Faşist Rejim Sıkıştıkça Saldırganlaşıyor

Son çıkan ve kimi hükümleriyle epey tartışma yaratan KHK’ları da bu bağlamda düşünmek gerekiyor. Tek tip elbise uygulaması ve paramiliter güçlere dokunulmazlık getirilmesiyle yalnızca Kürt hareketi ve sosyalistler değil, CHP ve diğer burjuva odaklar da sindirilmeye çalışılıyor.

Kurumsallaşma doğrultusunda ilerleyen faşist rejim, önüne çıkan tüm fırsatları ve elindeki zor gücünü kullanarak kendini tahkim etmeye çalışıyor. Yeni KHK’ları da bu tahkimat sürecinin bir parçası olarak gündeme getirmiş bulunuyor. Ne var ki tüm bunlar, onun bu süreci sorunsuz ve istediği tempoda ilerlettiği anlamına gelmiyor. Son dönemde gerek Ortadoğu’da yürüyen emperyalist savaş ve onunla bağlantılı olarak dış siyasetteki gelişmeler, gerek ekonomik durumdaki kırılganlıklar, gerekse de iç siyasetteki gelişmeler rejimin sıkışmışlığını arttırıyor. Öte yandan yürüyen emperyalist savaşın yarattığı belirsizlik ortamında faşist rejime geçici soluklanma, dikkatleri farklı noktalara yöneltme fırsatları da çıkmıyor değil. Kudüs meselesinde de gördüğümüz gibi, Erdoğan bu tür fırsatları sonuna kadar kullanarak iktidarını güçlendirmeye çalışıyor.

Dış siyasette gelişmeler

Kudüs meselesine gündem değiştirmek ve güçlü lider pozları vermek için bulunmaz bir nimet olarak sarılan Erdoğan, gerek ülke insanının gözünü boyamak gerekse de Ortadoğu’nun Müslüman halklarının gözünde itibar kazanmak için bu tür fırsatları tepe tepe kullanıyor. Emperyalist güçlerin bu tür girişimleri, Türkiye ve “İslam dünyası”nın Batılı Hıristiyan güçlerin saldırısı altında olduğu algısının güçlenmesine ve Erdoğan gibilerin ekmeğine yağ sürülmesine yol açıyor. Bu koşullarda BM Genel Kurulunda ABD’nin kararına karşıt bir karar alınması, önderliğini Erdoğan’ın yaptığı büyük bir zafer olarak lanse edilebiliyor. Yandaş ideologlar bu kararı ABD hegemonyasının kırılması olarak göstermeye çabalasalar da gerçeklik bu değildir. Genel Kurul kararları hiçbir bağlayıcılığı olmayan göstermelik kararlardır, bugüne değin hele de Filistin sorununda, böylesi nice karar alınmış ama hiçbiri hayata geçirilmemiştir. BM, Soğuk Savaş döneminin dengelerini yansıtan bir araçtı, o dönemin kapanmasıyla BM de işlevini büyük ölçüde kaybetmiştir. ABD bugün BM aracılığıyla uzlaşma zeminleri oluşturma gayretinde değildir, eski dengeler yıkılalı çok oldu. Onun açısından şu an, dengeleri koruma değil, yıkma ve yeniden kurma zamanı.

ABD’yle ilişkilerin giderek daha da kötüleşmesi, Erdoğan ve şürekâsının karabasanı durumundadır. Daha düne kadar ABD’nin stratejik ortağı olmakla övünen, 2005 ve 2010 yıllarındaki ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgelerinde de böyle gösterilen TC, bugün onun açık ve resmi düşmanı olmanın kıyısındadır. Yeni Strateji Belgesinin açıklanmasından hemen önce Trump’ın Ulusal Güvenlik Danışmanı General Herbert Raymond McMaster’ın, Türkiye ve Katar’ı “aşırı İslamcı ideolojinin ana sponsoru ve finansörü” haline gelmekle suçlaması tesadüf değildir ve kuşkusuz bunun sonuçları olacaktır. Bir yıl önce Obama’nın yerini Trump’a bırakmasını davul zurnayla karşılayıp ABD’yle ilişkilerin düzeleceğini söyleyen AKP yöneticileri, bugün ilişkilerin tarihteki en kötü durumda olduğunu itiraf ediyorlar. Trump’la telefonla doğrudan görüşüldüğünü ve ABD’nin Kürtlere desteği kesme sözü verdiğini böbürlenerek “işte Türkiye’nin gücü” diye satmaya kalkışanlar, yakın zamanda kabul edilen ABD bütçesinde YPG’ye 338 milyon dolarlık mali yardımın açıkça yer alması karşısında bir kez daha söylemlerinde U dönüşü yapıyorlar.

