Yanlış Anti-emperyalizmin Erdoğan’la Sınavı

Adım adım faşizm sularına gelen Türkiye’nin yaşadığı rejim değişikliği birçok alanda önemli değişimler yaşanması anlamına geliyor ki, dış politika da bu alanlardan biridir. Türkiye başka ülkelerin işlerine daha önce görülmemiş ölçüde karışmakta, komşu ülkelere uzun süreli ve sistematik sınır aşırı askeri müdahalelerde bulunmakta, buralara konuşlanıp işgal etmekte, genelde de Batı ve ABD karşıtı bir söylemi yükseltmektedir. ABD’nin Ortadoğu’ya dönük planları, en başta da bir Kürt devleti oluşturma niyetleri, Erdoğan’ın ABD karşıtı söyleminin temel sebebidir. ABD bu planlarda ısrar ettikçe, ona karşı geliştirilen söylem de giderek daha fiili biçimlere bürünmektedir. İşler ABD ile bilfiil çatışma ihtimalinin bile gündeme gelebileceği bir noktaya doğru ilerlemektedir. Erdoğan sıkça emperyalizmden şikâyet ediyor, emperyalizme veryansın ediyor. Yandaş medya da Erdoğan Türkiye’sinin dünya mazlumlarının hakkını hukukunu emperyalistlere karşı savunma mücadelesi verdiğinden dem vuruyor. Böylece Erdoğan ve AKP’nin “anti-emperyalist” olarak resmedildiği yeni bir tablo çiziliyor.

Anti-emperyalizm meselesinde net bir bilince sahip olmak ve bu temelde tutum oluşturmak işçi sınıfının mücadelesi açısından son derece önemlidir. Zira emperyalizme karşı mücadele Marksist açıdan bakıldığında işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesinin ta kendisi anlamına gelmektedir. Bugün insanlığın ve doğanın yüz yüze olduğu tüm büyük sorunlar Marksist anlamıyla emperyalizm olgusunun, yani en yüksek aşamasındaki kapitalizmin sonuçlarıdır ya da derinleştirdiği sorunlardır. Çevrenize baktığınızda hangi büyük sorunu anlamaya çalışırsanız çalışın, bu anlamda emperyalizmle karşı karşıya gelirsiniz: Mevcut aşamasında ağırlıklı olarak Ortadoğu’yu kavuran ve milyonlarca insanın hayatını cehenneme çevirmiş olan savaş; savaştan kaçmak isteyen milyonlarca insanın göç yollarına düşmesi ve bunun Batı’daki yansımalarından biri olarak göçmen düşmanlığının, ırkçılığın yükseliş gerekçelerinden biri yapılması; kriz ve durgunluk hallerinin neredeyse süreklilik kazandığı bir ekonomi ve bunun doğrudan sonuçları olarak işsizliğin, yoksulluğun, yoksunluğun, toplumsal eşitsizliğin her düzlemde hızlanarak ve kalıcılaşarak artması; tüm bu belâlara eşlik eden ve savaşın yanı sıra başta insan olmak üzere gezegendeki tüm canlı yaşamını tehdit eder hale gelen ekolojik kriz olgusu; kültürel-manevi çürümüşlüğün dört bir yanı sarması…

