Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) yapılan tüm itirazları teker teker reddedip, kesin sonuçları açıklamasıyla referandum süreci resmi olarak sona ermiş oldu. YSK’nın kimseyi şaşırtmayan bu tavrıyla, sonuçların gayrimeşruluğu da onaylanmış oldu aslında. Burjuva hukukunun ilkelerinin bile alenen ve bağıra bağıra çiğnenmesinin en çarpıcı örneklerinden biri olan bu uygulamanın ardından, Erdoğan ve ekibi totaliter diktatörlüğün kurumsallaştırılmasına dönük adımları atmak üzere derhal işe koyulmuştur. Birkaç gün önce AKP’ye resmen geri dönmüş olan Erdoğan’ın, Mayıs ayı sonunda yapılacak göstermelik olağanüstü kongreyle AKP’nin başına geçmesi, bunun ardından hükümette değişiklikler yapılması ve AKP içinde de bir temizlik operasyonunun yürütülmesi bekleniyor.
Bir zamanlar AKP önde gelenleri ve AKP’nin liberal yandaşları “üstünlerin hukuku değil, hukukun üstünlüğü” lafını dillerine dolamışlar, “hukuk devleti” ile “kanun devleti” arasındaki ayrıma işaret ederek kanunların yürürlükte olmasının, hakkın, hukukun ve adaletin tecelli etmesine yetmediğini vurgulamayı pek sevmişlerdi. 7 Haziran 2015 seçimlerinin bir tür hükümet darbesiyle boşa çıkarılmasından bu yana, bıraktık “hukuk devleti”ni, “kanun devleti” bile unutuldu bu topraklarda. Kanunlar açıkça çiğneniyor ama buna dur diyecek ne bir Meclis var ortada ne de yüksek yargı kurumları. Son anayasa değişikliği paketinin daha Mecliste görüşülüp oylanması sırasında sergilenen kanun ihlalleri bir çığ gibi büyüyerek tüm referandum sürecine damgasını bastı. Yasalar ve yönetmeliklerin yanısıra başta cumhurbaşkanının (en azından görüntüde) tarafsızlığı olmak üzere birçok Anayasa maddesi göstere göstere çiğnendi. “Namusu ve şerefi üzerine” tarafsız kalmaya yemin etmiş bir cumhurbaşkanının alanlarda bir parti genel başkanı gibi arzı endam ederek muhalefet partilerine verip veriştirmesi, burjuva ikiyüzlülüğün yeni bir örneği oldu. Referandum öncesinde hayır kampanyasının devlet zoruyla engellenmesi, evet için ise tüm devlet olanaklarının seferber edilmesi bile Erdoğancılara yetmedi. Kaybetme korkusuyla her türlü hileyi referandum günü hayata geçirdiler. Tüm bu kanunsuzluklar, Kürt illerinde estirilen devlet terörüyle, sahte oylarla, blok evet oylarıyla, muhalif partilerin müşahitlerinin sandık başından silah zoruyla uzaklaştırılmasıyla ve en nihayet 2,5 milyon civarında olduğu söylenen mühürsüz oylarla ayyuka çıktı. Besbelli ki bu mühürsüz oylar, AKP’nin baştan ustalıkla kurguladığı bir oyunun parçasıydı; tüm bu sahtekârlıklarla bile referandumdan evet oyu çıkartamazlarsa, bu mühürsüz oyları bahane ederek referandumu iptal edeceklerdi. Evet’in çoğunluğu sağlaması durumunda ise dizginlerini ellerinde tuttukları YSK aracılığıyla itirazları reddedeceklerdi. Yani her durumda kazanan “evet” olacaktı. Planladıkları gibi de yaptılar.