ABD’de yürüyen Zarrab davasının, doğrudan Erdoğan karşıtı bir dava olduğu apaçık bir gerçektir. Bu davanın son aşamasına gelinmesine rağmen kararın açıklanmasının Noel sonrasına ertelenmesi, pazarlıkların halen devam etmekte olduğuna da işaret edebilir, açılacak yeni davalar için vakit kazanma girişimi olarak da düşünülebilir. Ancak bu dava üzerinden sürecin boyutlanacağı açıktır. ABD basınında davanın Erdoğan hakkında siyasi sonuçlarının olabileceğinin yazılması, Türkiye’nin bir “mafya devletine” dönüşmekte olduğunun vurgulanması, doğrudan Erdoğan’ı hedef alan ikinci bir iddianame ve davadan bahsedilmesi, ABD’de yürüyen bir başka soruşturmada sanık durumunda olan Trump’ın eski ulusal güvenlik danışmanı Michael Flynn’in de itirafçı olmayı kabul ederek Türkiye’deki rejimle para karşılığı kirli ilişkiler içinde hareket ettiği yönünde ifade vermesi, Erdoğan ve ekibinin doğrudan hedefe konulduğunu gösteriyor.

Zarrab davası Türkiye’de iktidar iplerini elinde tutan Erdoğan ve şürekâsını hedef alan politik bir davadır. Yani davayı yürüten ABD’deki odakların derdi yolsuzluk gibi konular değildir. Ama bu söz konusu yolsuzlukların vb. mevcut olmadığı, uydurma olduğu anlamına da gelmemektedir. Bu davayı yürütenler de davanın hedefi olanlar da tescilli sınıf düşmanlarımızdır. Bunların hiçbirisi diğerine yeğ tutulamaz. Erdoğan iktidarının yolsuzluk gerçekliği ve emperyal heveslerle şark kurnazı dolaplar çevirme gayretkeşliği unutturulmamalıdır ve emekçilerin “politik komplo” söylemiyle kandırılmasına ısrarla karşı konulmalıdır.

Öne çıkarmamız gereken, rejimin neden ABD yönetiminin hedefi olduğu sorusudur. Zarrab’ın sahnenin ön planında göründüğü tüm uluslararası finansal-ticari trafik için bugün Erdoğancılar, ABD ambargosuna kafa tutma üzerinden kendilerine anti-emperyalist övünç payesi çıkarmaya, el altından bunu propaganda etmeye çalışıyorlar. Anti-emperyalizmin özünün anti-kapitalizm olduğu gerçeğini bir kenara bırakalım, o dönem AKP’nin yaptığı ambargo delme işi, İran’ın on yıllardır sürdürdüğü anlamda bir anti-Amerikancılık bile değildi. Mevcut rejimin efendileri, uluslararası alanda yürüyen emperyalist güç oyununun bir parçası olmak istemiş ve oyuna yeni giren bir güç hevesiyle boylarından büyük işlere kalkışmışlardır. Bunlar, başta bölge coğrafyası olmak üzere başka halkların emperyalist sömürüsüne ortak olmak, bu sömürüden daha büyük pay almak, bölgenin ve dahası, bir milyardan fazla insanı, ağız sulandıran doğal kaynakları kapsayan İslam coğrafyasının efendisi olmak için sağa sola dalmışlardır. Bu girişimlerinde, şimdilerde lanet yağdırdıkları Amerikan emperyalizmiyle ortak iş tutmuş, ama süreç içinde kendilerine daha fazla pay istedikleri ve emperyalist ağababalarına madik atmaya kalkıştıkları için şimdi müşkül duruma düşmüşlerdir. İşin aslı budur. Bir süredir taslanan anti-emperyalizm pozları koca bir sahtekârlıktır.

