McKinsey ve Brunson Tornistanlarının Gösterdikleri

Son haftalarda arka arkaya yaşanan birtakım siyasi gelişmeler rejimin zigzaglarla savrula savrula ilerlediğine işaret ediyor. AB’yle ilişkiler hususunda, McKinsey anlaşması bağlamında ve rahip Brunson meselesinde sergilenen zigzaglar, Erdoğan’ın çok boyutlu bir sıkışmışlığın basıncı altında giderek daha keskin dönüşler yapmak zorunda kaldığını gösteriyor.

Suriye savaşında sıranın İdlib’e gelmesiyle AB’ye ve bir ölçüde de ABD’ye tekrar göz kırparak Rusya ile pazarlıkta elini güçlendirmeye çalışan Erdoğan, Almanya ziyaretinin hemen öncesinde Türkiye’nin istikametinin AB üyeliği olduğunu uzun aradan sonra tekrar vurgulamak durumunda kalmıştı. Batı’dan umduğu desteği bulamayıp Rusya’nın İdlib’i temizleme ihalesi üstüne kalınca, bir de Almanya’dan umduğu ölçüde bir siyasi ve ekonomik destek bulamayıp ülkeye eli boş döndüğünde, bu kez de AB’ye üyelik meselesinin referanduma götürülebileceğini söylemeye başladı. Hemen arkasından McKinsey tornistanı geldi. Birkaç gün sonra da rahip Brunson’ın serbest bırakılması!

Erdoğan bir kez daha yaptığı açıklamalarla, kendisini destekleyen burjuva ideologları, yandaş kalemleri, MHP yönetimini ve hatta bakan sıfatlı sekreterlerini bile açığa düşürüp ters köşe yapmış durumda. Damat Berat, yaptığı yurtdışı gezilerinin ardından ABD’li finans kuruluşu McKinsey’le danışmanlık hizmeti vermesi için anlaşıldığını böbürlenerek kamuoyuna açıklamıştı. Bu adımın muhalefet tarafından topa tutulması karşısında, gelen eleştirileri cahillik ve ihanet olarak adlandırmıştı. Kraldan çok kralcı kesilen MHP’nin başı Bahçeli bu adımı övgüyle karşılayıp savunmakta, kimi liberal geçinen yazarlar da McKinsey’e methiyeler düzmekteydi. Ne var ki bu adımın “yerli ve milli”likle apaçık çelişkili doğasını örtbas etmek için medya tekelinin bile gücü yetersiz kaldı. Çatlak seslerin artması ve AKP yandaşı bazı yazarların bile bu adımı eleştirmeleri, alarm zillerinin çalması anlamına gelmiş olmalı ki, Erdoğan hızla tutum değiştirdi. Yükselen tepkileri yatıştırmak ve kendisini “ak kaşık” olarak gösterebilmek amacıyla, hiçbir yabancı kurumdan danışmanlık hizmeti bile alamayacaklarını bakanlarına tebliğ ettiğini açıkladı. Hemen arkasından da ekledi; “Türkiye’yi uluslararası kuruluşların boyunduruğuna sokmayacağız”! Böylelikle sözkonusu şirketten danışmanlık hizmeti almanın “ülkeyi boyunduruk altına sokmak” olduğu zımnen itiraf edilmiş oldu. Bunu yapanın kendisi ve damadı olması ne gam! Dün anlaşmayı reddeden muhalifler cahil ve hain addedilirken, bugün sanki fail kendisi ve damadı değilmiş gibi anlaşmayı yapanlar “ülkeyi boyunduruk altına sokmakla” itham ediliyor!