Erdoğan’ın seçim ya da referandumu kaybetmemek için her türlü dalavereye girişeceği, kaybetmesi kesinse ve bunu engelleyemiyorsa o sandığı halkın önüne getirmeyeceği giderek daha güçlü bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Bundan sonra halkın önüne konulacak sandıklarda da benzer tabloların yaşanması büyük olasılıktır. Bu durumda, bugüne kadar meşruluğunu seçim sandığı üzerinden kuran Erdoğan’ın önümüzdeki süreçte de kurumsallaştırmaya çalışacağı totaliter rejimi bir “plebisiter rejim” olarak şekillendirme niyetinde olduğu anlaşılmaktadır.
CHP: Muhalefet mi, koltuk değneği mi?
7 Haziran seçimlerinin Erdoğan’ın manevralarıyla geçersiz kılınması aslında bir hükümet darbesine işaret ediyordu. Erdoğan, iktidarı bir seçimle kolay kolay bırakmayacağının açık mesajını vermiş oldu. Gerek CHP gerekse de diğer muhalefet partisi olan HDP bu süreci doğru kavrayamayarak kötü bir sınav verdiler. 1 Kasım seçimlerinin sonuçlarını “olgunlukla” kabullenerek Erdoğan’ın kendi adımlarını meşru göstermesine katkıda bulunmuş oldular. Bu süreçte atılması gereken adımları cesurca atmaktan uzak durdukları gibi sanki ortada işleyen bir parlamenter düzen kalmış gibi Meclisin görünüşteki varlığını meşrulaştırdılar. Totaliterleşen rejimin üzerini örten bir şal olarak şimdilik Meclise ihtiyaç duyan Erdoğan pek de zorluk çekmeden istediği adımları atmaya devam etti. CHP ve HDP bu süreçte Meclisten çekilmeyi tartışsa da bu adımı atmaktan çekindiler. CHP bu süreç boyunca aslında tüm kritik noktalarda AKP’ye destek oldu; dokunulmazlıkların kaldırılmasında, Kürt illerinin yerle bir edilmesinde, Yenikapı mitinginde, ordunun Suriye’ye sokulmasında, AB kurumlarının toplantılarında vb. hep AKP ile birlikte davrandı ve onun istediği doğrultuda oy kullandı. Son günlerde TSK’nın Rojava’daki Kürt güçlerine yönelik hava bombardımanını da desteklemekten geri durmayan CHP tüm bu tutumlarıyla, kurulu burjuva düzenin has partisi olduğunu bir kez daha kanıtladığı gibi, Erdoğan ekibinin faşist yönelimine karşı tutarlı bir mücadele yürütmekten aciz olduğunu da pratikte ispatladı.
CHP’nin bu tavrı, binlerce üye ve yöneticisi hapse tıkılan, tüm belediyelerine el konulan HDP’yi de büyük bir çıkmazın içine sürükledi. Artık tümüyle göstermelik hale gelen Meclisten çekilerek onun gayrimeşruluğu üzerinden bir mücadeleyi örmeye girişme tercihi HDP yönetiminde kabul görmedi. Faşizmin kurumsallaştırılmasına dönük anayasa görüşmelerinin Mecliste yürütülmesine katkı sunan CHP, sanki parlamenter düzen normal bir biçimde işliyormuş gibi davrandıkça HDP de bu oyunu boşa çıkaracak adımları atmaya girişemedi. Referanduma gidileceği kesinleştiğinde CHP, hem de OHAL koşullarında bu sürece ortak olmaya karar verdi. Onun bu kararı karşısında artık takınılabilecek tek anlamlı tavır, bu referandumdan mümkün olduğunca büyük bir “hayır” çıkartarak, Erdoğan’ın atacağı adımların gayrimeşruluğunu sergilemek ve bu temelde bir mücadeleyi geliştirmeye çabalamaktı. Sosyalistlerin de içinde bulunduğu sol muhalefet bu koşullarda elinden geleni yapmış ve başarılı bir sınav vermiştir.
