Üniversiteler de “Yerli ve Milli”!

Türkiye olağanüstü bir dönemden geçiyor. Kurumsallaşma yolunda ilerleyen faşizm ve kızışan savaş her şeyi belirliyor. Yargıdan kolluk güçlerine, ordudan sendikalara, siyasi partilerden kamu kurumlarına, medyadan üniversitelere kadar tüm kurumlar bu atmosfere uygun olarak şekilleniyor. Türkiye’de faşist egemenler bu değişimi “yerli ve milli” olmak diye kodluyorlar. Gazetecinin, muhalifin, hukukçunun, yerel yöneticinin, işçinin, memurun, kapitalistin, sendikacının, bilim adamının, akademisyenin, öğrencinin “yerli ve milli”sini istiyorlar. Medyadan devlet dairelerine, belediyelerden üniversitelere tüm kurumlarda bu doğrultuda yaşanan tasfiyelerde iktidarın çok büyük mesafe aldığı su götürmez gerçektir ve son dönemlerde üniversitelerde yaşananlar bunun kanıtıdır. Erdoğan üniversitelerin de reisliğine soyunmuştur ve onları “yerli ve milli” olmaya, Türkiye’nin şahlanışına hizmet etmeye çağırmaktadır.

Üniversitelerin yüksek düzeyde eğitim, öğretim, bilimsel araştırma ve yayın yapan, fikir özgürlüğüne önem veren, bilimsel özerkliğe sahip kurumlar olduğu iddia edilir. Oysa üniversitelerin görevi sermayenin ihtiyaçları doğrultusunda insan kaynağı yaratmak, sanayiyi geliştirecek araştırmalar yapmak ve burjuva ideolojisinin yeniden ve yeniden üretilmesine hizmet etmektir. Olağan dönemlerde, bu görevlerini görece “özgürlükçü” bir atmosfer içinde gerçekleştiren, kürsülerde ve öğrenci sıralarında muhalif seslerin yeşermesine olanak sağlayan üniversiteler, totaliter rejimlerin inşa ve tahkim edildiği dönemlerde tıpkı diğer kurumlar gibi önemli değişimler geçirirler. Toplumun tümüne yansıyan gericileşme üniversitelere de yansır. Böyle dönemlerde üniversite kürsülerindeki tüm muhalif sesler, düzeni sorgulamaya meyleden gençler baskı ve şiddetle susturulur; yeni duruma uygun eğitim anlayışı katı biçimde yerleştirilir, kadrolaşma hız kazanır. Üniversiteler iktidarın ideolojik temellerini döşemek için tarihin yeniden yazıldığı, “bilimsel çalışmaların” körüklenen savaş sanayiinin ihtiyaçlarına cevap vermek için yapıldığı, biat kültürünün kutsandığı, gençlerin hurafelerle, yoğunlaştırılmış milliyetçilik ve savaş çığırtkanlığıyla yoğrulduğu kurumlar haline gelirler. Faşizmle birlikte üniversiteler her alana yansıyan dar görüşlülük, sığlık, niteliksizleşme ve kalitesizleşmeden paylarını fazlasıyla alırlar.

“Yerli ve milli” üniversitelerin hali pürmelâli

Günümüzün “bilim insanı”, “öğretim görevlisi”, “profesör”, “hukukçu”, “terör uzmanı”, “stratejist” unvanlı “mümtaz” şahsiyetleri sıklıkla televizyonlarda arzı endam ediyorlar. Bir yandan biat ve itaatte kimsenin ellerine su dökemeyeceğini gösteriyorlar, öte yandan en adi yalanları süslü ambalajlar içinde yeniden ve yeniden pazarlıyorlar. Meselâ bir profesör, faşist iktidara desteğini gösterebilmek için 900 sene öncesine gidip savaşa haklı bir neden bulmaya çalışıyor. Hükümete ve orduya 894 yıl önce Menbiç kuşatması sırasında ölen Balakgazi’nin intikamını alma çağrısında bulunuyor. “Yüzyıllar boyunca bu memlekette aktörler ve zaman değişti. Ama araç ve amaç hiç değişmedi. Haçlıların o günkü kara kaplı defteri, tarih boyunca maalesef hiç kapanmadı. Atamız Balakgazi’nin Menbiç’te şehit olmasına o gün sevinenler, maalesef bugün yine kudurmuş, güney sınırımızın hemen dibinde vatanımın mücavir alanlarında, bir terör devleti kurma girişimi başlatmıştır. Balakgazi’nin öcünü almadan dönmeyin” diyor.

