24 Haziran seçimlerinden sonra muhalif kesimlerin büyük bir bölümünde bir düş kırıklığı, giderek yılgınlık duygusu iyiden iyiye kendisini göstermeye başladı. Bu kesimler içerisinde, bir yanda, siyasete ilgisizleşme eğilimlerinden tutun ülkeyi terk etme arzularının artmasına dek çeşitli biçimlerde zuhur eden bir nihilizm, diğer yanda da AKP’ye oy veren geniş emekçi yığınlara öfke kusma eğilimi daha sık görülür hale gelmiş durumda. Bu durum, işçi sınıfını ve emekçi kitleleri çeşitli sınıf-dışı kimlikler temelinde bölüp birbirine düşmanlaştırma siyasetini bilinçli biçimde güden faşist rejimin elini güçlendiriyor, onun bekasına hizmet ediyor. Bu tür olumsuz eğilimler, ortada dolaşan muhtelif görüş ve argümanlar tarafından doğrudan ya da dolaylı olarak beslenip güçlendiriliyor. Bu görüş ve argümanlar bir tür ilericilik/solculuk vehmiyle ortaya konmakta, Erdoğan-AKP iktidarına karşı mücadele için bir nevi politik hat/program önerme saikiyle ileri sürülmekte. O nedenle, her biri kendince hatalı yönler barındıran bu tür bakış açılarını doğru teşhis etmekte ve sınıf bakış açısının vazgeçilmezliği ile durumun gereklerine uyan doğru mücadele perspektifini bu yanılgılı görüş ve düşünceler karşısında da ortaya koymakta yarar var.
Sarp patikalarda yanlış politikalar
2019’un Mart ayında yapılacak yerel seçimler dolayısıyla bir kez daha 24 Haziran sürecine benzer tartışmalar gündeme gelmeye başladığından bu konular güncel önem taşıyor. Muhalefetin ana odağı olarak CHP’nin ne yapacağı, yerelde ne gibi ittifaklara girişeceği ya da girişmeyeceği, nasıl adaylar göstereceği, diğer muhalefet partileriyle ortak adaylar belirleyip belirlemeyeceği gibi hususlar tartışılmaya başlanmış durumda. Bunun daha da hızlanacağını tahmin etmek zor değildir.
Muhalif kitlelerin çoğunluğu açısından sorun daha ziyade mevcut CHP liderliğinin izlediği politik hat bağlamında gündeme gelmekte. Bu kitleye geniş ölçüde hitap eden yazar-çizer erbabı ve diyelim kanaat önderleri, CHP’yi Kemalist pozisyonlardan sıkça eleştirmektedir. Birbiri ardına yaşanan seçim mağlubiyetlerinin etkisiyle alevlenen öfke, söz konusu eleştirilerin geçer akçe gibi görünmesine yol açabilmektedir. Söz konusu eleştirilerin ekseninde CHP liderliğinin AKP’ye oy veren kitlelere seslenme, onları AKP’den vazgeçirme ve mümkünse de CHP’ye yönlendirme çabasının doğru bir yaklaşım olmadığı görüşü yer almaktadır. Bu görüşte, AKP’ye oy veren ve büyük bölümü yoksul emekçilerden oluşan kitleler, geri kazanılması ya da iflah olması imkânsız, kayıp bir kitle olarak farz edilmektedir. Bu anlayışın hayli gerici biçimleri olduğu gibi, bunu yalnızca mevcut konjonktürde taktik bir tutum olarak ele alan ılımlı biçimleri de vardır. Dahası bunun, ister üstü kapalı olarak dillendirilsin ister suskunlukla geçiştirilsin, sosyalist solda da yankıları vardır. Türkiye sosyalist solunun proleter sınıf temelinden kopuk çoğunluğu için AKP’ye oy veren geniş emekçi yığınlar adeta başka bir gezegeni ifade etmektedir. Son tahlilde küçük-burjuvaca bohem bir yaşam tarzının mikro evreninde soluk alıp veren bu kesimler için gerçek bir sınıf çalışması ve örgütlülüğü köşe bucak kaçılan bir zorluktur.