CHP, devletçilik ve milliyetçilik bağlarıyla düzene sımsıkı bağlıdır. Tam da bu bağları nedeniyle o düzenin faşist yöntemlerle koruyuculuğuna soyunan Erdoğan’ın adımlarını boşa çıkarmaktan acizdir. Referandum sonrasında ortaya çıkan tablo karşısında esip gürler bir görüntü verse de, bu “muhalefet”ini düzenin “saygın” kurumları çerçevesi içinde tutmaya her şeyden daha fazla önem vermektedir. Bir burjuva düzen partisi olarak CHP, tabanındaki kitleleri seferber edip siyasetin gerçek alanı olan sokakta inisiyatifi ele geçirmeye çalışmaktan uzak duruyor. Referandum sonrasındaki protesto gösterilerini sahiplenmemesi ve sonra da “kurumsal olarak” bu protestoların içinde olmadıklarını açıklaması da onun “müesses nizamcı” tabiatından kaynaklanmaktadır. “Her türlü yasal haklarını, her türlü yasal yoldan arama” gayretiyle CHP, Erdoğan’ın adımlarının gönülsüz meşrulaştırıcısı olmanın bir adım ötesine geçememektedir. Meseleyi 2019’daki seçimlere erteleme yaklaşımının ağır bastığı ve bu durumun parti içinde rahatsızlıklara yol açtığı görülüyor. Bir yandan Fikri Sağlar gibi partinin sol kanadından isimler, diğer taraftan ise partinin gençlik örgütleri CHP yönetimine sert eleştiriler yöneltmektedir. Onu, daha mücadeleci bir çizgi izlemekten kaçınmakla ve AKP’nin adımlarını meşrulaştırmakla suçlamaktadır.
Olanaklar ve zorluklar
Erdoğan faşizm doğrultusunda ilerledikçe, CHP tabanındaki gençliğin, beyaz yakalı emekçilerin ve Alevilerin tedirginliği haklı olarak artmakta ve bu kesimlerin içinde daha mücadeleci eğilimler zayıf da olsa filizlenmektedir. Erdoğan’ın faşist rejiminin Sünniliğe dayalı dini söylemi Alevi kitleleri tedirgin ediyor. 15 Temmuz darbe girişiminin arkasından devlet eliyle tertiplenen gösterilerin kimi bölgelerde Alevi mahallelerine dönük saldırı girişimlerine dönüşmesi, bu tedirginliğin hiç de yersiz olmadığını kanıtlıyor. Yaşam tarzına dönük saldırıların yanısıra derinleşen ekonomik kriz de diğer emekçiler gibi beyaz yakalı emekçileri de tedirgin ediyor. Dayatılan muhafazakâr değerler, okul idarelerinin artan baskıcı tutumları, üniversite gençliğinin yanısıra liseli gençliği de giderek artan bir sıkışmışlık duygusuna sevk ediyor. Bu kesimler içerisinde AKP karşıtlığının çok daha büyük olmasının nesnel bir zemini olduğu görülüyor. Ancak bu noktada abartılı beklentilerden uzak durmak, CHP’nin pasifize edici tutumlarından ötürü Hayır oyu kullanan kitlelerde patlak veren öfkenin giderek pörsüdüğünü ve yılgınlık psikolojisinin güçlenebileceğini de unutmamak gerekiyor. Olası bir sola kayışın ilk elde, CHP tabanına oynayan Vatan Partisi gibi ulusalcı akımların değirmenine su taşıması şaşırtıcı olmayacaktır.