Geçtiğimiz haftalarda devlet televizyonunda Nuh Tufanı üzerine yapılan tartışmalar da son derece “aydınlatıcıdır”. İstanbul Üniversitesinden bir öğretim görevlisi Nuh peygamberin tufana karşı koyan gemisinin nükleer yakıtla çalıştığını, çelik levhalardan oluştuğunu, gemiye hayvanların kendisinin değil eşey hücrelerinin alındığını, Nuh’un oğluyla cep telefonuyla iletişim kurduğunu, ona İHA gönderdiğini anlattı. O zamanın teknolojisinin bugünkünden gelişmiş olabileceğini söyledi. Yavuz Örnek isimli bu zat, eleştiriler karşısında “ben bilim adamıyım, bilim adına konuşuyorum” demekten çekinmedi. Eleştirilerin yoğunlaşması üzerine kendini dünyanın yuvarlak olduğunu söylediği için engizisyon tarafından yargılanan Galileo ile kıyaslamaktan geri durmadı.

Bir diğer çarpıcı örnek ise yine “seçkin” bir üniversitede, ODTÜ’de gerçekleşti. Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi bölümünde okuyan öğrencilerin seçmeli olarak aldıkları Vergi Hukuku dersini veren kişi, dersi, “parayı bulunca sosyalizm, kocayı bulunca feminizm, depremde sallanınca ateizm biter!” slaytı ile açtı. Öğrencilerden bazılarının bu duruma tepki göstermesi karşısında öğretim görevlisi “şaka yaptım” dedi. Buna benzer örnekler çoktur ve üniversitelerin hali pürmelâlini fazlasıyla ortaya koymaktadır.

Türkiye’de üniversite öncesi eğitimin kalitesizliği zaten biliniyor. Bu durum, sadece uluslararası kurumların değerlendirmeleriyle değil, öğrenci, öğretmen ve velilerin gündelik deneyimleriyle de ortadadır. Öğrenmenin yerine ezbercilik, düşünmenin yerine hazır formüllere konma, muhakemenin yerine kalıpçılık yerleştirilmiştir. Liseyi bitirdiği halde kendini ifade edemeyen, okuduğu soruyu anlamadığı için cevaplayamayan, dört işlemi doğru düzgün yapamayan öğrencilerin sayısı rekor düzeydedir. Bu durum eğitim sistemine dönük politikaların birikmiş, ağırlaşmış sonucudur. Aynı şekilde bugüne kadar seçkin addedilenler de içinde olmak üzere üniversitelerde yaşananların kuşaklar boyunca sorunlara ve niteliksizleşmeye yol açacağı ortadadır. Ancak bu durum faşist egemenlerin zerre kadar umurunda değildir. Onlar için önemli olan bu kurumların iktidarlarının bekasına ne düzeyde hizmet eder hale getirildiğidir. Bu nedenle “yerli ve milli”lik sopası üniversitelerin üzerinde sallanıp durmaktadır.

Üniversitelerde faşist nizam

Aslında AKP’nin üniversiteleri kendi çıkarları doğrultusunda dizayn etme çabaları otoriterleşme yolunda hızlı bir ilerlemenin başladığı 2011’den itibaren belirgin biçimde hızlanmıştı. AKP iktidarında neredeyse her kasabaya bir üniversite kuruldu. Bu üniversitelerin yönetimlerine iktidar yanlısı kadrolar atandı. Özel üniversitelerin sayısı da arttırıldı. YÖK’e ve üniversitelere ilişkin gerici ve baskıcı düzenlemeler daha sık gündeme gelmeye başladı. Ancak 2015 yılı tüm Türkiye için olduğu gibi üniversiteler için de tam manasıyla dönemeç noktası oldu. O tarihten itibaren otoriterleşmeden totaliterleşmeye geçiş yapan ve bu anlamda büyük mesafe kaydeden iktidar, üniversiteleri tam bir kıskaç içine aldı. Ancak Erdoğan’a bu kadarı da yetmiyor. O, akademisyeniyle öğrencisiyle üniversitelerden mutlak biat bekliyor.