Rahip Brunson’ın bir şekilde serbest bırakılarak ülkesine dönmesinin sağlanması ise rejimin açmazlarını sergileyen çarpıcı örneklerin sonuncusu olmuştur. “Bu fakir iş başında olduğu sürece rahip salınmayacak” diyordu Erdoğan. Böylelikle ABD’ye nasıl kafa tuttuğunu göstermeyi, anti-emperyalist pozlar kesmeyi, destekçisi olan kitlelerin milliyetçi duygularını pohpohlamayı hedefliyordu. Kitleleri bu demagojilerle uyutan Erdoğan eninde sonunda Brunson’ı serbest bırakması gerektiğini biliyordu elbette. Ama rehine tuttuğu Brunson üzerinden ABD’yle pazarlık yürütme ihtimali olup olmadığını belli ki test etmek istedi. Rahip’i verip Fethullah Gülen’i almayı ya da İran ambargosunu delme suçlamasıyla Halk Bank’a ciddi bir ceza kesilmemesini sağlamayı umuyordu. Ancak tüm bu hesaplar, ABD’nin tehditleri karşısında kifayetsiz kalmış ve Brunson paşa paşa serbest bırakılmak zorunda kalınmıştır. Bunun karşılığında Halk Bank meselesinde kimi tavizler koparılmış olabilir ama asıl pazarlık konusu olan Gülen meselesinde ABD hiçbir taviz vermemiş ve Erdoğan’a söylediği lafları yedirmiştir.

McKinsey ve Brunson meselelerindeki tornistanların faşist rejim açısından oluşturduğu söylemsel tezatlar medyada yeterince sergilenmiş bulunuyor. Biz farklı birkaç hususu daha vurgulamanın da yararlı olduğunu düşünüyoruz.

1) Bu tür tornistanlar rejimin her alanda yaşadığı ciddi sıkışmışlığın dışavurumlarıdır. Sıkışıklığı aşmak için alelacele ve tutarsız kararlar alınmakta, birbiriyle çelişik adım ve politikalardan medet umulmaktadır. Birçok durumda adeta deneme yanılma yöntemiyle atılan adımlar arzu edilenin aksi sonuçlar verdikçe tornistan yapılmakta ve ortaya çıkan tablonun sorumluluğu kesinlikle üstlenilmemektedir. Yaşananlar, süreç içerisinde atılan adımların her birinin ardında illa ki akla yatkın bir mantık aramaya, rasyonel bir açıklama bulmaya çabalamanın beyhude oluşunu gösteriyor. Örneğin, bir yandan ülkenin dışarıdaki mali itibarını yükseltmek için kırk takla atarken, diğer taraftan iç politik hesaplarla onu daha da yıkıma uğratan adımlar atmak zorunda kalıyorlar. Uluslararası finans kuruluşları nezdinde Türkiye’nin imajını parlatması ve güvenilir olduğunu göstermesi için McKinsey’le anlaşma yapılıp ardından apar topar bu anlaşmadan vazgeçilmesiyle ulaşılan sonuç, düzeltilmek istenen imajın daha da zedelenmesidir. Benzer bir bindiği dalı kesme durumu da TÜİK operasyonuyla yaşanıyor. Yüksek enflasyonun bedeli, onu açıklayan bürokrata ödetiliyor. Ekonominin bu denli sarsılıp dış dünyada itibar kaybettiği bir ortamda, uluslararası finans kuruluşlarının baktıkları temel verileri hazırlayan bir kurumun başındaki insanın keyfi bir kararla görevden alınmasının bu itibar kaybını daha da derinleştireceğini ya hesap edemiyorlar ya da umursamıyorlar.

2) Rejim gerek içerideki ekonomik kriz ve gerekse de dış politika alanındaki gelişmeler tarafından daha da sıkıştırıldıkça, faşist niteliğini her alanda çok daha net bir şekilde ortaya koyacaktır. Kendisine bu denli yakın kadroları bile kolayca itibarsızlaştırıp harcayabilecek, baş siyasi destekçisi olan MHP’nin lideri Bahçeli’yi de boşa çıkartacak adımları atabilecek keyfilikte bir tek adam rejimi sözkonusudur. Burjuva devletin tüm kurumlarını kendisine bağlayan faşist şef kararsız, tutarsız, keyfi ve zorba adımlarla ilerlemektedir. Her kritik adımda tüm bu nitelikler yeniden açığa vuruluyor. Bu yalpalamaların ve buradan doğan siyasi krizlerin arkası kesilmeyecektir.

