Faşist rejimi kurumsallaştırma yolunda önemli bir adım olan başkanlık referandumundan türlü dümenlerle istediği sonucu çıkartan Erdoğan, YSK’nın resmi sonuçları açıklamasının ardından yoluna devam etmeye koyuldu. Meşruiyetini tüm dünyanın kabul ettiğini göstermek üzere Rusya’dan Çin’e, ABD’den Brüksel’e geniş bir dünya turu atıp boy boy pozlar veren Erdoğan bu arada TÜSİAD’ı da ihmal etmedi ve uzun bir aranın ardından ilk kez bu finans-kapital örgütünün Yüksek İstişare Konseyi toplantısına katıldı. Başkanlık yetkisini aldıktan sonra, yerli ve yabancı büyük sermaye çevrelerine açıkça “atı alan Üsküdar’ı geçti, kabul edin artık” mesajı veren Erdoğan, bununla birlikte tıpkı Trump görüşmesinde ve daha sonra gittiği NATO zirvesinde (özellikle AB’yle müzakereler konusunda) olduğu gibi bu toplantıda da güya yumuşak bir üslup kullandı. Son günlerde bilinçli bir şekilde sahte beklentiler pompalayan çevreler, bunu, rejimin demokratik bir rotaya dümen kıracağının, çatışmacı değil uzlaşmacı bir çizgi izleyeceğinin işareti saydılar. Oysa Erdoğan’ın yerli ve yabancı sermaye çevrelerini pışpışlayan sözleri de, güya demokrasiden dem vuran bazı açıklamaları da, bir yandan üzerinde yoğunlaşan tepkileri hafifletme, diğer taraftan “ılımlılık” imajıyla faşist diktatörlüğünün üstünü örtüleme çabasının ürünüdür. Kameraların önünde ılımlılık şovları sergilenirken, hakikatte faşist diktatörlük işçi sınıfına ve gerçek muhalefete göz açtırmamak için her türlü baskıya devam etmektedir.
Hasretle, muhabbetle, ama aba altından da sopayla!
Bilindiği gibi Erdoğan 2014’te cumhurbaşkanı olarak katıldığı Yüksek İstişare Kurulu toplantısı sonrasında bir daha TÜSİAD toplantılarına katılmamış, bu süreçte TÜSİAD’a sert eleştiriler ve hatta tehditler yöneltmişti. Oysa üç yılın ardından ilk kez katıldığı bu YİK toplantısında, konuşmasına, kısa bir süre öncesine kadar “eyy” diye kükrediği büyük sermaye çevrelerini “hasretle”, “muhabbetle”, “en kalbi duygularıyla” selamlayarak başladı. “Türk ekonomisinde başlı başına bir marka olan TÜSİAD’a çalışmalarında başarılar” dilemekten, “sürdürülebilir kalkınma ve katılımcı demokrasi konusunda verdiğiniz mücadeleyi desteklediğimi belirtmek istiyorum” demekten de kaçınmadı. TÜSİAD başkanının ve dönem sözcüsünün OHAL, AB’yle ilişkiler, ekonomi, demokrasi gibi konulardaki temennilerine verdiği yanıtlar da dâhil olmak üzere nispeten yumuşak bir dil kullandı. Bununla birlikte, söyleyeceklerini söylemekten ve “sermayenin büyümesi için her şeyi yapıyoruz, daha ne istiyorsunuz, siz bize rıza gösterin biz de sizi ihya etmeye devam edelim” ayarını vermekten de geri durmadı. Sonuçta Erdoğan havuç ve sopa taktiğini kullanarak bir kez daha TÜSİAD’ı kendisine biat etmeye çağırdı.
Söz konusu toplantıda TÜSİAD Başkanı Bilecik’in büyük sermayenin hükümetten beklentileri olarak öne çıkardığı hususlar şunlardı: “Sistem değişikliğine geçişin ülkemizi ayrıştıran değil, ortak zeminde buluşmamızı teşvik edecek tarzda geliştirilmesini bekliyoruz. Seçim ortamı geride bırakılmalı; ekonomi konusunda reformların başlamasını talep ediyoruz; AB ile tam üyelik sürecinin devamını, ilişkilerin geliştirilmesini diliyoruz; olağanüstü halin bir daha uzatılmamasını umuyoruz.”