ABD’yle çelişkileri derinleşen ve arası açılan faşist rejim çareyi Rusya’ya daha fazla yaklaşmakta görüyor. Rusya da kendi planları doğrultusunda TC’yi adım adım yanına çekmeye uğraşıyor. TC’nin esas derdinin Suriye’de yürüyen savaşta aldığı yenilgi ve doğan boşluktan Kürt hareketinin yararlanması olduğunu düşünürsek, Rusya’yla ilişkilerin de kalıcı ve istikrarlı bir zemine dayandığını söylemenin ne denli güç olduğu kendiliğinden ortaya çıkar. Bugüne dek, Rus bürokrasisi ve Putin, diplomasi alanındaki maharetlerini fazlasıyla sergilediler. Bölgedeki istisnasız tüm güçlerle köprüleri atmadan ilişkileri devam ettirmeyi başardılar. Hepsini bir ölçüde, ya da en azından Ortadoğu savaşının alt başlıklarından birinde yanına çekmek üzerine kurulu sayısız taktik adımla savaşın inisiyatifini ellerine geçirdiler. ABD’nin Kudüs hamlesinin zaten bu gidişatı tersine çevirmek üzere atılmış bilinçli bir provokasyon olduğunu söylemiştik. Erdoğan bugün Kürt hareketinin önünü kesmek için Putin’e muhtaçtır. Ne var ki, Rusya tüm yumurtaları aynı sepete koymuyor, hem TC’yi hem de Kürtleri idare etmek, her ikisi üzerindeki nüfuzunu da arttırmak istiyor. Bu noktada Suriye, İran, TC ve Kürt hareketini birbirlerine karşı dengeleyici bir unsur olarak kullanıyor.

Savaşın şu anki seyrinde Rusya’nın bu taktiklerinin bir karşılığı olsa da, işlerin daha da kızışacağı ilerleyen aşamalarda bu çokeşlilik durumu iyice zora girecektir. Yakın zamanda Suriye savaşının sonuna gelindiği yolundaki açıklamaların içi boş olduğunu söylemiş, bıraktık Ortadoğu’yu Suriye’de bile paylaşımın tamamlanmadığını vurgulamıştık. Kısa sürede yaşanan gelişmeler bu tespitimizi doğruladı. Ne Cenevre sürecinden ne de Astana’dan bir şey çıkmıştır. Soçi’de yapılması planlanan Kongre, bileşenleri hususunda İran ve TC’nin çıkardığı sorunlar nedeniyle Şubat ayına ertelenmişti. PYD’nin bu Kongre’ye davet edilmeyeceğinin resmen açıklanması faşist rejimin sözcüleri tarafından bir zafer olarak sunulsa da, hevesleri kursaklarında kaldı. Kürtlerin olmadığı bir Kongre’nin daha baştan ölü doğacağı, sahada bir karşılığının olmayacağı aslında herkes tarafından biliniyor. Zira bu beyanattan kısa süre sonra PYD, davet üzerine Moskova’da katıldıkları bir toplantının ardından, önderliğini yaptıkları “Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu”ndan 155 kişilik bir delegasyon listesi istendiğini açıkladı. Buna rağmen Kongre’nin akıbeti belirsizliğini halen koruyor, keza Suriye’deki 40’a yakın muhalif İslamcı örgüt (besbelli ki ABD’nin yönlendirmesi) Kongre’ye katılmayacaklarını açıkladılar. Bilhassa bu gelişmelerin ardından, Erdoğan ve sözcülerinin, Esad yönetimini bir kez daha gayri meşru ve terörist olarak adlandırması ve Suudilerle arayı düzeltmeye girişmesi de Erdoğan’ın hem Rusya’dan istediği ölçüde bir destek bulmakta zorlandığını hem de ABD’yle yeni pazarlıklar arayışında olduğunu gösteriyor. Yani kısaca, Rusya’yla flört cephesinde de faşist rejimi parlak günler beklemiyor.