Mevcut CHP liderliğinin AKP kitlesine hitap edebilmek üzere “temel sorun” olarak gördükleri “din bariyeri”ni aşabilmek için İslami kökenlerden gelen, muhalif pozisyon almış kimi tanınmış isimleri parti bünyesine katıp bu unsurları kullanması, Kemalist aşırılıklarıyla sivrilmiş olanları geri plana çekmesi, hatta kimi durumlarda tasfiye etmesi gibi adımlar ağır eleştirilere konu olmaktadır. Bunun bir parçası olarak benzer eleştiriler Cumhuriyet gazetesinin şimdi tasfiye edilmiş yönetimine karşı da yapılmıştır ve yapılmaktadır. Sağ ve sol versiyonlarıyla kaba Kemalist bir yobazlık, hoşuna gitmeyen herkesi “dincilik”, “liboşluk”, “Kürtçülük” türü yaftalarla damgalayıp prim toplamaya çalışmaktadır.
Bu anlayışa göre zaten tüm sorunun kökeninde Türkiye’de Kemalizmin aydınlanmacı laik değerlerinden uzaklaşılmış olması yatmaktadır. AKP sorunu da buradan kaynaklanmaktadır. O nedenle bu değerlerin keskin ve tavizsiz biçimde öne çıkarıldığı bir hat izlenmelidir. Örneğin, yayınladığı son M. Kemal adlı kitabı hakkında yazan Yılmaz Özdil “Çünkü, Türkiye’nin kurtuluş reçetesi … Mustafa Kemal’in hayat hikâyesidir” demektedir. Bu zihniyet için, diyelim CHP söz konusu olduğunda başına Ümit Kocasakal türü kişilerin, cumhurbaşkanlığı seçimleri gibi seçimler söz konusu olduğunda Metin Feyzioğlu türü kişilerin aday olması gerekmektedir. Böylesi bir çizginin ve bu tür kişilerin geniş yoksul emekçi yığınlar için ne ifade edebileceğini bir an için düşünmek bile Türkiye’de ilerici değerlere sahip çıktığını iddia eden azımsanmayacak bir kitlenin nasıl bir körleşme yaşadığını görmeye yeterli olmalıdır. Ne yazık ki sosyalist solun bir kesimi de bu tür bir politik çizgiyi daha ilerici bir çizgi, bu tür kişileri de daha ilerici kişiler olarak görmeye eğilimlidir. Bu kesimler meselâ bir Mehmet Bekaroğlu’ndan tiksinirken, bu tür şoven milliyetçi isimlere sempatiyle bakarlar.
Burada meselenin bir CHP meselesi olmadığını vurgulamak önem taşıyor. CHP’nin ötesinde soldan da birçok kesim AKP’ye oy veren kitleye hitap etme çabasına girilmemesi gerektiğini bir biçimde savunabilmektedir. Bu tutumdakiler AKP kitlesini ikna etme işinin sonraya (hatta “devrim” sonrasına) bırakılması gerektiğini savunuyor. AKP kitlesini ikna etmek ya da onların önyargılarını kırmak üzere din, laiklik, başörtüsü gibi konularda ılımlı mesajlar vermeye çalışmanın, “ilerici” muhalefet cenahındaki Kemalist hassasiyetlere sahip kitleyi rahatsız ettiğini, bunları uzaklaştırabileceğini, o nedenle önceliğin bu kitleyi konsolide etmeye verilmesi gerektiğini; “bu kitle sağlam ve coşkulu olursa, bu kitlenin küskünleri, tereddütlüleri de aktive olursa vs. diğer kitleye gücünü gösterir, böylece onların da ikna olmasının yolunu açar” düşüncesini savunmaktadır. Bu yaklaşımların anlamının sınıfın bölünmüşlüğünü derinleştirmek, özellikle sanayi proletaryasını defterden silmek, sınıf çizgisini bir çırpıda boşa çıkarmak olduğunu iyi kavramak gerekiyor. Bu koşullarda burjuva kutuplaştırmaya teslim olup onun üzerinden yürüyerek sonuç almaya çalışmak bir çıkmaz sokaktır, aksine mücadelenin başlangıç noktası bu suni kutuplaştırmayı kırıp parçalama yönelimi olmalıdır.