Erdoğan’ın tüm bunlara verdiği cevaplar ve konuşmasında vurguladığı diğer hususlar ise, aslında kendisinden çeşitli nedenlerle hoşnutsuz olan büyük sermaye çevrelerinin buna rağmen şimdiye kadar neden geride durup pasif bir tutum takındıklarını da ortaya koyuyordu:
“Biz ülkeyi yönetme sorumluluğunu üstlendiğimiz günden beri üretim ve özel sektöre dayalı bir büyümenin sağlanması gayreti içerisinde olduk. Geçtiğimiz 14 yılda ülkemizi 3 kat büyüterek bu konuda başarılı bir performans ortaya koyduğumuza inanıyorum. Türkiye üç kat büyümüşse, buradaki iş adamlarımızın çoğunun işleri 5 kat, 10 kat büyümüştür. Bugün de özel sektörün lokomotifliğini önemsiyoruz. 2023 hedeflerimize sizlerin ve diğer tüm girişimcilerimizin katkılarıyla ulaşacağız. Özel sektörümüzün önünü açabildiğimiz kadar açıyoruz. Özel sektörümüzün de devletine ve milletine sadakat için şartlarını zorlamaktan çekinmeyeceğine inanıyoruz. (…) Yenilik peşinde olan girişimcilerimiz, yeni dönemin en muteber insanları olacaktır. TÜSİAD’ın da milli ve yapıcı bir rol oynayacağına inanıyorum.”
Bu sözlerle Erdoğan, özetle, “kârınız büyüsün diye her istediğinizi yapıyoruz, siz de siyaseti bize bırakın, karışmayın” mesajı vermiş, “işte size ortak zemin” diyerek TÜSİAD burjuvazisini işbirliğine davet etmiş, bu arada aba altından sopa göstermeyi de ihmal etmemiştir. “İnanıyorum”lu cümlelerin özü aslında “devletinize, milletinize sadık olduğunuzu göstermek için şartlarınızı zorlamak, milli ve yapıcı rol oynamak zorundasınız”dır ki, burada devletin, milletin, millinin kim ve ne olduğu alenen bellidir!
TÜSİAD’ın AB ve OHAL konularındaki uyarılarına da aynı çerçevede yanıt vermiştir Erdoğan. AB konusunda, “onlar bizi almamayı kafalarına koymuşlar, onurumuzla oynamalarına izin vermeyiz, alacaklarsa gireriz” demeye getirirken, OHAL konusunda çok daha açık sözlü davranmıştır:
“OHAL konusundaki endişelerinizi ben anlamakta zorlanıyorum. Şu ana kadar bizim sanayicilerimizin, iş adamlarımızın neyini engelledi OHAL? Eğer OHAL, bizim sanayicilerimizin, iş adamlarımızın işlerini engelliyorsa oturur konuşuruz. Gereken adımı atarız. Ama böyle bir engelleme yok. Her şey huzura, refaha kavuşmadan OHAL’i kaldırmayacağız.”
İlgili ilgisiz yerlere serpiştirdiği birkaç “demokrasi” sözcüğüyle de konuşmasını süsleyen Erdoğan, nihayetinde Türkiye finans-kapitali işbirliğine çağırmış, ekonomik krizin ve emperyalist savaşın yarattığı tehdit ve belirsizlikler güçlenirken ortak çıkarların burada yattığını telkin etmiştir.