Bu durum özellikle gelişmiş kapitalist ülkeler dışındaki dünya halklarının büyük bölümünde emperyalist-kapitalist sistemin tepesindeki büyük emperyalist güçlere karşıt bir hissiyatın var olmasını da bir yönüyle açıklar. Hatta 2000’li yıllarda görülen, G7 zirvelerine, Davos zirvelerine vb. karşı kitlesel protestoların gösterdiği gibi, gelişmiş kapitalist ülkelerdeki gençlikte de belli ölçüde bu tür bir hissiyat vardır. Geniş emekçi yığınlar sezgisel olarak da olsa, yaşadıkları ağır sorunlarla zenginliğe ve güce sahip olan emperyalist efendiler ya da büyük emperyalist güçler arasında bir bağ kurmaktadırlar. Şüphesiz bu hissiyat tutarlı bir bilinç düzeyine çıkmamış, bulanık ve zaaflı bir hissiyattır. Nitekim bugün bu hissiyat egemenler tarafından çarpıtılarak emekçilerin kendi çıkarları aleyhine mecralara akıtılabilmektedir. Bu bağlamda Türkiye ve Erdoğan örneği, egemenlerin kitlelerdeki hissiyatı çarpıtıp manipüle etmeleri konusunda bir ulusal özgünlük değildir. Daha kıdemli bir örnek olarak sayabileceğimiz İran’daki molla rejimi olsun, Filipinler’de başa gelmiş olan Duterte, Hindistan’daki Modi gibi figürler olsun, büyük güçlere, emperyalistlere Erdoğan’a benzer şekilde verip veriştiriyor ve izledikleri baskıcı politikalara kitle desteği sağlamada bu unsuru kullanıyorlar. Söz konusu olan sadece devlet yönetimleri ve liderleri değil elbette. Gerçekte emperyalist güçlerle karanlık ilişkileri olan, hatta birçok örnekte varlıklarını emperyalizme borçlu olan vahşi radikal İslamcı çetelerin bile anti-emperyalizmden dem vurduğu bir dünyada yaşıyoruz. Tüm bunlar, başta işçi sınıfı olmak üzere geniş emekçi yığınların emperyalizmden doğan sorunlar karşısındaki öfkelerinin doğru adrese yönelebilmesi için, anti-emperyalizm konusunda doğru bir bilincin gerektiğini ortaya koyuyor.

Alt-emperyalist Türkiye, Erdoğan’ın çıkışları ve ezberi bozulan sol

Yukarıda saydığımız tuhaf “anti-emperyalistler” listesinde Türkiye’nin durumu özellikle önemlidir. Dünyanın en büyük 20 ekonomisi arasında yer alan ve bu haliyle bir G20 üyesi olan Türkiye, bir bölge gücü olarak yayılmacı politikalar izlemekte, kendi nüfuz alanını yaratmaya çalışmaktadır. Bu politikaların yürütülmesinde özellikle öne çıkan ve bir anlamda bu yolda Türkiye’ye “seviye atlatan” Erdoğan gibilerin bile bugün anti-emperyalist kesilmesi tuhaf bir durumdur. Kendisi emperyalist sıçrama yapmak isteyenin anti-emperyalistlik taslaması söz konusudur. Ne yaman çelişki!

Türkiye’nin alt-emperyalist bir ülke durumuna gelişini bir anlamda sembolize eden bir unsur olarak, Erdoğan’ın son birkaç yılda geldiği nokta daha da ilginç bir durum ortaya çıkarmıştır. İzlenen politikalar Türkiye’nin somutluğunda bir bakıma kaçınılmaz olarak ABD ile ters düşme sonucunu doğurmuştur. Zaten Erdoğan’ın anti-emperyalist lafazanlığının altında yatan asıl husus budur. Solda eskiden beri hâkim olan türde bir anti-emperyalizm anlayışı açısından gerçekten de ilginç bir durum oluşturmaktadır bu. Zira Marksizm açısından Erdoğan’ın pozisyonunun anti-emperyalizmle ilgisi olmadığı halde, solun pek Marksistçe olmayan anti-emperyalizm anlayışı bakımından Erdoğan pekâlâ “anti-emperyalist” bir konumda bulunmaktadır. Ancak söz konusu sol kesimler elbette Erdoğan’ın temsil ettiği bir siyasi eğilime anti-emperyalistlik payesi veremiyorlar ve bu onları ciddi çelişkilere sürüklüyor. Aslında bunu hayırlı bir çelişki olarak görmek mümkündür. Tarihin büyük tekerleği ağır ağır dönmekte ve hükmünü icra ederek yanlış anlayışları boşa düşürmektedir.