29 Ekim vesilesiyle bir kez daha görülmüştür ki, bu sol kesimler hâlâ bir “Cumhuriyet sorunu” etrafında mücadele perspektifleri çizmekte, Cumhuriyetin getirdiği ve AKP ile kaybedilen kazanımların nasıl kurtarılabileceği ya da geri kazanılabileceği üzerine kafa yormakta, bu bağlamda aydınlanma, Cumhuriyet, “çağdaşlık” türü konulara vurgu yapmakta, böylece her fırsatta asıl muhatabının Cumhuriyet konusunda duyarlılığı olan kesimler olduğunu ortaya koymaya devam etmektedirler. Kendilerini adeta bu konuların muhafızı konumuna getiren bu sol, aynı konular üzerinden ve yanı sıra “anti-emperyalizm” kisveli bir ulusalcılık temelinde CHP’yi de topa tutmaktan geri durmamaktadır. İşçi sınıfıyla bağı adeta söylemdeki bir gönül bağına indirgenmiş sosyalist çevreler için, işçi sınıfının alabildiğine kötüleşmiş çalışma ve yaşam koşulları, nezih ortamlardaki sohbetlerde dillendirilecek bir ajitasyon malzemesinden öte çok da bir şey ifade etmiyor. Bu duruşun başta sanayi proletaryası olmak üzere işçi sınıfının ana damarlarını kucaklayabilecek bir mücadele hattıyla pek ilgisinin olmadığı açıktır.
Ayakları havada yaklaşımlar
Türkiye’nin tarihsel gelişimin özgünlükleri, ki temel olarak Asyatik yapı ve kapitalizmin gecikmişliği şeklinde özetlenebilir, nasıl işçi sınıfında politik bir sınıf kültürü ve mücadele geleneklerinin oluşumu açısından ciddi handikaplar doğurmuşsa, çoğunluğu itibariyle sosyalist hareketin de proleter sınıf temelinden yoksunluk gibi temel bir zaafla malûl olması sonucunu getirmiştir. Kökleri çok eskiye giden bu olgu sosyalist hareketin büyük bir yükseliş yaşadığı 1960’larda dahi böyleydi. Mehmet Sinan’ın sözleriyle: “1960’lı yılların Türkiye sosyalist hareketi, birbirinin zıddı gibi görünen ama temeli ve ortak paydası aynı olan iki eğilimin etkisi altında biçimleniyordu. Biri legalist, parlamentarist sosyalizm eğilimi (TİP); diğeri ise küçük-burjuva devrimci demokratik sol (MDD) eğilim. Bu her iki eğilim de söz düzeyinde işçi sınıfı kavramını ağızlarından düşürmeseler de, esasında sanayi proletaryasına değil, daha ziyade aydınlara, meslek sahibi kentli küçük-burjuvaziye, öğrenci gençliğe vb. dayanıyorlardı. Üstelik gerek örgütlenme anlayışlarında gerekse kadro yetiştirme bağlamında, işçi sınıfını esas alan bir çalışma yürütmeye hiç de niyetleri yoktu.” (Mehmet Sinan, Proleter Sınıf Temelinden Yoksunluk, marksist.com)
Günümüz sosyalist hareketinin büyük bölümü için de bu gerçekliğin sürmekte olduğunu belirten Mehmet Sinan daha sonra şunları söylüyor: “Türkiye sosyalist hareketi içinde yer alan siyasal örgütlenmelerden pek çoğunun gerçekte işçi sınıfına dayanmadığı ve sınıfın bağımsız çıkarları temelinde hareket eden gerçek bir proleter devrimci siyasal hat oluşturamadığı inkâr edilemez bir gerçekliktir. Sosyalist solun sınıf hareketinden bu kopukluğu ve uzaklığı nedeniyledir ki, Türkiye’de işçi sınıfının ezici çoğunluğu, yıllardan beri sosyalistlerin dediklerini değil, burjuva siyasetçilerin dediklerini dinlemekte ve bu nedenle de seçimlerde burjuva partilerin oy deposu olmaktan bir türlü kurtulamamaktadır.” (age)
İşte Türkiye sosyalist hareketinin bu yoksunluğu kendisini, günümüzde faşist rejime karşı mücadele bağlamında ortaya konan perspektif, strateji ve yöntemler konusunda da göstermektedir. Sınıf terminolojisinin kullanıldığı hallerde bile sınıfın gerçekliğinden uzak, ona yabancı, ayakları yere basmayan birçok analiz ve yaklaşımın havada uçuştuğunu görebiliyoruz. Bunu birkaç örnekle somutlamak yararlı olacaktır.