Ekonominin durumu

Uluslararası alandan gelen baskı; ABD ile Türkiye arasındaki çelişkiler, Ortadoğu’da savaşın yeni cephelere doğru ilerlemesi Türkiye ekonomisinin kırılganlığını daha da arttıran ve rejimi zorlayan hususlardır. Rejim, bu yılın üçüncü çeyreğindeki büyüme rakamlarının açıklanmasıyla bir bahar havası estirerek bu atmosferi değiştirmeye gayret ediyor. Rejim bu büyümeyi, toplumdaki “bir şeyler kötü gidiyor algısını kırmak üzere” kullanmak istiyor. Ancak tüm propagandaya rağmen kitlelerin bu büyümeyi günlük yaşamlarında olumlu bir şekilde hissetmesi söz konusu değildir. Tersine, hayat pahalılığı tekrar bariz bir şekilde hissedilmeye başlanmıştır. Enflasyon da bunu gösteriyor. İşsizliğin azaldığı söyleniyor ama bu azalma da sağlanan ekonomik büyüme ve yaratılan istihdam sayesinde değil, esas olarak teşvikler sonucunda geçici işe almalar ve stajyer, çırak, kursiyer istihdamı sayesindedir. Uzun yıllardan sonra, halkın en önemli sorun olarak “ekonomi”yi birinci sıraya yükseltmesi, gidişata dair yaygın kaygıların bir göstergesidir.

Faşist iktidar kendini kurtarmak için ekonomiyi büyüttüğü propagandasına sarılıyor. Oysa onca propagandası yapılan ekonomik büyümenin, kaynağı dış borçlanma olan tüketim pompalamalarıyla sağlanan, şişirilmiş, istikrarsız ve krizleri engelleyemeyen bir büyüme olduğu ortadadır. Biz buradan, sınıf hareketinin gelişimine dair ne tür yansımalar olacağını anlamaya çalışmalıyız. Çünkü sınıf mücadelesinin gidişatında birçok faktör rol oynasa da, ekonomik gidişatın başrolde olduğu bilinen bir gerçektir. Erdoğan da bu gerçeği bildiğinden (ya da en azından 2008 krizi sonrasında yapılan yerel seçimlerde yaşadığı gerileme aklına kazındığından) her yolla ekonomiyi canlı tutmaya çalışıyor. Bu büyümenin alt verilerine baktığımızda böylesi bir performansın kalıcı olamayacağını görüyoruz.

Faşist rejim, hem içeriden hem de dışarıdan gelebilecek basınçları göğüslemek amacıyla, ne pahasına olursa olsun ekonomide bir çöküşü engellemeye çalışıyor. Bu temelde aslında fazladan bir yüklenme söz konusudur. Bir taraftan teşvik adı altında İşsizlik Fonunun ve devlet kaynaklarının sermayeye aktarılması, KDV-ÖTV indirimleriyle tüketim kampanyalarının devlet eliyle örgütlenmesi vardır. Bu hem İşsizlik Fonunun yağmalanmasıyla hem de bütçenin inanılmaz açıklar vermesiyle sonuçlanıyor. Öte taraftan oluşturulan Kredi Garanti Fonuyla bankalara kredi dağıtmaya devam etmeleri yönünde bir basınç bindirilmektedir. Geçmişte Keynesçi politikaların izlendiği dönemlerde, bütçe açıkları göze alınarak kamu yatırımları ve harcamaları aracılığıyla ekonomi canlandırılmaya çalışılırdı. Günümüzde ise devletler bu kaynakları doğrudan özel sektöre sunarak onları ayakta tutmaya çalışıyorlar, ama sonuç yine aynıdır: devasa bütçe açıkları ve artan iç ve dış borçlar. Türkiye gibi zaten kırılgan ve dış finansmana bağımlı bir ülke ekonomisi açısından bu hepten bir çıkmaz anlamına geliyor. Hele de içe dönük finans hareketlerinin azaldığı, faizlerin ve döviz kurlarının arttığı bir dönemde.