Öncelikle bir noktaya dikkat çekelim. AKP ve Erdoğan’ın izlediği spesifik politikalar bir yana, ABD’yle karşı karşıya gelme durumunu doğuran bazı nesnellikler vardır. Bu politikalar muhtemelen meseleyi sadece daha keskin hale getiren ve ona özel İslamcı renkler veren bir işlev görmüştür. Gerçekte Ortadoğu somutluğu ve kapitalist gelişmenin vardığı aşama bunu nesnel anlamda zorlamıştır. İslam coğrafyası olması, İsrail-Filistin sorunu gibi ağır bir sorunu içermesi, büyük enerji kaynakları barındırması, köklü Kürt sorununun coğrafyası olması gibi etmenlerin çerçeveyi oluşturduğu Ortadoğu somutluğunda, bir alt-emperyalist güç haline gelmiş Türkiye’nin ABD emperyalizmi ile çıkar çatışmalarının keskinleşmesi bir bakıma kaçınılmazdı. Nitekim SSCB’nin çöküşünden sonra TC devlet aygıtında statükocu bürokrasi saflarında bir kesimin ABD ile çelişkiyi sık sık dile getirmesi ve Avrasya’dan dem vurması bir tesadüf değildi. Tarihin ironisine bakın ki, AKP ve Erdoğan’a ölümüne düşman olan bu güçlerin savunduklarını bugün Erdoğan hayata geçirmektedir. Bugün Perinçek liderliğindeki Vatan Partisinin Erdoğan’ı bu mecrada desteklemesi bir tuhaflık ya da skandal olmayıp, bunun az çok tutarlı bir sonucudur.

Ancak herkes Perinçek kadar sağlam mideye sahip değildir. Söz konusu statükocu bürokratik güçler ciddi anlamda güç kaybedip ciddi tasfiyelere uğramış olsa da, bunların bir bölümü gelinen durumu hiç kuşkusuz içine sindirememektedir. Bunlar Erdoğan’ın pozisyonunu “samimi” bulmamakta ve burjuva politikasının doğal manevralarını şahit göstererek, sözümona aksi kanıtlar ileri sürerek gönüllerini ferahlatmaya çalışmaktadırlar. Aslında geçmişten bu yana yanlış anti-emperyalizm anlayışlarına sahip olan muhtelif sol kesimlerin de bu tutumu sergilediğini belirtmek gerekir.

Bu sol kesimler geçmişten günümüze genellikle Türkiye kapitalizmini olduğundan daha zayıf, çelimsiz göstermiş, onu Amerikan emperyalizminin bir kuklası, en fazlası bir taşeronu olarak görmüşlerdir. Çoğu bu tezleri dayanak yapıp bir devrim stratejisi olarak Türkiye’de önce bir demokratik devrim perspektifini benimsemiştir. Bu anlayışa göre Türkiye henüz sosyalist bir işçi devrimine hazır değildi. Bundan çıkan sonuçlardan birisi çoğu durumda mülk sahibi sınıflar içinden birtakım müttefikler bulmak ve devrimi asıl olarak bunlarla yapmak oluyordu. Çok şükür ki bugün bu anlayış hayli zayıflamış ve önemli ölçüde terk edilmiş durumdadır. Bunun en geri temsilcilerinden olan Maocu çevrelerin ana bileşenleri bile resmen bu tespitlerini değiştirdiklerini ilan etmek zorunda kalmışlardır.

Ancak bu anlayış çeşitli kılıklara bürünebilmektedir. Türkiye kapitalizmini çok geri olarak görmeyip bir “sosyalist devrim”in gerekli olduğunu söyleyenler arasında da Türkiye’nin “emperyalizme bağımlı” olduğunu vurgulayıp bu bağlamda bağımlılığın ortadan kaldırılması ve bağımsız kalkınmanın sağlanması türünden görevleri baş tacı edenler çokçadır. Bu da kaçınılmaz olarak sosyalist devrimin uluslararası öze sahip proleter devrim olarak kavranmayıp, devlet mülkiyeti ve merkezi planlama altında bir ulusal kalkınma stratejisi olarak görülmesi sonucunu getirmiştir. Bu anlayışta devrimin özellikle anti-emperyalist sıfatı vurgulanır.