Örneğin solun bir bölümü, 24 Haziran sürecindeki canlanmadan da cesaret alarak, seçimler sonrasındaki demoralizasyon havasının aşılarak rejime karşı mücadelenin yükseltilmesi için Gezi sürecindekine benzer bir hareketlilik hedefini ve bu doğrultuda Gezi döneminde kimi semtlerde ortaya çıkan forum tipi oluşumlar perspektifini ortaya koymuştur. Faşist rejime karşı duyulan öfke temelinde savunulan bu perspektif en azından iki temel bakımdan hatalıdır. 24 Haziran sürecindeki canlanış hiç kuşkusuz olumlu bir yön taşıyordu, ama öte yandan bu canlanışın örgütlülük ve istikrar anlamında fazla sağlam bir temeli olmadığını görmemek önemli bir yanılgı, önemli bir hesap hatasıdır. Nitekim bu hava hızla sönümlenmiştir. Bu yanılgı toplumun derin emekçi katmanlarının gerçek haletiruhiyesinin okunamamasıyla, yani sınıf temelinden yoksunlukla yakından bağlantılıdır. İkinci olarak, Gezi’ye atıflarla ileri sürülen “forum” ya da “halk meclisleri” türü örgütsel formüller de aynı sorunun devamıdır. Gezi’yi takip eden dönemde daha çok tuzukuru Beşiktaş, Kadıköy gibi semtler ile bazı Alevi yoğunluklu mahallelerde hayat bulmuş olan bu oluşumların bugünün koşullarında tekrar dirilip yaygınlaştırılabileceğini ummak ayakların yere basmamasına örnektir. Bunlar sınıfsal muğlâklığın yanı sıra AKP’ye yönelmiş olan işçi sınıfının ana kollarını tümüyle göz ardı eden formüllerdir.
Seçimler geride kaldıktan sonra ekonomik krizin etkilerinin daha güçlü hissedilmeye başlamasıyla kitlelerin hoşnutsuzluğu yeniden artma eğilimi gösterdi. Bu yeni durum benzer tartışmaları yeni bir düzlemde gündeme getirdi. Solda nükseden yanılgılardan biri “ideolojik-politik müdahalenin tam zamanı” yaklaşımı oldu. Bu, bir başka anlamıyla, derinleşen kriz dolayısıyla “bizim vaktimiz geldi” anlayışıdır aynı zamanda. Bu anlayışa göre kitleler birtakım “doğru” fikirlerin gündeme getirilmesiyle mücadeleye yönelecek ve mevcut iktidardan kopacaktır. Kitlelerin doğru fikirlere ve politikalara ihtiyaç duydukları genel olarak doğrudur elbette, ancak onlar doğru fikirleri dile getirenlerin yanına koşmamaktadırlar otomatik olarak. Kriz zamanlarında canları yanmaya başlayan kitlelerin farklı fikirlere daha fazla kulak kabartmaya eğilimli olacağı doğrudur. Ne var ki doğru fikirlerin kitlelerce benimsenmesi ve mücadele için itici güç haline gelmesi daha belirleyici başka etmenleri gerektirmektedir. Tek bir kavramla ifade etmek gerekirse, bu kısaca örgütlülüktür. Örgütlü güç olmadan fikirler kitlelerde ete kemiğe bürünemez. Bu Marksizmin elifbasıdır.