Hükümetin öve öve bitiremediği ekonomik büyüme, ana gövdesini emekçilerin sırtlandığı vergilerden oluşan devlet kaynaklarının, işçilerden kesilen primlerle oluşan fonların sermayeye transferiyle sağlandığı gibi, emeğin giderek artan oranda sömürülmesine de dayanmaktadır. Ücretlilerin milli gelirden aldığı payın her geçen yıl daha da düşmesi, 2008 krizinden beri işçi sınıfının tüm kesimlerinde ücretlerde reel bir artış olmayıp gerileme yaşanması bunun göstergesidir. Gelirleri giderlerini karşılamanın çok gerisinde olduğundan işçiler aşırı çalışma ve borç batağında yaşamlarını sürdürmek zorunda kalıyorlar. Faiz artışlarından ötürü borçlanma imkânlarının daralması, borçların geri ödenmeme oranında son yıllarda bir kez daha artış yaşanması olgusu tüm bunlarla birlikte düşünüldüğünde, önümüzdeki dönemde ekonomide kötüye gidişin artma ihtimali güçlenmektedir.

Sözkonusu ekonomik sıkışmışlığı hükümetin asgari ücret konusundaki açıklamalarında da görmek mümkündür. 2018 yılı için belirlenen asgari ücret artışı resmi enflasyon oranına yakın gözükse bile asgari ücret hâlâ açlık sınırının bile altındadır. Hükümetin sözcüsü durumundaki Hak-İş ve Türk-İş dahi bu artışa karşı beyanatlarda bulunmak zorunda hissediyorlar kendilerini. Buna ekonominin can damarlarından olan metal sektöründeki sözleşme sürecinin tıkanmış olduğunu, burjuvazinin OHAL’e güvenerek dayatmalarda bulunduğunu ve bunun da metal işçileri arasında hoşnutsuzluğu arttırdığını eklemek gerekiyor. Bunlar mücadele dinamiklerini ve potansiyellerini besleyen ögeler. Ama sınıf mücadelesinin gidişatını yalnızca bu ekonomik koşullar belirlemez, işçilerin mevcut örgütlülük ve bilinç düzeyi, sendikaların durumu, hükümetin geniş emekçi kitleler tarafından nasıl algılandığı da belirleyici faktörlerdir. Bunlar hesaba katıldığında, mevcut tablo şimdilik iç açıcı değildir. Sendikalar dibe vurmuş durumdadır ve en büyük sendikalar hükümetin korporatif aygıtlarına dönüştürülmüştür. Uzun yıllardır genel bir mücadele dalgası yaşamayan işçilerde, bir sınıf oluşturdukları bilincinin aşındığını görmekteyiz. Erdoğan, giderek azalsa da, halen emekçi kitlelerin önemli bir bölümünün desteğine sahiptir ve bu akıl tutulması sınıf hareketinin en büyük ayak bağı durumundadır.

İç siyasetteki gelişmeler ve yeni adımlar

Sınıf mücadelesinin son derece geri bir düzeyde seyretmesi, devrimci muhalefet ve örgütlülüklerin etkisinin çok kısıtlı olması, Kürt hareketinin muazzam bir baskı altına alınması ve dikkatinin esasen Suriye’ye çevrilmesinden ötürü ondan kaynaklı demokratik dinamiklerin de zayıflaması gibi olgular, rejimin geleceğini belirleyecek dinamiklerin esasen Ortadoğu’da yürüyen savaş, dünya ekonomisinin durumu ve büyük güçlerle ilişkiler gibi faktörlerde somutlandığını gösteriyor. Ancak bu saptama, iç siyasette burjuva muhalefetin hepten etkisiz olduğu anlamına gelmiyor. Görüyoruz ki, Akşener’in partisinin AKP tabanına da seslenebilen bir alternatif olarak ortaya çıkması, CHP’nin AKP’yi teşhir amacıyla örgütlediği kampanyalar, TÜSİAD’ın ya da Abdullah Gül’ün mızmız karşı çıkışları da rejimin başındakileri tedirginliğe sürüklemektedir. Bu cılız muhalif seslere karşı iktidarın verdiği tepkilerden anlıyoruz ki, rejimin en küçük bir çatlak sese bile tahammülü yoktur.