3) Erdoğan ne zaman sıkışsa topu başkalarının sırtına atıyor ve bu arada partisinin önde gelenlerinin itibarını dahi umursamıyor. Giderek artan ölçüde, kendi kişisel iktidarının devamından başka hiçbir şeyi dikkate almıyor. Onun açısından en önemli mesele kendi bireysel itibarının zedelenmemesidir. Korunması gereken tek şey Reis’in yanılmaz, her şeyi bilen, yanlışları tespit edip düzelten adam olma imajıdır! Erdoğan çok iyi biliyor ki artık ortada bıraktık parlamenter demokrasi ve burjuva muhalefeti, kendi partisinin bile bir hükmü kalmamıştır. Hepsi Erdoğan’ın faşist iktidarını örtmeye yarayan bir yaprağa dönüşmüştür. Yine biliyor ki, mevcut rejimi destekleyen kitlelerin önemli bölümü, epeydir AKP’ye değil kendisine bağlılıklarından hareketle siyasal tercihlerini yapmaktadırlar. O takdirde gözden çıkartılmayacak kimse yoktur!

4) Vaktiyle yere göğe sığdıramayıp egosunu körükledikleri Erdoğan, tüm diktatörler gibi giderek kendi etrafındakiler için de bir tehdit haline gelmiştir. Esasen bireysel sadakat temelinde etrafında toparladığı kadroların siyasi itibar ve akıbeti Erdoğan’ın iki dudağı arasından çıkacak sözlere bağlıdır. Bunlar mevcut konumlarını ancak Reis’e daha iyi yardakçılık yaparak koruyabileceklerini bilmektedirler, ama bu bile kendi akıbetlerini garanti altına almaya yetmiyor. Bugünün makbul beyleri çok iyi biliyorlar ki, Reis’in çok öykündüğü Osmanlı’nın mezarlıkları dün makbul olup da ertesi gün maktul olan paşalarla doludur.

5) McKinsey tornistanında, Erdoğan’ın seçimler yaklaşırken bu konu üzerinden yıpratılmak istememesinin belirleyici olduğu açıktır. Ne var ki bu gerçeklikten yola çıkarak, onun tüm adımlarını önümüzdeki yerel seçimlerden güçlü çıkma arzusuyla açıklamaya çalışmak, aslında bir başka belirleyici gerçekliğe, faşizmin hüküm sürdüğü gerçekliğine gözleri kapamak anlamına geliyor. Elbette ki Erdoğan, kendisine destek veren kitleyi konsolide etmek istemektedir. Ancak mevcut rejim, görüntüdekinin aksine, sandıktan çıkan ve meşruluğunu oradan alan bir rejim değildir. İptal edilen seçimlerle, türlü hükümet darbeleriyle, Kürdistan kentlerindeki muazzam yıkımlarla, Suruç ve Ankara’daki kitle katliamlarıyla, başarısızlığa mahkûm edilmiş bir askeri darbe girişiminin patlatılıp ezilmesiyle, Suriye topraklarının işgaliyle tırmandırılan militarizmle, sokaklardaki silahlı çetelerin göz korkutmasıyla ve kitle pasifikasyonuyla ilerleyen bir süreçte, adım adım, çaktırmadan, pörsüte pörsüte inşa edilmiş bir faşist rejimdir söz konusu olan. Tüm bu adımlarla rejim belli ölçülerde güvenceye alındıktan ve çıkacak sonuçlara karşı her türlü tedbir önceden alındıktan sonra halkın önüne sandık konulması Erdoğan’ı sanıldığı kadar tedirgin etmemektedir. Unutmayalım ki, faşist bir rejim açısından belirleyici olan kitlelerin gönüllü rızası değil, onların fiziksel baskı aygıtlarıyla sindirilip ideolojik aygıtlarla beyinlerinin dumura uğratılarak denetim altında tutulmasıdır.

