken, bu efendiler bir yandan din simsarlığıyla, diğer yandan emperyalizme sözde kafa tutma pozlarıyla vatan-milllet demagojisiyle sefa sürmektedirler.

Suriye’de hüsran

Rejimin yaşadığı sıkışmanın en önemli alanlarından birisi de Suriye ve emperyalist ittifak ilişkileri alanıdır. Aslında Erdoğan rejiminin üzerinde büyük emperyalist güçlerin baskısı uzunca bir süredir artmaktaydı ve bugünlerde olan sadece bu baskının şimdiye kadar olmadığı ölçüde zorlayıcı hale gelmesidir. Bu baskı iki yönlüdür. Birincisi ve asıl olanı ABD emperyalizmi üzerinden gelen baskıdır. İkincisi ise Rusya cenahından gelen baskı. Bu ikinci noktayı özellikle vurgulamak gerekli, zira ABD ve Avrupa baskısı karşısında Rusya’nın Türkiye’ye kollarını açtığı şeklinde bir hava yaratılmaya çalışılmaktadır. Gerçekte Rus emperyalizmi Türkiye’nin ABD emperyalizmi karşısında sıkışmasından istifade kendi çıkarlarını Erdoğan rejimine dayatmaktadır. Bir başka ifadeyle, rejim iki yönlü kıskaç altındadır. Türkiye’nin Rusya karşısındaki tam durumu ancak bu nokta öncelikle net biçimde konulduktan sonra anlaşılabilir. Kuşkusuz Türkiye Rusya’ya doğru kaykılmakla zararını bir nebze sınırlayabilmiştir ve bu Rusya’nın inayetiyle olmuştur. Ama, altını çizelim, bu ancak zararın azaltılması kapsamındadır, söz konusu olan defansif kazanımlardır. Yoksa Türkiye bu yakınlaşmayla istediklerinin çok azını alabilmektedir. Buna mukabil Rusya çok büyük kazanımlar elde etmiş, Türkiye’yi kendisine önemli ölçüde gebe bırakmıştır.

Tüm bu emperyalist güç oyununun en güncel ve hareketli sahnesi konumunda olan Suriye’de durum çarpıcı biçimde kendisini göstermektedir. Bu konuda son günlerin önemli gelişmesi olan Soçi toplantısı ve devamındaki sürece bakılabilir. Gerçekte ABD ve Rusya tepede Suriye meselesinin mevcut aşaması için belirli bir paylaşım mutabakatına varmışlardır. Bunun nihai bir mutabakat olduğu elbette söylenemez, ama mevcut aşamada belirli bir kapsamda tutulan bir mutabakat olduğu da görünüyor. Sonra Rusya bunun uzantısı olarak gerekli şartları hem Esad rejiminin hem de Türkiye ve İran’ın önüne koymuştur. Bunun açık bir sonucu AKP’nin Suriye politikasının temel eksenlerinden biri olan Esad rejiminin devrilmesi hedefini bir kenara bırakması ve bu konuda yakın zamana kadar karşısında savaştığı güçlerin iradesine boyun eğmesidir. Bu açık bir yenilgidir. Karagül Suriye’de Türkiye açısından yaşananın bir yenilgi olduğunu bakın dolaylı biçimde nasıl itiraf ediyor: “Barış aranırken, bir ülkeye kurtuluş yolu çizilirken kimin kazandığına, kimin kaybettiğine bakılmaz. Mesele bir ülkeyi kurtarmaksa, mesele o ülke üzerinden bütün bir coğrafyayı talan etmeye dönük çokuluslu planları boşa çıkarmaksa, mesele o ülke üzerinden Anavatanı bile hedef alan saldırı planlarına göğüs germekse baktığınız yer de, durduğunuz yer de, öncelikleriniz de değişir, değişmek zorundadır.”