Erdoğan’ın iktidarını büyük sermaye cephesinden gelecek ciddi bir dirençle karşılaşmadan sürdürmeyi hedeflediği açıktır. İçinden geçilen sürecin hassasiyetiyse tüm burjuva kesimlerin malûmudur. Ekonomik kriz derinleşirken, rekabet kızışırken, emperyalist paylaşım savaşı daha da harlanıp saflar sıklaştırılırken, Erdoğan için de, çatıştığı burjuva çevreler için de öncelikli olan, istikrarsızlığı arttırıcı tutumlardan geri durmaya çalışmak, ortak çıkarlar için en azından kısa ve orta vadede birlikte davranmak üzere konsensüse varmak ve düzene yönelik potansiyel tehditlere odaklanmaktır. Türkiye’de şu anda finans-kapitalin pek de haz etmediği bir diktatörün başkanlığında bir faşist diktatörlüğün inşa edilebilmesine olanak veren de bu nesnelliktir. Toplu işten atmalar kapıda beklerken, işsizlik patlamalı bir şekilde artarken, OHAL bahanesiyle grevleri, işçi eylemlerini yasaklayan, kıdem tazminatını fiilen ortadan kaldırmak için düğmeye basan, “ekonomik reformlar” adı altında işçi sınıfına saldırı yasalarını çıkarmakta kusur etmeyen, sermayeye teşvik üstüne teşvik yağdıran bir iktidarın, TÜSİAD burjuvazisi için “demokratik, laik” hassasiyetlerden, diplomatik inceliklerden çok daha yaşamsal olduğu açıktır. Elbette içinde bulunulan dönem ve güç dengeleri değiştiğinde, yeni alternatifler boy göstermeye başladığında yeni arayışlar da hız kazanacaktır. Ancak TÜSİAD burjuvazisinin AKP iktidarı karşısındaki mantığı ve tutumu 14 yıldır “güne odaklanmak” olmuştur ve öyle olmaya da devam etmektedir.
Demokrasi, açılım, reform masalları
Erdoğan, iktidarını korumanın ve faşist rejimi kurumsallaştırabilmenin yolunun, her türlü muhalefeti, eğer başarabiliyorsa ikna ederek, beklentilere sürükleyerek, olmadı korkutarak, tehdit ederek, bunlar da işe yaramıyorsa baskı ve zorla sindirerek etkisiz kılmaktan geçtiğini iyi biliyor. Dolayısıyla bu taktiklerin her biri, muhalif kesimlerin niteliğine göre şekillendirilerek sahaya sürülüyor. Son haftalarda iktidar çevrelerinin demokratikleşme ve Kürt sorunu konusunda yeni adımlar atılacağı yönünde beklentiler yaratmaya çalışması da, Erdoğan’ın demokrasiden, reformdan, hatta “devrimcilik”ten dem vurması da, AB’ye tam üyeliğin halen gündemde olduğu yönündeki açıklamaları da bu taktiklerin bir parçasıdır. Rejimin normalleşeceği doğrultusunda yaratılan beklentiler, göz boyayıcı söylemler, aslında ekonominin daha da kötüye gitmesinin ve yabancı sermayenin çekilmesinin önüne geçmeyi, manevra alanını genişletmeyi, zaman kazanmayı ve kuşkusuz faşist diktatörlüğün üstünü örtülemeyi hedeflemektedir.
Erdoğan’ın parti genel başkanı koltuğuna yeniden oturduğu son AKP kongresinin ana sloganının “Yeni Atılım Dönemi: Demokrasi, Değişim, Reform” olması, faşist diktatörlüğün nasıl da yanılsamalar yayarak ve böylece tepkileri azaltmaya çalışarak yoluna devam edeceğinin ipuçlarını vermektedir. Bir yandan demokrasiden, değişimden bahsederek beklenti pompalamak ve gerçeklerin üstünü örtmek, öte yandan baskıyı, sopayı eksik etmemek: Faşizmin izleyeceği hat budur. Nitekim faşist rejimin kurumsallaştırılması yolunda önemli bir kilometre taşı olan bu kongrenin diğer sloganları, “Sağlam İrade, Kurucu Lider”, “Sağlam İrade, Güçlü Türkiye” olarak seçilmiştir.