Ancak bu herhangi türden bir örgütlülük de değildir. Gereken, doğru fikir ve politik çizginin doğru bir örgütlülüğe kavuşturulmasıdır. Doğru bir örgütlülük bahsi uzundur ve bu yazının konusu değildir. Ancak bunun en temel ayaklarından birisi olarak, tüm varlığıyla işçi sınıfının içinde olma ilkesini burada vurgulamak şarttır. Örgütlülük fabrikalardaki işçilere, işçi mahallelerindeki işçilere dayanmıyorsa, bu işçilerle nefes alıp vermiyorsa, bunun doğru bir örgütlülük olduğu söylenemez. Sosyalist fikirlere ilgi duyanlar çoğunlukla önce öğrenciler, okumuşlardır. Hele hele Türkiye gibi küçük-burjuvalığın ve sınıf atlama hayallerinin çok yaygın olduğu bir ülkede, bunlar ne denli iyi niyetli olurlarsa olsunlar, küçük-burjuva sınıf alışkanlıklarına karşı sancılı bir kavga verip de kafaca ve yaşam tarzı bakımından proleterleşmedikçe, işçileri sosyalist fikirlere ve sosyalist mücadeleye ikna edemezler. Sorun işçi sınıfına “gitmek” değildir, kelimenin derin anlamlarıyla işçi sınıfının içinde olmaktır.
İşçi sınıfına “gitme” ya da daha genel olarak koyarsak “halka gitme” problemi olanlar, sorunu çözmek için halkın diline, değerlerine, geleneklerine uygun tarzda yaklaşma şeklinde çözüm formülleri keşfediyorlar. Propaganda, ajitasyon ve örgütlenme çalışmasında genel ve harcıalem bir kuralın yeniden keşfedilmesi gibidir bu. Ancak bunun yabancısı olanlar kitlenin geriliklerine adapte olabiliyorlar ya da sözgelimi “anti-emperyalizm”, “anti-Siyonizm” adı altında milliyetçi önyargıları pekiştirici bir tarz tutturarak prim toplama yoluna sapabiliyorlar. Sınıfın gerçek yaşantısının içinde olmayanların içine düştükleri hazin örneklerdir bunlar.
Pörsütme stratejisi
Ekonomik kriz dolayısıyla gündeme gelen tartışmalardan birisi de krizin faşist iktidarı götürüp götürmeyeceği tartışması oldu. Tartışma, modern Türkiye tarihi ve siyaseti konusunda uzman bir akademisyenin, Erdoğan’ın iktidarını ancak ekonomik krizin alaşağı edeceğini ileri sürmesiyle tetiklendi. Bu görüş Erdoğan’ın tepesinde yer aldığı rejimin gerçek niteliğini yeterince takdir edemeyen naif bir akademisyen görüşüydü ve yanlıştı. Hâlâ seçimlerin yapılabiliyor olması, çeşitli muhalefet partilerinin legal varlığı, meclisin yerinde duruyor olması gibi muhtelif hususların algı bozucu etkisini burada görmek mümkündür. Burada keza kriz dolayısıyla AKP’yi ve Erdoğan’ı destekleyen emekçi kitlelerin bir bölümünde hoşnutsuzluğun artışına binaen haddinden büyük sonuçlar çıkarma hatası da vardır. Net olarak ifade etmek gerekirse ekonomik kriz kendi başına ya da adeta otomatik olarak faşist rejimin yıkılışını getirmez. Ancak Türkiye gibi, ekonomik olarak emperyalist ülkeler kadar güçlü olmayan, bağımlılık ve zaaf noktaları hayli fazla olan ve Ortadoğu gibi bir kaynayan kazanın içinde yer alan bir ülkede, hele de büyük sermayenin köklü kesimlerinin faşist rejimi henüz pek benimsemediği şartlarda, ekonomik kriz bir zaaf, bir kırılganlık unsuru niteliği taşır. Böylesi bir kırılganlık, dış gelişmeler vb. gibi diğer etmenler ve öngörülemeyen birtakım gelişmelerle birleşerek rejimi tehlikeye sokabilir. Ancak bu tür karmaşık süreçleri, “ekonomik kriz rejimin sonunu getirir” türünden kestirme formüllerle tarif etmek doğru değildir. Diğer taraftan ekonomik kriz AKP’nin toplumsal dayanaklarını aşındırsa da kitleler örgütsüzdür ve şikâyet etmenin ötesine kendiliklerinden geçmeleri pek kolay olmayacaktır.