Ama daha önemlisi, Erdoğan rejiminin Suriye’deki Kürt hareketini bertaraf etme ya da önleme hedefinin çökmesidir. Bu konuda her ne kadar kuyruk hâlâ dik tutulmaya çalışılıyorsa da görünen köy kılavuz istemez. ABD Türkiye’nin tüm gayretlerine rağmen Suriye’de Kürt hareketiyle işbirliğini derinleştirerek arttırmış, bölgeye kalıcı biçimde yerleşme niyetini somut adımlarla, kurduğu üslerle vb. ortaya koymuştur. ABD’nin bu tutumu karşısında gitgide Rusya’ya yanaşan Erdoğancı politika buradan da Kürt hareketi bağlamında hedeflerine ulaşma vizesini alamamıştır. En son bir Rus askeri yetkilinin Deyrizor’da bir YPG komutanıyla, YPG ve Rusya bayraklarının olduğu bir mekânda yaptığı görüşme ve birlikte verdikleri poz yeterince açıklayıcıdır. Rusya’nın yaptığı, bölgede genelde önemli bir aktör durumuna gelmiş olan Kürt hareketini tümüyle ABD’nin kucağına itmemek için Türkiye, Esad rejimi ve Kürt hareketi arasında bir denge politikası izlemek olmuştur. Türkiye’nin ABD ile geleneksel ittifakını çatlatmak ve onu Batı kampından uzaklaştırmak için ona küçük tavizler vermek, ama Kürt hareketini de kurda yem etmemek; buna mukabil, Kürt hareketinin de daha fazla gelişip palazlanmasına mani olmak için ona karşı Türkiye’nin tasmasını bir gevşetip bir sıkmak. Tüm bu sürecin içinde Türkiye’den kendi ekonomik, politik ve askeri çıkarları bakımından büyük kazanımlar elde etmek. Bugüne kadar yaşananın özeti budur.

Rusya karşısında bağımlılık ciddi boyutlar kazanmıştır. Bu derece bağımlı olunmadığı geçen yılki şartlarda bile, Rus savaş uçağının düşürülmesiyle yaşanan ilişkilerdeki bozulma sonucu, rejimin nasıl hızla bir darboğaza girdiği görülmüştür. Şimdi gelinen bağımlılık düzeyiyle Türkiye, Rusya karşısında çok daha zayıf bir konumdadır. Nükleer santral projesinin geri dönülmez bir noktaya ilerletilişi, S-400 füze savunma sisteminin satın alınması gibi hususlar, hassas enerji projelerindeki bağımlılığı arttırdığı gibi, askeri alanda da yeni bağımlılıklar yaratmaktadır. S-400 füze sistemi için onca zaman ortak üretime geçileceği ve teknolojinin aktarılacağı propagandası yapılmasına rağmen bunun yalan olduğu ortaya çıkmıştır. Korkunç paralar (kimi kaynaklar toplamda 2,5 milyar dolar gideceğini söylüyor!) dökülerek satın alınan bu sistem Rusya’ya verilen bir rüşvet anlamına da gelmektedir. Rusya’yla, tümüyle olmasa bile esasen “Kürt anasını görmesin” diye yapılan bu anlaşmaların Türkiye emekçi halkları dâhil tüm bölge emekçi halklarına düşman niteliği iyi kavranmalıdır.

Tehdit, baskı, manipülasyon

Rejimin telâş içinde Kılıçdaroğlu ve CHP’yi tehdit etmesi, hıyanet demagojileri altında Kılıçdaroğlu’nu da hapse tıkma imalarında bulunması, aslında diğer birçok belirtinin de işaret ettiği üzere, kendilerine güvenmediklerini, üzerinde durdukları zeminin kırılganlığının farkında olduklarını ortaya koyuyor. İktidarın baş kalemşorlarından İbrahim Karagül, bir yazısının başlığında Kılıçdaroğlu’na hitaben açık açık “sen bir güvenlik sorunusun” diyebilmektedir. Medya neredeyse tümüyle kendi ellerinde ya da kontrollerinde olduğu halde sergiledikleri bu pürtelâş manzara, kitlelerin ruh halini kontrol etmede ellerinin eskisi kadar rahat olmadığını gösteriyor. Bunun görünür sonucu baskının daha da arttırılması olacaktır elbette. Nitekim Zarrab meselesi bağlamında kalem oynatan rejim sözcülerinden biri, bu davanın kendileri için olumsuz sonuçlanması halinde, Türkiye’de birçok insanın hayatının karartılacağını açıkça yazmıştır:

“Fetullah Gülen’in hırsı, epey bir zamandır aklının önünde. Kendi duygularını tatmin etmek, AK Parti ve Recep Tayyip Erdoğan’dan intikam almak hırsıyla Zarrab davasında ABD’ye ajanlık yoluyla lojistik destek sağladı ve sağlıyor. Oysa Türkiye’de ‘aklı olmayan’, kaçmayan ve kaçamayan 250 binden fazla FETÖ’cü ve onların 1 milyona ulaşan aileleri var. Zarrab davası Türkiye’deki FETÖ’cülerin şartlarını doğal olarak daha da zorlaştırır.” (Aydın Ünal, Yeni Şafak)

Rejimin kitle manipülasyonunda elinin eskisi kadar rahat olmamasının temel sebeplerinden biri, özellikle son bir-iki yıl içinde emekçi kitlelerin içinde yaşadıkları ekonomik koşulların hissedilir ölçüde ağırlaşmaya başlamasıdır. Yoksullaşma, borçlanma artmaktadır. Resmi rakamlarla bile tüketici enflasyonu son 14 yılın rekorunu kırarak yüzde 13’e, üretici enflasyonu ise yüzde 17’lere yükselmiştir. Türk lirası büyük değer kayıpları yaşamakta, faizler tüm baskıya rağmen yükselmekte, işsizlik artmaktadır. Üstelik bu tablo, rejimin kesenin ağzını olmadık ölçüde açmasına rağmen açığa çıkan bir tablodur. Sermayeyi kurtarmak ve ihya etmek için arttırılan teşvik, yardım ve kıyaklar, görüntüyü kurtarmak için dağıtılan ulufeler, ekonomik plandaki çelişkileri büyütmektedir. Geniş emekçi yığınların da artık etkilerini somut olarak hissetmeye başladıkları bu ağırlaşan şartlar rejimin teşhiri açısından yolsuzluk gibi konuların belli bir etki yapmasına elverişli bir zemin oluşturmaktadır. Rejimin telâşı da aslında bu faktörlerin bir anlamda üst üste gelmesinden kaynaklanmaktadır.

Zira normal şartlarda Türkiye’de AKP’yi hedef alan yolsuzluk konulu ifşaatlar kayda değer politik sonuçlar doğurmamıştır. Bunun temel bir sebebi hiç kuşkusuz kitlelerin mevcut bilinç durumları çerçevesinde bir alternatifin olmayışıydı. Geniş emekçi muhafazakâr kitleler açısından bu dar bilinç ufkunda alternatif olabilecek bir seçenek şimdilerde oluşturulmaya çalışılıyor. Akşener’in başını çektiği İYİ Parti, biriken hoşnutsuzluk için bir çıkış noktası haline getirilmeye çalışılıyor. Dışlayıcı kimlik siyaseti ve bu temelde kutuplaştırma yöntemiyle CHP’yi muhafazakâr emekçi kitlelerin uzağında tutmak nispeten kolay olsa da, ağırlaşan ekonomik ve siyasal şartlarda, İYİ Parti türü oluşumların, yeterli örgütlenme yapabilmeleri halinde, bir şansı vardır. Rejimin telâşını büyüten bir nokta da burasıdır.