Hiç kuşku yok ki, referandum sonuçları bağlamında proleter devrimcileri en çok ilgilendiren ve en sevindirici husus işçi sınıfının kalbinin attığı büyük kentlerde Hayır oylarının gözle görülür bir şekilde artması ve çoğunluğu oluşturmasıdır. Bursa ve Kocaeli hariç tüm büyük sanayi kentlerinde işçi sınıfı çoğunlukla Hayır demiştir. Bu iki kentte de Hayır oyları beklenenin üstünde çıkmış, ayrıca Kocaeli’nin merkezi olan İzmit’te Hayır önde çıkmıştır. Bu sevindirici durum, işçi sınıfı içerisinde hoşnutsuzluğun büyümeye başladığı anlamına geliyor. Derinlerde yatan hoşnutsuzluk yavaş yavaş dışa vurmaya, Erdoğan’ın etkisi belli ölçülerde erozyona uğramaya başlıyor. Giderek derinleşen krizin ve referandum sonrasına ertelenen saldırıların bu süreci hızlandırıp olgunlaştırması olasıdır. Referandumdan önce, sınıf devrimcilerinin fabrika ve işyerlerindeki çalışmalarından aktardıkları anekdotlar, işçi basınımıza yansıyan bilgi ve mektuplar bu doğrultudaki sevindirici gidişata işaret ediyordu. Referandumun sonuçlanmasıyla aktarılan bilgiler de aynı gerçekliği gösteriyor. İşçi sınıfımız giderek artan bir tedirginlik içerisinde. Erdoğan’ın sahtekârlıkları, Evet oyu vermiş işçilerin bir kısmında da bir mahcubiyet oluşturmuş durumda. Referandum çalışmaları sırasında Evet ve Hayır tercihinde bulunan işçiler arasında anlamlı tartışmaların yaşanabilir olmasının, Erdoğan’ın dayattığı kutuplaşmanın bir ölçüde zayıflamış olmasının anlamı büyüktür. Sınıfa dayatılan yapay burjuva kutuplaşmanın kırılıp, sınıfa karşı sınıf perspektifiyle daha büyük işçi bölüklerinin bir araya getirilmesi çabasının ne denli önemli olduğu bu vesileyle bir kez daha açığa çıkmıştır. Bu doğru çaba daha etkin bir biçimde sürdürülebilirse, Erdoğan sempatisi nedeniyle AKP’ye oy veren geniş emekçi kesimlerin, şimdilik ve başlangıç olarak, referandumda Hayır diyen kısmını muhalif bir pozisyona çekebilmek pekâlâ mümkündür. İşçi kitleleri yaşayarak öğreniyorlar. AKP’ye destek veren işçi kitlelerine, onun girişeceği saldırıları hatırlattığımızda şimdilik bize inanmıyor ve “eğer öyle bir şey yaparsa 2019’da hesabını sorarız” cevabını veriyorlar. Önemli bir kesimin içine kurt düşmüş durumda ve bunu yılmadan büyütmeye çabalamak sınıf devrimcilerinin görevidir.
Ne var ki, bu noktada da sabırlı ve planlı bir çalışmayı enerjik bir şekilde yürütme gereğinin yanısıra, abartıdan ve boş beklentilerden uzak durma gereği bir o kadar önemlidir. Krizin derinleşmesi ve hak gasplarına dönük artan saldırılarla gençlik ve işçi sınıfı içerisinde huzursuzluk ve hoşnutsuzluk artacaktır, bu doğru. Ancak faşizm koşulları ağırlaştıkça, bu hoşnutsuzluğun kendisini dışa vurma yollarının giderek tıkanacağını da göz ardı etmemek gerekiyor. Hoşnutsuzluğun siyasal biçimler kazanması, sınıfın geniş kitlelerinin siyasal tercihlerinde bir değişim olması kendiliğinden ve doğrudan gerçekleşmiyor. Emekçi kitlelerin gündelik yaşamı ve mücadelesi ile siyasal eğilimleri arasına egemenlerin medya tekeli çok güçlü bir belirleyen olarak girmektedir. Deneyimsiz, gerçek bir örgütlülükten yoksun olan ve bilinçsiz işçi kitlelerinin yaşananlardan gerekli sonuçları kendiliğinden çıkarabileceğini beklemek boş bir hayal olur. Tersine, bu durumdaki kitleler, yaşadıkları sorunlarda siyasal iktidarın payı ve rolünü görmekte bugün çok zorlanmaktadırlar. “Metal fırtına” sürecinde yaşananlar bu gerçeği yeterince kanıtlamıştır. Mücadele deneyiminden ve örgütlülükten yoksun kitleleri, egemen sınıf bazen güç belâ da olsa ama her zaman manipüle etmenin, gelişen kendiliğinden hareketlilikleri pörsüterek bastırmanın yollarını bulmuştur.