Sonuç olarak Türkiye’nin kapitalist gelişmesinin ulaştığı aşama artık pek çuvala sığdırılamayacak kadar bariz olduğundan yanlış anti-emperyalizm anlayışlarına bahane bulmak güçleşmekte ya da bulunan bahaneler eskiye göre fazlasıyla sırıtmaktadır. Hele de Türkiye’nin izlemeye başladığı yayılmacı politikalar ve bu politikalar üzerinden ABD’ye karşı tutum alması meselenin üzerine tüy dikmektedir. Bu bakımdan belki de bir musibet bin nasihatten iyidir demek gerekiyor. Böylece bu son yılların gelişmeleri sonucunda, sol açısından emperyalizm ve anti-emperyalizm kavramlarına daha sağlıklı bir yaklaşım için bir zemin oluştuğunu söylemek mümkündür. Gelinen durum son tahlilde milliyetçi bir temelden yükselen bu sözde anti-emperyalizm anlayışlarını sarsmaktadır. Öyle olduğu için, birçok çevre, Erdoğan ve AKP’nin ABD karşıtı çıkışlarını ve eylemlerini eleştirirken, “anti-kapitalizmsiz bir anti-emperyalizm olamaz” gerekçesini daha çok kullanmaya yöneliyor. Bu, tutarlı olduğu ölçüde, hayırlı bir adımdır. Hatırlatalım ki, anti-emperyalizm konusundaki yanlış anlayışlar geçmişte ve günümüzde birçok örnekte, özde ABD gibi güçlere kafa tutan azgelişmiş ya da orta düzeyde gelişmiş kapitalist ülkelerin liderlerine sempatiyle yaklaşmış, bunlara anti-emperyalist payesi vermişlerdir. Bu durum “üçüncü dünyacılık” denilen dalgayla da ilgilidir.

“«Üçüncü Dünyacılık» (…) sosyalizm mücadelesini bir çeşit «bağımsız ulusal kalkınma» stratejisine indirgemekteydi. Stalinizmin versiyonlarından biri olan bu siyasal eğilimi benimseyen çevreler, üçüncü dünya diye niteledikleri ülkelerde burjuvazinin bir bölümünü de anti-emperyalistliğe terfi ettiriyor ve bu temelde ulusal cepheler «inşa» ediyorlardı. Ve onlara göre işte bu anti-emperyalizmdi! Böylece, az ya da orta gelişkinlik düzeyindeki kapitalist ülkelerin, emperyalistler sofrasındaki kıyasıya rekabet mücadelesinde kendilerine bir yer açmak üzere şu ya da bu emperyalist güce kafa tutmalarının altında bile «anti-emperyalizm» aranır oldu. Öte yandan, ezilen ulus burjuvazisinin siyasal bağımsızlığını kazanmak arzusuyla sömürgeci devlete tutum alışı ve salt bu kapsamdaki bir mücadele de, anti-kolonyalizm düzeyinden anti-emperyalizm düzeyine yükseltildi.” (Elif Çağlı, Kolonyalizmden Emperyalizme, Tarih Bilinci Yay., s.8)

Söz konusu ülkelerdeki liderler ve başında oldukları hareketler ile devletlerin sol tınılı bir söylem kullanması çoğu kez aldatıcı olmuştur. Mesele bu hareketlerin birçok durumda ilerici yönlerinin olması değildir. Bu ilerici yön özü itibariyle sömürge boyunduruğuna karşı ezilen halkların ulusal kurtuluş mücadelesi vermesinden oluşuyordu. Ama bu hareketlere anti-emperyalist demek doğru değildi. İlerici bir boyut taşımalarının yanı sıra bu hareketlerin sol bir söylem kullanmaları yanıltıcı olmuştur. O nedenle solun bu noktadaki yaklaşımı teorik açıdan idealistçe olmuştur. Son tahlilde nesnel gerçeklik değil söylem belirleyici bir rol oynamıştır. Yakın bir örnek olarak Chavez hatırlanabilir. ABD karşıtı söylemi ve yaklaşımları, yanı sıra sıkça sosyalizmden söz edişi, Chavez’in bir anti-emperyalist olarak kutsanmasına yetmiştir. Hatta dünya çapında bir rüzgâr estirilmiş, Chavez adeta yeni bir anti-emperyalist dalganın ikonu konumuna yükseltilmiştir.