Diğer taraftan Zarrab davasının doğrudan ve dolaylı birtakım ekonomik sonuçlarının olması muhtemeldir. Ödenmek zorunda kalınacak büyük tazminatların bindireceği yük bir yana, dış yatırıma muhtaç bir ekonomi olarak Türkiye kapitalizminin yatırım çekmekte daha da zorlanması ve zaten bozulmakta olan ekonomik verilerinin daha da bozulması, dolayısıyla emekçi kitleleri hedef alan yeni saldırı önlemlerinin devreye sokulması gündeme gelebilir. Maliye Bakanı kesilecek cezalar için destek olacaklarını açıklamış bulunuyor. Böylece egemenlerin pis işlerinin faturası bir kez daha emekçilerin sırtına bindirilmiş olacaktır. Bu da emekçilerin hoşnutsuzluğunu arttıracak bir etmendir.

Rejim kendi desteğinde belli bir erozyon olduğunun farkındadır. Bu durum sürekli olarak yapılan anketlerle ölçülmektedir. Bu darboğazdan kurtulmak ya da mümkün olan en az hasarla bunu atlatmak için bir yandan seçmeci biçimde baskıları arttırmaya yöneleceğinin işaretlerini vermekte. Diğer yandan rejim, milliyetçilik zemininde hem tepede ulusalcı-Ergenekoncu kesimlerle kurmuş olduğu koalisyonu sağlama almak için, hem de kendi seçmen kitlesi içinde Atatürk’ü bir sembol olarak benimsemiş kesimlerin örneğin İYİ Parti’ye kaymaması için, taktik bir adım olarak son dönemde “Atatürkçülük açılımı” yapmıştır. Bu, sıkışmanın belirtilerinden biridir ve kesinlikle yumuşama olarak yorumlanmamalıdır.

Rejimin, içine girdiği sıkışıklıktan sıyrılmak için yapabileceği hamlelerden birisi, özellikle Zarrab davası ve Kılıçdaroğlu ifşaatlarının üzerinden gelen basıncı savuşturmak üzere, dışarıda askeri bir harekât ve bunun üzerinden içeride baskıların ve milliyetçiliğin kabartılması olabilir. Burada Afrin’e dönük göstermelik bir saldırı en yüksek olasılıktır. Son günlerde bu yönde kışkırtma ve sataşmaların, zorlama hamasetin yükseltildiğine şahit oluyoruz.

Bunların hepsini topladığımızda Türkiye’de siyasi gerilim ve çalkantının daha da artacağı bir döneme girildiğini vurgulamak gerekiyor. İşçi sınıfının örgütsüzlüğü nedeniyle siyasi mücadele iç ve dış unsurlarıyla esasen burjuva güçler arasında cereyan etmektedir. İşçi sınıfı açısından Erdoğan’dan ve onun faşist rejiminden kurtulmak hayati önem taşımaktadır. İçte ve dışta Erdoğancı burjuva güçlerle diğer burjuva güçler arasında bir kapışma yaşanmaktadır. Burjuva güçlerin yapacakları kuşkusuz kendilerinin bilecekleri bir iştir. Devrimci işçi sınıfı açısından yapılması gereken, her türlü çelişkiden, faşist rejimin yıkılması doğrultusunda yararlanmaya çalışmak olmalıdır. “Dış güçler” demagojisine, “hepimiz aynı gemideyiz” palavralarına karşı işçileri uyandırmak, işçi sınıfı içindeki yapay kutuplaştırmaları kırmak, işçi-emekçi kitlelerin ortak sınıfsal sorunlarını öne çıkarmak en doğru yoldur. Geçtiğimiz haftalarda Zonguldak’ta 2000 maden işçisinin, özelleştirme girişimine karşı girdikleri eylem sürecinde kendilerini madene kapatarak direniş yapmaları ve meclisteki yasa tasarısında yer alan özelleştirme girişimini kendi çalıştıkları madenlerde bozguna uğratmaları olumlu bir örnektir. Bu örnek mücadele fırsatlarının hiçbir zaman tükenmediğine dair işçi sınıfının mücadele tarihinden bildiğimiz şeyi bir kez daha doğrulamış oluyor.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Siyasal Gerilim ve Çalkantı Tırmanırken, 5 Aralık 2017, https://enternasyonalizm.org/node/186

yayın tarihi: 5 Aralık 2017