Şunu çok net biçimde ve tekrar tekrar vurgulamak gerekiyor. Faşist rejim şayet iç dinamiklerle yıkılacaksa bu AKP’yi ve Erdoğan’ı destekleyen geniş emekçi yığınların kayda değer bir bölümü oradan koparılmadan mümkün olamaz. Bu başarılmadığı ölçüde Erdoğan her halükârda yeterli büyüklükteki bir kitleyi rejimin bekası için kendi arkasında örgütleyip seferber etmeyi sürdürebilir. Ne yazık ki birçok tartışmada pekiyi farkına varılmayan bir gerçeklik var. O da ağır baskıların yaşandığı bir faşist rejim altında yaşıyor olduğumuzdur. Bu noktada rejimin izlediği bir strateji önemli rol oynamaktadır. Buna pörsütme stratejisi diyebiliriz. İçinde 8 farklı partinin milletvekilleriyle meclisin görünüşte işliyor gibi olması, tüm tartışma ve patırtılarıyla (aday belirleme süreçleri, heyecanlı ittifak girişimleri ve görüşmeleri vs.) seçimlerin yapılıyor olması, neredeyse hepsi benzer şeyleri söylüyor ve yazıyor olmakla beraber onlarca televizyon ve gazetenin yayında olması, Erdoğan’ın fazlaca dışlanmaya uğramadan diğer burjuva dünya liderleriyle muhtelif uluslararası platformlarda bir araya gelip pozlar vermesi, ekonomik krizin etkilerinin yavaş yavaş kendini gösteriyor olması dışında gündelik hayatın akışında büyük aksamaların olmayışı gibi hususlar, gerçeğin geniş kitlelerce algılanmasını engelliyor ya da algı çarpılması doğuruyor.
Bu durum Türkiye’deki faşist rejimin özgün sayılabilecek noktalarından birisidir. Tepedeki faşist ekip kitle bilinci açısından bir pörsütme stratejisi izlemekte, algıları bozmaktadır. Kurdukları yapıda seçimler ilginç ve özgün bir düzeneğe bağlanmış durumdadır. Dünyadaki çeşitli tek adam diktatörlüklerinde sıkça görülen yüzde 70’ler, 80’ler, 90’lar düzeyinde oyların alındığı ve bu yönüyle düzmece yapısı açıkça sırıtan örneklerden farklı olarak, Türkiye’deki mevcut faşist rejim, yüzde 50’nin azıcık üzerinde seçim sonuçlarının garantiye alındığı bir düzenek kurmuştur. Bu durum muhalif kitlelerin de adeta doğal bir seyir içinde hem umutlanmalarına hem de bu durum sayısız kez tekrarladıkça da yılmasına yol açmakta.
Bu algı bozulması süreci sadece geniş kitleler açısından işlememekte, yönlendirici konumdaki kanaat önderleri denilebilecek ekâbiri, politikacıları, yazar-çizer takımının büyük bir bölümünü de etkilemektedir. Bu etki birçok açıdan yanlış teşhis ve çözüm önerilerini gündeme getirmekte, böylece bir yandan durumun vahametinin anlaşılmasını engelleyici rol oynamakta, bir yandan da kitleler yanlış yollara sürüklenmektedir.