Bu gibi örnekler söz konusu olduğunda sempatilerini ortaya koyanların, temel teorik sorunlar ortaya getirildiğinde ve “anti-kapitalizm olmadan nasıl anti-emperyalist olunur” sorusu sorulduğunda genellikle ikircikli bir açıklama yoluna gittikleri görülür. Bu açıklamada anti-emperyalizmin farklı tonlarından, biçimlerinden söz edilir. Onlara göre, ideal olan elbette anti-kapitalist içerikli olan bir anti-emperyalizm iken ve bu doğrultuda çaba harcamak gerekirken, daha soft içerikli bir anti-emperyalizm de vardır. Ve esasen bu anti-emperyalizm emperyalist sistemin tepesindeki güç olarak ABD’ye karşı çıkmak, o doğrultuda konumlanmak olarak formüle edilir. Anti-emperyalizmin türleri ya da dereceleri şeklindeki bu yaklaşım geçmişte büyük yanılgılara ve hayal kırıklıklarına yol açtı. Bu hareketler “anti-emperyalizm” kapsamında tarif ettikleri hedeflerine büyük oranda ulaştıkları, yani emperyalist güçler karşısında birçok başarılar elde edip yeni ulus-devletler kurdukları halde, emperyalizmin bundan fazlaca zarar görmediği, hatta bir anlamda güç kazandığı görüldü. Büyük yenilgiler aldığı varsayılan emperyalizmin bugün hayatta olduğuna kimsenin kuşkusu olmasa gerek.

Amerikan karşıtlığını doğru anlamak

Çeşitli burjuva iktidarlar nesnel koşulların ittirmesiyle ABD gibi emperyalist güçlere karşı görece daha karşıt bir konumlanış içine girebilirler. İran örneğini hatırlayalım. İran’daki molla rejiminin başta işçi sınıfı olmak üzere emekçi kitleler üzerinde ağır bir baskı rejimi olduğu, gerici totaliter bir rejim olduğu, ilerici bir yönünün olmadığı tartışmasızdır. Ancak bu rejim başından bu yana ABD ve İsrail’e karşı tutum almış, birçok alanda onlarla karşı karşıya gelmiş ve bunun ağır bedellerini ödemiştir. Mesele diyelim ki kategorik anti-Amerikancılık olsaydı İran bunun tipik örneği olarak başköşeyi hak ederdi. Ama bunun işçi sınıfının kurtuluşu mücadelesi açısından hiçbir ilerici anlamı ve sonucu olmamıştır. Şunu bilelim: Bir yerde gerçekten anti-emperyalizm varsa, orada işçi sınıfının mücadelesi açısından ilerletici bir şey vardır.

Türkiye’de rastlanan bir durum, bir turnusol kâğıdıymış gibi İncirlik üssünün kapatılması türünden taleplerin Erdoğan’a karşı öne çıkarılmasıdır. Ancak Türkiye’deki burjuva iktidarların ve özellikle Erdoğan’ın sanki bunu yapması imkânsızmış gibi meseleye yaklaşmak yanlıştır. Aradaki anlaşmazlık ve gerilimlerin durumuna bağlı olarak Türkiye pekâlâ bu tür adımlar atabilir. Ama bu ne Erdoğan’ı anti-emperyalist yapar ne de bu adım atıldı diye bölgede ileriye doğru büyük olumlu değişimler olur. Mevcut durumda bizzat TC kendi askeri üs ve imkânlarıyla bölge halklarının tepesine bombalar yağdıran bir emperyalist politika izlemektedir. Dahası, hiç kuşkusuz ABD bu eksiğini başka ülkelerde başka üslerle telafi etme yoluna gidecek, bölge Amerikan üssü sıkıntısı çekmeyecektir.

Karşılaşılan bir başka durum, Türkiye yayılmacı emeller güden alt-emperyalist bir bölge gücü konumuna geldiği halde, hâlâ eski ağız alışkanlıklarından sakınamayıp, onu emperyalizmin uşağı, taşeronu vb. olarak gören anlayışın şu ya da bu biçimde sürdürülmesidir. Bu anlayıştan özellikle muzdarip olan, hatta bunun en olgun temsilcisi olarak görülebilecek TKP’den bir örnek verebiliriz. Bu yapının, Afrin’e yönelik işgal harekâtı başladığında yayınladığı maddeler halindeki kapsamlı değerlendirme metninin başlığı yeterince anlamlı: “ABD için, ABD’ye rağmen.” Ne denmek istendiği açık: TKP’ye göre yapılan harekât ABD’ye karşıymış gibi görünse de aslında onun için yapılan bir harekâttır! Spotta da “Erdoğan yönetiminin «ABD için ABD’ye rağmen» halet-i ruhiyesiyle” hareket ettiği vurgulanıyor.