Erdoğan, 7 Ocakta Boğaziçi Üniversitesi Mezunlar Derneği’nin genel kurulunda yaptığı konuşmada bu üniversitenin “yerli ve milli”likte henüz arzu edilen seviyeye ulaşamadığını şu sözlerle dile getirdi: “Boğaziçi Üniversitemiz geçmişte bu ülke ve bu milletin değerlerine yaslanamadığı için, küresel bir marka haline gelme çabalarında da hedeflerine tam manasıyla ulaşamamıştır” dedi. “Çok seslilik ile kendi ülkesine ve milletine yabancılık arasındaki çizgiyi doğru çizmek gerektiğinden, üniversitelerin kendi devletine, kendi halkının değerlerine karşı faaliyet yürütmemesi gerektiğinden” bahsetti. “Ülkenin, milletin, halkın değerlerinin” ne olduğuna tek başına karar veren, kendi sesi dışında bir sesin duyulmasına müsaade etmeyen, en cılız sesleri bile boğarak yok eden Erdoğan aynı konuşmasında hiç utanmadan fikir özgürlüğünden, bir görüşe kapıları açıp ötekine kapatmanın yanlışlığından söz etti.

Oysa Boğaziçi Üniversitesi, Erdoğan’ın bir görüşe kapıları sonuna kadar açarken ötekini nasıl ezdiğinin, üniversiteleri faşizm sopasıyla nasıl yönettiğinin çarpıcı bir örneğidir. Boğaziçi Üniversitesinde 12 Temmuz 2016’da rektörlük seçimleri yapıldı ve Profesör Gülay Barbarosoğlu 447 öğretim üyesinden 403’ünün oyunu aldı. Ancak Erdoğan 4 ay boyunca bu üniversiteye rektör atamadı. Bu sürenin sonunda Erdoğan, Boğaziçi’ne Barbarosoğlu’nu değil, seçimlere bile katılmayan Profesör Mehmed Özkan’ı atadı. “Atanmış” Özkan, Erdoğan’ın bu konuşmalarını hararetle alkışlayanların arasındaydı.

Aynı durum İstanbul Üniversitesinde de yaşandı. Afrin operasyonu nedeniyle “Savaş bir halk sağlığı sorunudur” bildirisi yayınlayan Türk Tabipler Birliği Merkez Konseyinin gözaltına alınan başkanı Raşit Tükel 12 Mart 2015’te yapılan rektörlük seçimlerine girmiş ve 1202 oy alarak birinci olmuştu. İstanbul Üniversitesinin şimdiki rektörü Mahmut Ak ise aynı seçimlerde ikinci olmuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan rektörlüğe Tükel’i değil Mahmut Ak’ı atadı. Ak, gözaltına alınan Raşit Tükel’i henüz ifadesi alınmadan üniversitedeki görevinden uzaklaştırarak hem Erdoğan tarafından tercih edilme nedenini ortaya koydu hem de tercih edilmiş olmasının gereğini yerine getirdi.

Erdoğan 15 Temmuz darbe girişiminden sonra kolları iyice sıvadı ve başta 2016 Ocağında “bu suça ortak olmayacağız” diyerek Kürt illerindeki ablukanın kaldırılmasını isteyen akademisyenler olmak üzere tüm muhalif akademisyenlerin üniversitelerden ihraç edilmesini sağladı. Elbette bunlar bile Erdoğan’ın içinin soğumasına yetmedi. “Gerekli” görmediği rektörlük seçimlerini 29 Ekim 2016’da yayınlanan KHK ile kaldırttı. Bu KHK ile üniversitelerin tamamıyla siyasi iradenin tasarrufuna terk edilmesine tepki gösteren akademisyenler de temizlik harekâtının kurbanı haline getirildi. Tüm bu değişikliklerden sonra faşist iktidara biat edenler, kafaları boş olsa da yürekleri “yerli ve milli” duygularla dolu ikbal düşkünleri üniversiteleri istila etti.