Hoşnutsuzluğun artacağının farkında olan iktidarın, en başta milliyetçiliği daha da kışkırtarak buradan bir çıkış yolu aramaya girişeceğini öngörmek mümkün. Bunun yolunun Kürt ulusal hareketine karşı savaşı büyütmekten, Ortadoğu’da yürüyen savaşı daha da kızıştırmaktan, Suriye Kürdistanı’na dönük yeni saldırılardan, AB ve ABD ile yeni kontrollü gerilimleri körüklemekten geçtiği açıktır. Bu koşullarda, referandum sonuçlarından hareketle hükümeti uzlaşmaya davet eden CHP ve kimi liberal ideologların beklentileri beyhudedir. Önümüzde uzanan süreç, Erdoğan’ın geri adım atması ve uzlaşma süreci değil, çatışmanın körükleneceği ve faşizmin katılaştırılmaya çalışılacağı bir süreç olmaya namzettir. Erdoğan duraksamanın ve geri adım atmanın kendi sonuna giden kaygan bir yola girmek olduğunun farkındadır, bu nedenle faşist rejimi götürebileceği kadar ileriye götürmeye çabalayacaktır. Erdoğan bıraktık muhaliflerle uzlaşmayı, kendi partisi içerisindeki ayrık otlarını bile temizlemeye çabalayacak, parti içi muhalefet ezilecektir. Bu gerçeklik AKP içindeki muhalefetten medet bekleyenlerin de hayal kırıklığı yaşamasının güçlü ihtimal olduğu anlamına geliyor.
Ne var ki, Erdoğan’ın liderliğini yaptığı faşist rejimin kurumsallaşması da istikrar kazanması da o kadar kolay değildir. Bu açıdan işini kolaylaştıran faktörlerin yanısıra zorlaştıran faktörler de ziyadesiyle mevcuttur. İşini zorlaştıran faktörler arasında, büyük burjuvazinin belirleyici bölümünün desteğini henüz kazanamamış olmasını, ekonomik krizi ve yürüyen savaşı saymak gerekiyor. Zaten kırılgan bir ekonomik temele sahip olan Türkiye kapitalizmi, Erdoğan’ın faşist rejimine ekonomik istikrar olanağı sunmuyor. Yürüyen emperyalist paylaşım savaşı içerisinde izlediği politikalar nedeniyle Erdoğan uluslararası alanda yalıtılmış durumdadır, dimyata pirince giderken evdeki bulgurdan olmaktan korkmaktadır.
Büyük burjuvazi gözünü AB ve ABD emperyalizminin takınacağı tutuma dikmiştir, uluslararası burjuvazinin Erdoğan’la nasıl bir anlaşmaya varacağı ya da köprüleri tümden atıp atmayacağı halen belirsizdir. Oradaki belirsizlikler büyük burjuvaziyi de muallâkta bırakmaktadır.
Her halükârda önümüzde uzanan sürecin son derece çatışmalı, kaotik, sürprizlere gebe ve gerginliklerin artacağı bir dönem olacağı açıktır. 2019’a kadar her şeyin aynen takvime bağlandığı gibi işleyeceğini düşünmek yanlıştır. Sürecin gidişatını belirleyecek olan bu takvim değil, içerideki sınıf mücadelesi ve Kürt hareketindeki gelişmeler ile kriz ve savaşın gidişatı olacaktır.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Referandum Sonrasında Nasıl Bir Döneme Girdik?, 1 Mayıs 2017, https://enternasyonalizm.org/node/181
Dindarlık Kisvesinde Kindarlık
Erdoğan’dan Havuç-Sopa Taktikleri