ABD’yle TC arasındaki çıkar çatışması ve gerilim inişli çıkışlı bir seyir izlese de genel olarak yükselen bir görünüm sergiliyor. Son haftalarda Türkiye’ye uluslararası kuruluşlar tarafından kredi verilmesini sınırlandırmaya yönelik bir tasarı Senato komisyonunda kabul edildi, arkasından da ABD’nin ekonomik yaptırım tehdidinde bulunup birkaç gün sonra da iki Türk bakana yaptırım kararı alması geldi. Takiben de ABD Senatosunda Türkiye’ye F-35 savaş uçaklarının tesliminin ertelenmesi kararı onaylandı. Bu “yaptırım kararı”nın Rahip Brunson’un serbest bırakılmamasıyla gerekçelendirilmesi, kimi yorumcular tarafından, Trump’ın ara seçimlere yönelik iç politika hesapları olarak değerlendirilse de, durum bu kadar basit değildir. Mesele, söylendiği gibi, “ver İmamı al Papazı” pazarlığından da ibaret değildir. Zira iki ülke arasındaki gerilim çoktandır gündelik gelişmeleri aşan ciddi bir uyuşmazlık zeminine sahiptir.
Bu gerilimin arka planında, Ortadoğu’da yürüyen paylaşım savaşında Türk ve Amerikan egemenlerinin çıkarlarının farklılaşması yatıyor. İzlediği çizgi ve giriştiği manevralarla Erdoğan gerek ABD gerekse de AB nezdinde prestijini kaybetmiş ve istenmeyen ama katlanılmak durumunda kalınan bir adam haline gelmiştir.
İktidara ilk geldiği günden Mısır’da Musri yönetiminin askeri darbeyle devrildiği sürece kadar Erdoğan Ortadoğu politikalarında ABD’yle birlikte davranıyor, BOP’un eşbaşkanı olmakla övünüyordu. Ancak Suriye’de patlak veren savaşın gidişatı içerisinde değişen koşullara verdikleri farklılaşan tepkileri nedeniyle bugün ciddi bir anlaşmazlık içerisindeler. TC egemenleri kendi emperyal heveslerinin peşinden koşmaktayken, ABD’nin değişen taktikleriyle ve Kürtlere verdiği askeri destekle karşı karşıya kaldılar. “Düştü düşecek” denilen Kobani’de uğradıkları hüsrandan sonra Türk egemenleri hepten paniklediler. O günden bu yana ABD’yi bölgede Kürtlerle değil de kendileriyle hareket eden bir çizgiye çekebilmek için çırpınıyorlar.
ABD ise, bölgenin kendi çıkarları doğrultusunda yeniden paylaşılıp şekillendirilmesi noktasında TC’nin “kaygıları”nı dikkate almadığı gibi Erdoğan rejimini istediği çizgiye çekmek için baskıyı arttırıyor. TC’nin Rusya’yla askeri ve diplomatik plandaki yakınlaşması, Suriye Kürdistanı’ndaki (Rojava) Kürt güçlerinin durumu, Esad rejiminin kabullenilip kabullenilmemesi, İran’a yaklaşım konusu, Doğu Akdeniz’deki petrol ve doğalgaz yatakları gibi bir dizi sorun, TC ile Batılı emperyalistler arasındaki gerilimi körüklüyor.
Türkiyeli egemenler ABD’ye karşı kuyruğu dik tutar gözüküp, bunu anti-emperyalizm olarak yutturmaya çabalıyorlar. Zira rejim, ABD’nin Türkiye’ye karşı bir savaş verdiğini ve tüm toplumun bu savaşta birlik içinde olup mevcut yönetimin arkasında durması gerektiği söylemini kendi meşruiyeti açısından yararlı buluyor. Son yıllarda toplumsal desteği azalmaya başlayan Erdoğan açısından, sarsılan siyasal meşruiyetini ABD karşıtı bir söylem üzerinden pekiştirmek önem taşıyor. Mesele “devletin bekası” ve Kürtlerin taleplerinin bastırılması olunca, tüm burjuva muhalefetin de yelkenleri suya iniyor. Kurduğu tek adam rejimiyle devletin geleneksel kırmızıçizgilerinin gardiyanı olarak öne çıkan Erdoğan, böylelikle burjuva muhalefeti de her kritik anda kendi arkasında yedeklemeyi becerebilmektedir. Gerek son günlerde yaşanan PKK saldırıları gerekse de ABD’nin yaptırım kararı karşısında Meclis’teki dört siyasal partinin (AKP, MHP, CHP ve İYİ Parti) ortak deklarasyonlar yayınlamaları bunun göstergesidir.
Kontrollü gerilim kontrolden çıkar mı?