Bugün, Barış Akademisyenlerinden, muhalif akademisyenlerden boşalan yerleri (ki bu akademisyenlerin sayısının 4811 olduğu ifade ediliyor) dolduranlardan peş peşe iktidara destek açıklamaları gelmektedir. Afrin operasyonunun ilk günlerinde iktidar yalakası bir grup yazar, akademisyen, gazeteci, kamu kurumu yöneticisi ve sendikacı, “TSK’nın terör örgütü PYD/PKK ve DEAŞ’a yönelik haklı mücadelesini desteklediklerini” açıklayan bir bildiri yayınladı. Bir grup aydının Afrin operasyonundan önce milletvekillerine mektup gönderdiğinin açığa çıkmasından hemen sonra yayınlanan bu bildirinin alelacele kaleme alındığı belliydi. Söz konusu mektubun aksine savaş çığırtkanlığı yapan bu bildiri medyada ses getirmedi ama üniversitelerin hali pürmelâlini bir kez daha ortaya koydu. Erdoğan’ın atadığı rektörlerin, eğitim niteliği liselerden hallice olan “yerli ve milli” taşra üniversitelerindeki unvan sahiplerinin isimleri listede özellikle dikkat çekiyordu.

Öte taraftan 31 Ocakta bu defa kendilerine “Turan Aydınları” adını veren 1071 akademisyen benzer içerikte bir bildiri yayınladı. “Zeytin Dalı Harekâtı, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni kuran ana unsur olarak Türklerin milli hedefi ‘Kızılelma’ ülküsünü ve millet olarak birlik beraberliğini ortaya koyan bir harekâttır. Biz Turan Aydınları olarak Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde başlattığı Zeytin Dalı Harekâtı’nın ülkemizi tehdit eden tüm unsurların tamamen yok edilinceye kadar devam etmesi gerektiği düşüncesindeyiz. … Bir olmak, iri olmak ve diri olmak konusundaki kesin düşüncemiz çerçevesinde, madden ve manen devletimizin, milletimizin ve ordumuzun sonuna kadar yanında olduğumuzu Türk ve dünya kamuoyuna bildirmek isteriz.”

Bildiride yer alan bu sözler bugün üniversitelere hâkim olan ve öğrenci gençlerin maruz kaldığı milliyetçi, savaşçı, kindar ve itaatkâr zihniyeti apaçık gözler önüne sermektedir. Nitekim Selçuk Üniversitesinde etkinlik yapan Ülkü Ocaklarının Konya il yöneticilerine uzun namlulu silah hediye etmeleri bu atmosferde mümkün olabilmekte ve olağan karşılanmaktadır. Solcu öğrencilerin her türlü etkinliği yasaklanırken, muhalif aydın ve siyasetçiler üniversitelere sokulmazken, “barış” diyenin kafası ezilirken, faşistlerin uzun namlulu silahlarıyla birlikte üniversitelerde arzı endam edebilmesi bugün artık hiç de şaşırtıcı değildir.

Zira bu manzara “yeni Türkiye”ye, “yerli ve milli” üniversitelere, Erdoğan’ın gençlerden beklentilerine son derece uygundur: “Savunma sanayiinde bizim yerli olarak üretimimiz yüzde 15’ti, şimdi 65’e çıktı. Silahlı silahsız insansız hava araçlarımız var artık. Amerika’nın kapısına dayandığım zaman cevap, «Kongre izin vermiyor» diyorlardı ama istedikleri yerlere veriyordu. Şimdi kendi ihtiyacımızı kendimiz karşılıyoruz. Onlardan da geri değiliz ha, bunu da söyleyeyim. 32 bin feete kadar çıkabilen silahlı silahsız İHA’larımız var. 28 saat havada kalabilen unsurlarımız var. Terörle mücadele aynen devam edecek. Şahlanışının birinci şartı imansa, yürekse, ikinci şartı da bunun somut çıktıları ortaya çıkaracak bilimdir, bilimsel zihniyet ve bilim kuruluşlarıdır.” Bu sözlerin ardından Erdoğan, “hadi bakalım, Boğaziçililer” diyerek Boğaziçi’nin mühendislik bölümü öğrencilerine seslendi ve önlerine silah üretme, silah sanayiini geliştirme hedefi koymalarını salık verdi.