Yaz aylarında CHP’nin örgütlediği Adalet Yürüyüşü, rejimin efendileri için alarm zilleri anlamına gelmişti. Ama CHP doğan bu havadan da yeterince yararlanamadı. Sınıf doğası onu muhalefeti sokakta örgütleyip büyütmek yerine parlamento ve yargı kurumları üzerinden yürümeye itiyor, sanki bu kurumlar halen işlerliğini koruyormuş gibi! CHP’nin son dönemde gündeme getirdiği MAN adası belgeleri, ağırlıkla bu tarz bir muhalefetin örneği oldu. Sözkonusu ifşaatlar çok daha kapsamlı bir sokak muhalefeti seferberliğinin konusu haline getirilmeye çalışılacak yerde, medya ve Meclis kürsüleriyle sınırlı tutuldu. Ama bu bile AKP’yi yeterince ürküttü. Bu yolsuzluk belgelerinin ifşasının ardından AKP cenahından sayısız tutarsız açıklama geldi. Erdoğan karşı saldırıya geçerek CHP’yi hedef tahtasına daha da sıkı çiviledi. CHP’yi itibarsızlaştırmaya ve suçlu göstermeye dönük adımlar atılmaya başlandı. CHP’li Ataşehir belediye başkanı görevden alındı. Yeni görevden almaların sırada olduğu söylenmeye başlandı. CHP lideri Kılıçdaroğlu hakkında da davalar açılacağı söylentisi yayıldı. Yandaş kalemler açıkça onu vatan hainliğiyle suçlamaya girişti. CHP’yi “terör” örgütleriyle ilişkilendirmeye dönük yandaş yorumlar artmaya başladı.

Son çıkan ve kimi hükümleriyle epey tartışma yaratan KHK’ları da bu bağlamda düşünmek gerekiyor. Tek tip elbise uygulaması ve paramiliter güçlere dokunulmazlık getirilmesiyle yalnızca Kürt hareketi ve sosyalistler değil, CHP ve diğer burjuva odaklar da sindirilmeye çalışılıyor. İşler kötüye gittikçe ve rejime karşı muhalefet potansiyelleri arttıkça, faşist rejim kendisini koruyabilecek önlemleri arttırmaya çabalıyor. Dış basınç ve ekonomik zorlukların yanı sıra, bir yanda savaş ve Kürt sorunundan kaynaklı basınç, öte yanda burjuva muhalefet odaklarının yeni girişimleri iktidarı olası yeni toplumsal hareketleri bastırmaya dönük faşist baskı tedbirlerini arttırmaya yöneltiyor. Son KHK’nın anlamı budur. Sivillere üstü kapalı olarak hükümet karşıtı gösterilere silahla da olsa karşı çıkma çağrısı yapılmaktadır. Her ne kadar gelen tepkiler üzerine bu kararnamenin geçmişe dönük olduğu resmi olarak söylenmek zorunda kalınsa bile, rejimin niyeti gün gibi ortadadır. Yeni bir baskı dalgasının işaretleri verilmektedir.

2019 yılında yapılacağı söylenen cumhurbaşkanlığı seçiminin, OHAL koşullarında hiçbir şekilde demokratik bir seçim olmayacağını, AKP’nin seçimin galibi olarak çıkmak için her türlü sahtekârlığa girişeceğini, tüm önlemlere rağmen seçimden istediği sonucu elde edemezse bu seçimlerin boşa çıkartılacağını söylemiştik. Eğer tüm dolaplara rağmen kazanamayacağı kesinse, cumhurbaşkanlığı seçiminin yapılmaması da ihtimal dâhilindedir. İşte bu KHK’dakine benzer adımlarla muhalefete gözdağı verilmekte ve bu tip sahtekârlıklara tepki olarak olası bir yükseliş dalgasına karşı faşist tedbirler alınmaktadır. Bu KHK’lar, rejimin KHK’larla yönetmeye devam edeceğini ortaya koyuyor. Rejim sıkıştıkça yumuşamayacak, tersine baskıları daha da arttıracaktır. Bu baskıların yalnızca devletin resmi baskı aygıtlarıyla sınırlı kalmayacağı, paramiliter çetelerin de daha aktif hale getirileceği ortadadır.

 

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Faşist Rejim Sıkıştıkça Saldırganlaşıyor, 2 Ocak 2018, https://enternasyonalizm.org/node/206

yayın tarihi: 2 Ocak 2018