Umut işçi sınıfıdır
Seçim sonrası dönemi ele alan daha önceki bir değerlendirmemizi şu sözlerle noktalamıştık: “Ekonomik kriz derinleştikçe, bunun sonuçları daha fazla kendilerini hissettirdikçe rejimin kendisine taban haline getirdiği emekçi kitlelerin sorgulamaları, tereddütleri artacaktır. Rejimin diğer kırılganlıklarının da bu etkiyi arttırması kuvvetle muhtemeldir. Bu sorgulamaların tekrar tekrar burjuva kutuplaştırma ve korku politikalarının depreştirilmesiyle boğulması istenmiyorsa, uzun soluklu, sabırlı bir perspektif içinde sınıf eksenini ve bu temelde birliği öne çıkaran bir tarzın ısrarla yürütülmesi, büyütülmesi gerekiyor.” (24 Haziran Seçimleri ve Sınıf Bilinci Sorunu, Ağustos 2018)
Bu değerlendirme geçerliliğini tümüyle korumaktadır. İşçi ve emekçiler açısından bu faşist rejime karşı mücadelenin en sağlam ve tutarlı yolu bir sınıf hareketinden geçmektedir. Türkiye işçi sınıfının mevcut bilinç ve örgütlenme durumunun vahameti bunun doğruluğuna halel getirmez. Kendilerini işçi olarak görmekte zorlanan ve yanlış bir tabirle “orta sınıf” olarak anılan işçi sınıfının daha eğitimli beyaz-yakalı kesimleri moral bozukluğu içinde bir yılgınlık duygusu yaşarken, aslında mücadele etmediği söylenen işçiler somut koşullar onları zorladığında grev, direniş, sendikalaşma eylemlerine atılmaktan geri durmamaktadır. Sadece bir Flormar direnişi bile, içerdiği çok sayıda başörtülü kadın işçiye “rağmen” çeşitli muhalefet kesimleri için bir sempati odağı haline gelebilmekte, böylece aslında bir tohum olarak işçi sınıfının birleştirici gücünü sezdirebilmektedir. Orada direnen işçiler, diğer örneklerde de olduğu gibi burjuva politik kutuplaştırmanın kapanından çıkışın ipuçlarını sergilemektedirler.
İşçiler ekonomik kriz üzerinden dalga dalga gelmekte olan sermaye saldırılarına karşı mücadeleye giderek daha fazla itilecekler. Mücadele demek bilincin gelişme olanaklarının güçlenmesi demektir. Farklı direnişlerdeki işçiler arasında dayanışma eylemlerinin yapılması, rejimin baskı ve yasaklama çabalarına rağmen Gebze gibi önemli bir sanayi havzasında kriz karşıtı kitlesel bir mitingin yapılabilmiş olması anlamlıdır. Bu inisiyatif ve süreçler ile bunların kilit aktörleri olan sendikaları güçlendirmeye çalışmak mücadelenin gelişmesi açısından son derece önemlidir. Kriz işçi sınıfını doğrudan hedef alan saldırıları gündeme getirdiğinden, işçileri işçi olarak hedefe koyduğundan, sınıf dışı saptırıcı gündemleri geriye itme potansiyelini taşıyan bir şanstır aynı zamanda. Erdoğan krizi fırsata çevirmekten söz etmişti. Bununla sermaye içi güç dengelerini kendi sermaye fraksiyonu lehine değiştirme fırsatını ima etmişti. Ama kriz pekâlâ işçi sınıfı açısından da yeni bir mücadele sayfasının açılması için bir fırsat olabilir.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, Yanlışlar ve Doğrular, 9 Kasım 2018, https://enternasyonalizm.org/node/235
95 yaşındaki Cumhuriyet: Bir toparlama