İşin aslına bakacak olursak, ABD’nin iki Türk bakana dönük yaptırımlarının kopan onca gürültüye rağmen gerçekte ekonomik bir anlamı yoktur. Buna rağmen kurların bir anda fırlayıp gitmesi Türk ekonomisinin nasıl bıçak sırtında olduğunu çırılçıplak göstermektedir. Bu yalnızca bir sinyaldir ve eğer arkasından gerçek yaptırımlar gelecek olursa ekonomi büyük bir yıkımla karşı karşıya kalacaktır. Bu doğrultuda ABD Senatosunda bekleyen yaptırım kararları, Türkiye’ye yeni borç verilmesinin önüne geçmeyi hedefleyerek, Erdoğan’a parmak sallanması anlamına geliyor. Türk ekonomisine akan finans kanallarının tıkanması ekonomik bir yıkımla eş anlamlıdır.
ABD de Erdoğan da bunun farkındadır. Batı dünyasının dışından güvenilir ve yeterli finansman kaynağı bulamadığı sürece Erdoğan böylesi bir gelişmeyi göze alamaz. Öte yandan ABD’nin de pireden kurtulmak için yorgan yakmaya girişerek Türk ekonomisini kasten yıkıma sürükleyeceğini düşünmek pek akla yatkın değildir. Keza, Erdoğan’dan hiç de haz etmeyen Wall Street Journal yazarları, bir yandan bu baskıları desteklerken bir yandan da “ilişkilerde daha sert bir bozulmanın bölgede ABD çıkarlarına zarar vereceği”ni söylüyorlar. Bu durumda, tüm bu tasarıların, kararların, yaptırımların vb. iki ülke arasında yürüyen sert pazarlıklarda bir koz olarak kullanıldığını düşünmek daha doğru olacaktır.
Uzun süredir vurguladığımız gibi gerek ABD gerekse de AB, Türkiye’yi gözden çıkartmış değildirler. Tersine her iki emperyalist odak da Türkiye’nin kendi çıkarları açısından ne denli önemli olduğunu vurgulamaya devam ediyorlar. Ancak Erdoğan ve ekibinden kurtulmak istiyorlar, çünkü onu “başıbozuk” davranan, öngörülemez davranışlarda bulunan, kendi planlarının peşinden koşup Batı’nın çıkarlarını baltalayabilen biri olarak değerlendiriyorlar. Ne var ki Türkiye’yi gözden çıkartıp onu ekonomik bir yıkıma sürüklemeyi de istemediklerinden, Erdoğan’dan kurtulmanın farklı bir yolunu bulana kadar ona şimdilik katlanıyorlar.
Erdoğan bu durumu kendi konumunu korumak üzere bir koz ve şantaj aracı olarak kullanıp, çeşitli konularda Batılı emperyalistlerle pazarlıklar yürütüyor. Batılı emperyalistler Erdoğan’a diş bileseler de ona şimdilik katlanmak zorundalar, diğer taraftan kendisini deliğe süpürmek istediklerini bilen Erdoğan da onlara muhtaç. Zira oralardan gelecek finans akışı olmadan ekonomiyi ayakta tutmak mümkün değildir. Bu tablodan çıkan sonuç şudur: Her iki taraf da giderek sertleşen bir pazarlık yürütmekte, karşılıklı birbirlerine şantaj yapmakta, ilişkileri bir kırılma noktasına getirmeden kontrollü biçimde germektedir. Ne var ki bu bilek güreşinde zayıf konumda olan Türkiye’dir, onun kırılgan ekonomisi, bu gerilimleri daha da taşıyabilecek durumda değildir. İçeriye dönük söylemleri her ne olursa olsun Erdoğan ABD’ye yeni tavizler vermek zorunda kalabilir. Tüm yaygaraya rağmen açıklanan 100 günlük icraat programında “ABD ve NATO’yla ilişkiler daha da geliştirilecektir” denmesi boşuna değildir. Tüm bunlar, ABD Ortadoğu’daki Kürt politikasında Türkiye’yi rahatlatacak ciddi adımlar atmadıkça TC ile ABD arasında giderek ağırlaşan krizler yaşanacağı ama her iki tarafın da iplerin kopma noktasına gelmesinden kaçınmaya çalışacağı anlamına geliyor.
Şu aşamada somut gerçeklik bu olmasına rağmen ipleri kopma noktasına götürecek eğilim ve dinamikleri de unutmamak gerekiyor. İçinden geçtiğimiz tarihsel dönemde burjuvazi giderek daha akıldışı görünen adımlar atıyor. Dünya “çılgınlık” döneminden geçiyor. Olmaz denilenin olduğu bir çağda yaşıyoruz. Trump gibi liderler bu dinamiği yansıtıyorlar. İpleri sonuna kadar germek, diplomatik teamülleri hiçe saymak, en kaba yöntemlerle bastırmak ve istediğini koparmak Trump yönetiminin alâmeti farikası. Öyle görünüyor ki şu ana kadar bu yöntemlerle mesafe de kaydetmiş durumda. Hal buyken, ABD-TC ilişkisinde, her iki taraf da çubuğu kırmadan bükmeye ve gerilimi kontrollü biçimde arttırıp karşı taraftan taviz koparmaya çabalasa da, işler hiç de bekledikleri gibi gitmeyip kontrolden çıkabilir. Bu olasılığa karşı, geçmişte de ABD ile TC arasında hayli gerilimli zamanlar olduğunu, Kıbrıs Savaşının ardından işlerin ABD’nin ekonomik ve askeri ambargosuna, TC’nin de İncirlik üssünü kapatmasına kadar vardığını ama sonra ilişkilerin tekrar düzeldiğini vurgulayanlar mevcut. Bunlar doğrudur da, dünya artık o dünya değildir. İki kutuplu “soğuk savaş” dönemi çoktan kapanmıştır, kapitalizm tarihsel bir sistem krizine girmiş ve şimdilik Ortadoğu’da yoğunlaşan bir Üçüncü Dünya Savaşı yaşanmaktadır.