“Bilimsel zihniyet”, “bilim kuruluşları” gibi sıfatlarla üstü örtülen şey azgın bir militarizmden başka bir şey değildir. Faşist Erdoğan’ın gençlerin önüne koyduğu hedef insanları öldürmek üzere silah üretmektir. Üniversitelerden beklenen şey, kindar ve itaatkâr nesillerin bu somut “çıktıları” üretmesini sağlamaktır. Üniversite gençliğinden beklenen şey faşist egemenlerin savaş politikalarına sadece gönülleriyle değil ürettikleri silahlarla ve yeri geldiğinde canlarıyla destek olmalarıdır. Akademisyenlerin göreviyse gençliği bu yolda donatmaktır. Bu görev başarıldıktan sonra gerisi iktidar için lafügüzaftır.

Değişmeyen tek şey değişimdir!

Faşizmin en uç örneği Almanya’da yaşandı. Hitler faşizmi üniversitelerde de kıyıcılığını ortaya koydu. 1933-1934’te Almanya’daki üniversitelerde 1800 akademisyen işten çıkarıldı, atıldı. Özellikle büyük kentlerdeki üniversitelerin kadroları tam bir kıyımdan geçirildi. Aydın düşmanlığı körüklendi, Nazilere biat etmeyenler cezalandırıldı. 10 Mayıs 1933’te meydanlarda kitaplar yakıldı. Gençlere günün görevinin, “Yahudi ve komünist saçmalıklara son vermek için, Alman ırkının atılımını sağlamak için sonuna kadar savaş” olduğu belletildi. Naziler tüm okulları ve üniversiteleri en katı şekilde kontrol altında tuttular. Baskılar uzun yıllar boyunca devam etti.

Ancak zaman aktı gitti ve hiçbir şey durduğu yerde durmadı. Hitler faşizminin kışkırttığı İkinci Dünya Savaşının alevleri tüm dünyayı sararken üniversite gençlerinin arasında savaşa, Nazizme, faşist Hitler’e karşı bir öfke yeşermeye başladı. Nazilerin gençlik örgütlenmelerine üye olan gençler, Hitler’in yalanlarını, savaşı sorgulamaya başladılar. Münih Üniversitesi öğrencisi ve Nazi karşıtı öğrencilerin kurduğu bir direniş grubu olan Beyaz Gül üyesi üç genç, Sophie Scholl, abisi Hans Scholl ve Christoph Probst, 1943 yılında idam edildiler.

Vatana ihanetle suçlanan 20’li yaşlarındaki bu gençler, üniversitede bildiri dağıtmış, arkadaşlarını Hitler rejimini sorgulamaya çağırmışlardı. Bu gençler birkaç gün içinde sorgulandılar, mahkemeye çıkarıldılar ve giyotinle idam edildiler. Henüz 21 yaşında olan Sophie’nin üç saat süren mahkemenin ardından söylediği son sözler “bizim yargılandığımız bu yerde yakında sizler yargılanacaksınız” oldu. Buna yürekten inandığı için idama götürülürken yüzünü güneşe dönerek ve derin bir nefes çekerek gülümsedi. Nitekim tarih o gencecik insanı doğruladı ve kısa bir süre sonra faşizm yenilgiye uğradı. Dünya halkları Nazizmi lanetledi. Münih Üniversitesi Scholl kardeşlerin adıyla anılır oldu.

Ne kadar kuvvetli görünürlerse görünsünler faşist rejimler gün gelip yıkılmaya mahkûmdur. Bunu kavramak önemlidir. İnsanlığın başına musallat olan bu kâbusu ve onu yaratan kapitalizmi yok etmek için sabırla, sebatla, inançla çalışmaksa daha da önemlidir.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Üniversiteler de “Yerli ve Milli”!, 30 Ocak 2018, https://enternasyonalizm.org/node/202

published on 30 January 2018