6) Çıkışsızlıklarla ve açmazlarla karşı karşıya olan Erdoğan’ın baskıyı giderek daha da arttıracağından şüphe edilmemelidir. Güdük burjuva demokrasisini tasfiye eden Erdoğan, muhalefeti şimdilik resmen yasaklamayı gerekli görmemekte ama onun boynuna geçirdiği kemendi de giderek sıkmaktan geri durmamaktadır. Meclisin ve muhalif partilerin şeklen varlıklarını sürdürmesi onun işine gelmekte, böylelikle gerçekte bir faşist rejimle karşı karşıya olduğumuz gerçekliğinin üzeri örtülmektedir. Muhalefet farkında değilmiş gibi davransa bile, Erdoğan attığı adımlardan sonra Meclisin hiçbir hükmü kalmadığının, mevcut koşullarda halkın önüne sandık konulmasının kendi iktidarını sarsmayacağının bilincindedir. Muhalefete söylenen şudur: Meclisin dört duvarı arasında bağır çağır ama sakın sokağa çıkmaya, halkı seferber etmeye kalkışma! Yerel seçimler yaklaşırken, yerel yönetimlerin bütçesini Hazine’ye bağlayıp onun onayına muhtaç haline getirmesi, seçimleri HDP’li adayların kazanması halinde onları derhal görevden alacağını açıklaması, 259 Kürt muhtarı seçimlere birkaç ay kala görevden alıp “terörle bağlantılı” olmakla suçlaması nasıl bir dönemden geçtiğimizi çarpıcı bir şekilde ortaya koymaktadır. Tüm bunlar ortadayken çeşitli muhalefet kesimlerinin yine seçimlerin doğuracağı fırsatlardan dem vurmaya başlamalarının akılla izanla açıklanabilir bir yanı bulunmamaktadır.

7) Faşizm hızlı adımlarla yoluna devam ederken, liberal demokratların demokrasinin ihyası hususunda bel bağladıkları diğer dağlara da kar yağmaktadır. Geleneksel tekelci burjuva kesimler, Erdoğan’ın yerine bir alternatif görememekte, o nedenle de onun karşısında sessiz kalmayı, geri çekilmeyi, boyun eğermiş gibi yapmayı ama bu arada her türlü teşviki de afiyetle mideye indirmeyi tercih ediyorlar. Ekonomik krizin ateşi tekelci burjuvaziyi Erdoğan’ı kabullenmeye doğru daha da fazla itmektedir. Ortadoğu’daki savaş ve doğurduğu tehditler de bu sessiz kalışta önemli bir rol oynuyor. Sözümona demokrat AB’ye bağlanan umutlar da her seferinde boşa çıkıyor. Başta Almanya olmak üzere AB’nin kendi dertleriyle boğuştuğu, bir yandan Erdoğan’ın göçmen şantajı nedeniyle bir yandan da ABD’yle kızışan rekabeti nedeniyle Türkiye’yi yanında tutmaya çalıştığı mevcut koşullarda, demokrasinin oradan gelecek baskı ve basınçlarla yeniden yeşereceği hayallerini yayanlar her seferinde hayal kırıklığına uğradılar ve uğramaya da devam edecekler.

8) Rahip Brunson vakasında bir kez daha görüldüğü üzere, dış politika rehineler üzerinden şantaj yapmaya, tehditlere ve blöflere indirgenip hepten pespayeleşiyor. Dünyadaki hegemonya krizi ve yürüyen paylaşım savaşı bu tür liderlikler için aslında mümbit bir zemin oluşturuyor. Heyhat bu tür bir dış politika, mide bulandırıcılıkta Erdoğan’la yarışan Trump gibi biri tarafından yapıldığında sonuç da vermiyor değil. Ama Trump’ın arkasında devasa bir ekonomik ve askeri güç bulunuyor. Etine buduna bakmadan “onlar yapıyor da biz niye yapamayalım” mantığıyla yola çıkan Erdoğan ise her seferinde kafayı duvara toslamaktan kurtulamıyor. Alman vatandaşı Deniz Yücel vakasında da, Büyükada davasında da aynı rehine siyaseti izlenmiş ve sonuç Erdoğan açısından hüsran olmuştu. Her defasında rehin aldıkları yabancı ülke vatandaşlarını serbest bırakmak zorunda kalıyorlar ama “biz tutmuyorduk, bırakan da biz değiliz, tümüyle yargı kararıdır” şeklindeki argümanları yinelemekten de vazgeçmiyorlar. Yargının bağımsızlığına ilişkin bu açıklamaların dış kamuoyunda hiçbir anlam taşımadığı biliniyor. Batılı gazeteler, malumu ilam ederek, Erdoğan ABD’nin gücünü kabul etmek zorunda kaldı başlıklarını atıyorlar. ABD Başkanı Trump, “fidye ödemeyi kabul etmedik” deyip Erdoğan’a teşekkür ederek, rejimle ince ince alay ediyor.