Gelinen noktada Türkiye bıraktık bu savaştan emperyalist bir sıçrama yaparak çıkmayı, ulaştığı alt-emperyalist düzeyden de gerilere savrulmakla karşı karşıya kalmıştır. Erdoğan bugün gerek kendi konumunu gerekse de Türkiye’nin ulaştığı alt-emperyalist düzeyi koruma telâşındadır. Bu telâş onu bir önceki döneme göre daha ihtiyatlı değil, daha da saldırgan bir çizgiye itiyor. Cerablus, Afrin ve Irak’ta giriştiği askeri operasyonlar bunun göstergesidir. Bir taraftan ABD’yle bir uzlaşma yolu bulmaya çabalarken, bir taraftan da Rusya-Çin ikilisiyle ilişkileri geliştirmeye ve bunu da ABD’ye karşı bir koz olarak kullanmaya uğraşmaktadır. Eğer işler tamamen sarpa sararsa, bir B planı olarak, Rusya-Çin blokunu TC egemenleri bir alternatif olarak düşünmektedirler. ABD ve AB ile gerilen ilişkiler, onlarla rekabet halindeki Rusya tarafından da bir fırsat olarak değerlendirilmekte ve Rusya, TC’yi NATO blokundan uzaklaştırmak üzere manevralar yapmaktadır. Almanya’nın da Türkiye-İran-Rusya-Çin gibi ülkelerle ABD’nin çizgisinden bağımsız olarak ilişkileri geliştirmek yönündeki arzusunun da altını çizmeliyiz. Erdoğan yönetimine karşı en oportünist yaklaşımların Almanya’dan gelmesinin arka planında bu yatıyor. ABD diğer emperyalist güçlerle de gerilimi arttırdıkça, Almanya’da bu eğilimin güçlendiğini söyleyebiliriz. Her türlü provokasyona da açık böylesi belirsizlik koşullarında, ABD’yle süren gerilimin hangi noktalara kadar gidebileceğini kesin olarak öngörmek mümkün değildir. Tüm bunlar savaşın ve Türk ekonomisinin gidişatına bağlıdır.
Burjuvalar arasındaki bu çıkar dalaşının faturasını kimin ödediği bellidir: Türkiyeli emekçiler. Ancak ABD karşıtı bir söylemle milliyetçilik kışkırtıldıkça emekçilerin gözbağları da sıkılaştırılmış oluyor. Erdoğan “savaştayız” söyleminin faydasını biliyor. Bugün de ekonomik bir savaştayız diyerek kitlelerden destek istiyor. Oysa ekonominin hiç olmadığı kadar dış finansmana muhtaç hale gelmesinde de, Suriye’deki savaşın körüklenip emekçi halkların yaşadığı acıların katmerlenmesinde de, Kürt sorununun demokratik yollarla çözümüne yanaşılmayıp Kürtlerin namerde muhtaç hale getirilmesinde de AKP iktidarlarının büyük sorumluluğu vardır. Apaçıktır ki, ABD’nin baskı ve şantajlarına karşı hükümete “eğer samimiysen şu adımları at bakalım” şeklinde çağrılarda bulunarak onunla ABD karşıtlığı yarışına girişmek komünistlerin işi olamaz. Bu tür çağrılar istenen sonucu sağlamayacağı gibi AKP’nin argümanlarının meşruluğunu arttırmaya yarayacaktır. Bize düşen görev, emekçilere, ABD’nin başlattığı emperyalist savaşta Türkiye’nin hiç de mazlum bir konumda olmadığını, ABD’yle yaşanan gerilimin burjuva çıkar çatışması demek olduğunu, ezilenin yine emekçiler olacağını anlatmak, her şeyden önce Türk egemen sınıfının bu süreçteki sorumluluğunu, onun emperyal heveslerini emekçilere teşhir etmektir.
Enternasyonalist Komünist
link: Enternasyonalist Komünist, ABD’yle İpler Gerilmeye Devam Ediyor, 3 Ağustos 2018, https://enternasyonalizm.org/node/213
“Yeni Türkiye”nin Açmazları ve Yeni Saldırı Paketleri
24 Haziran Seçimleri ve Sınıf Bilinci Sorunu