Erdoğan’ın “değişim” dediği şeyin altından, devlette ve partide tek adam rejimi doğrultusunda yapılmakta olan değişikliklerden başka bir şey çıkmaması da zaten bu “sağlam irade”nin bir ürünüdür. Keza, ihalelerin yandaşlara akması, devlet kadrolarının yandaşlarla doldurulması, işçi sınıfının ve doğanın daha yoğun biçimde sömürülebilmesi ve sermayeye daha fazla teşvik yağdırılması için gereken yasal düzenlemelerin adı “reform” olmuştur. “Demokrasi”yi ise son bir yıldır yoğunlaştırılmış biçimde yaşıyoruz: OHAL!
Üstelik, yüz binden fazla kamu çalışanının işten atılmakla kalmayıp kara listelere alınarak açlığa mahkûm edildiği, gazetecilerin, akademisyenlerin, Kürtlerin, sosyalistlerin, demokratların zindanlara tıkıldığı mevcut durumun daha da beterine doğru yol alınacağını bizzat Erdoğan şu sözleriyle itiraf etmektedir:
“Biz 14 yıldır, kesintisiz hamdolsun siyasi iktidarız ama hâlâ sosyal ve kültürel iktidarımız konusunda sıkıntılarımız var. … Medyadan sinemaya, bilim teknolojiden hukuka kadar pek çok alanda hâlâ en etkin yerlerde ülkesine ve milletine yabancı zihniyetteki kişilerin, ekiplerin, hiziplerin bulunduğunu biliyorum. Açıkça söylemek gerekirse bu durumdan da büyük üzüntü duyuyorum.”
Bu “etkin yerleri” de “vatan hainleri”nden arındırıp ele geçirmek ve böylece iktidarını perçinlemek için icraatlarına hız vereceği belli olan Erdoğan, son AKP kongresinde “tek devlet, tek millet, tek vatan, tek bayrak” dörtlemesini, yani tekçiliği tüzüğüne geçirerek “demokrasi”yi bir adım ileri götürmekten de geri durmamıştır!
Şurası çok açık ki, bütün yetkileri tek bir elde toplayan, toplumsal muhalefeti bütünüyle ezmek için adımlarına hız veren ve kendini kurumsallaştırmaya girişen faşist bir rejimden demokratik açılım beklemek en hafif deyimle aymazlık olarak nitelendirilebilir. Bir zamanlar 12 Eylül darbesini faşist değil ılımlı bir askeri darbe olarak niteleyen, cunta şeflerinden bazılarına ilericilik payeleri yapıştıranlar, ölümcül tehlike karşısında gereken önlemlerin alınamamasına, bu yüzden pek çok örgütün ağır darbeler yemesine yol açmışlardı. O dönemde “demokrasi sevdalısı” Avrupa da, faşist diktatörlüğü “ılımlı bir askeri diktatörlük” olarak nitelendirerek Türkiye’yle ilişkilerini bozmamayı tercih etmişti. Gerek o dönemde gerekse şimdi yaşananlar, burjuvazinin hiçbir kesiminden tutarlı demokratlık beklenemeyeceğini, burjuva dünyada, çıkarlar uğruna atılmayacak geri adımın, çiğnenmeyecek sözün, sergilenmeyecek ikiyüzlülüğün olmadığını göstermektedir.
Sınıfın örgütsüzlüğü ve bilinçsizliği koşullarında, faşist rejimin, ezilen tüm toplum kesimlerinin gözünü boyayacak, zihinlerini farklı meselelere odaklayarak gerçek tehdit ve tehlikelere odaklanmalarını engelleyecek tuzaklarıyla bolca karşılaşacağımız açıktır. Bu yalanlara kanıp demokrasiye ve Kürt sorununda çözüm politikasına dönüş yapacağını beklemek saflıktır. Karşımızda gemi azıya alarak ilerleyen bir faşist rejim bulunuyor. Unutulmamalı ki, iyimser aptallıkla ne faşizme direnilebilir ne de onunla mücadele edilebilir.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Erdoğan’dan Havuç-Sopa Taktikleri, 3 Haziran 2017, https://enternasyonalizm.org/node/180
Referandum Sonrasında Nasıl Bir Döneme Girdik?
Sermaye, Demokrasi, Faşizm