9) Erdoğan yönetiminin açıklamalarının muhatabı dış kamuoyu gibi gözükse bile gerçekte rejimin hesabı içeriye dönüktür. Kendi destekçi tabanını boş vaatler ve kof böbürlenmeyle uyutabilmek faşist rejim açısından hayati önemdedir. Elinde tuttuğu medya tekeliyle her türlü yalanı kitlelere nasıl olsa yutturabilecekleri düşüncesinin rahatlığıyla hareket ediyorlar. Erdoğan’ı destekleyen kitlelerin mevcut geri bilinç durumu bu rahatlıklarının çok da temelsiz olmadığını gösteriyor. Bu koşullarda, benzer sert tornistanların bu kitlelerin zihninde derhal bir karşılık bulacağını beklemek fazlasıyla iyimserlik olacaktır. Aslında bu gelgitlerin yarattığı şaşkınlıkla, destekçi kitleler artan ölçüde dumura uğramakta, yaşananlara mantıklı bir açıklama bulma gayretinden de soğumakta, “vardır herhalde bir bildiği” düşüncesiyle takım tutmaya indirgenmiş bir psikolojiyle davranmaktadırlar.

10) Diğer taraftan yaşananların bugüne dek Erdoğan’ı destekleyenlerde hiçbir iz ve soru işareti bırakmadan geride kalacağını düşünmek de fazlasıyla karamsarlık olur. Sarsıntıların şiddeti arttıkça, Erdoğan’ın kendisini destekleyen kitleleri mevcut itaatkâr konumda tutması giderek zorlaşabilir. Etkileri önümüzdeki dönemde çok daha ağır şekilde ortaya çıkacak olan ekonomik kriz, geniş emekçi kesimler için bir sınav olacaktır. Krizin ne ölçüde şiddetli yaşanacağı, yıkımın ne ölçüde büyük olacağı gibi hususlar kitlelerin tepkisini şekillendiren nesnel faktörlerdir. Ancak kitlelerin içinde bulundukları maddi koşulların değişmesi ile onların bilinç durumlarının değişmesi arasında otomatik, birebir ve tek yönlü bir ilişki yoktur. Bu ikisi arasında geniş bir siyaset alanı ve siyasal mücadele olgusu uzanmaktadır. Bilinç ve örgütlülük düzeyinin geriliği, yapay kutuplaşmalar temelindeki bölünmüşlük, militan mücadele geleneğinin son derece zayıf oluşu, sınıfın tarihsel-kültürel arka planı gibi birçok olumsuz öznel-siyasi-ideolojik faktör görmezden gelinemez. Tüm bu faktörlerle düşünüldüğünde işçi sınıfının önünde duran sınavdan nasıl çıkacağını kesin bir şekilde öngörmek mümkün değildir. Ama şurası açık ki, eğer işçiler, tüm olumsuz koşullara rağmen, kötüleşen ve ağırlaşan yaşam ve çalışma koşullarına karşı mücadeleyi yükseltmeyi başarabilirlerse, bu durum Erdoğan rejimi için en büyük sıkıntı haline gelebilir. Eğer işçi sınıfı kendi çıkarları temelinde harekete geçerse, Erdoğan, bugüne dek kifayetsiz muarızlarıyla giriştiği sandık rekabetinden çok daha çetin bir meydan okumayla karşı karşıya kalacaktır.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, McKinsey ve Brunson Tornistanlarının Gösterdikleri, 23 Ekim 2018, https://enternasyonalizm.org/node/232

published on 23 October 2018