Bu bir yanlış okumadır. Gerçek şu ki, faşistleşmiş Erdoğan iktidarının Suriye’ye dair kendine ait bir emperyalist planı vardır ve bu plan ABD’ninkiyle ters düştüğü için Afrin işgal süreci yaşanıyor. Bu tam da ABD’ye rağmen bir hamle olduğu için, hasmı Rusya tarafından göz yumulan, yol verilen bir hamle olmuştur. AKP’nin başlangıçta Suriye için kurduğu planların ABD ile uyumlu olduğu ve uzun süre birlikte hareket edildiği doğrudur. Fakat Türkiye gibi alt-emperyalist konuma gelmiş güçlerin kendileri küresel anlamda ayrı birer baş çekemeseler de somut koşullara bağlı olarak büyük emperyalist güçler arasındaki çekişmelerden yararlanma ve kendi planlarına alan açma kapasiteleri vardır. Bunun hiç kuşkusuz riskler içerdiği ve büyük hüsranlara yol açabileceği olgusu başka bir tartışma konusudur. Sadece şunu söyleyelim ki, Türkiye’nin Rus savaş uçağını düşürdüğünde yüz yüze geldiği durum, bu oyunun riskleri hakkında gayet açıklayıcıdır.

Milliyetçiliğe yaslanarak, ondan ilerici anlamda yararlanma hesabı yaparak işçi sınıfının devrimci mücadelesi ilerletilemez. Hele hele ulusal bağımsızlığını çoktan kazanmış, kapitalist gelişmede aşamalar kaydetmiş ülkelerde bu misliyle böyledir. Örneğin bugün Türkiye’de milliyetçi temelde bir ABD karşıtlığı bir solukta Kürt düşmanlığını sıçratacaktır ve nitekim öyledir. Kürt sorununda ayrıca birtakım doğru talepleriniz olsa bile bu tutarlı olmayacak, sonuç değişmeyecektir.

Anti-kapitalizmsiz anti-emperyalizm olmaz

Geçmişte sömürge ve yarı-sömürgelerde ulusal kurtuluş hareketleri vardı ve anti-emperyalizm konusundaki çarpıtmaların vesilesi bunlar olmuştu. Bu hareketlerin ve yeni devletlerin, dünyayı nüfuz alanlarına bölmüş olan ABD emperyalizmi ile SSCB bürokratik despotizmi arasında hangi safta olduğuna da bağlı olarak bu dalga özel bir etki yaratmıştı. Sömürge konumundan kurtulmak ve bağımsızlık sonrası emperyalistler karşısında bir güvenceye sahip olmak umuduyla SSCB desteğine başvuran bu ülkelerin önemlice bir bölümü kendilerini sosyalist renklere bürümüşlerdi.

Günümüzde ise gerici birtakım radikal İslamcı hareketlerin emperyalist güçlerle ters düşmesi durumu var. Bu durum dinsel gericiliğe karşı bir tavrı olan solun anti-emperyalizm meselesinde en azından biçimsel olarak daha doğruda durması için bir unsur oluşturmaktadır. Ancak öte yandan bir başka yanlışa da düşmemek gerekir. Bu yanlış, emperyalist güçlerin geçmişte (ve bazı örneklerde günümüzde de) İslamcı güçleri gerici amaçlar için kullanmaları olgusuna bakıp, emperyalistlerin İslamla bir sorunu olmadığını düşünme yanlışıdır. Günümüz dünyasında emperyalist kapitalizm bu coğrafyayı sisteme daha derinden entegre etmek istediği için saldırıyor, yakıp yıkıyor. Emperyalist düşünce merkezlerinde İslamın bir tehdit olarak formüle edildiği binlerce kitap ve araştırma yayınlanması geçiştirilecek bir sorun değildir. İslamın emperyalizmin hedef tahtasına konması, söz konusu ülkelerdeki emekçi kitlelerin birtakım gerici İslamcı hareketlerin ve rejimlerin peşine takılması tehlikesini ve sonucunu doğurmaktadır. Kendilerini tehdit altında hisseden kitleler, geçmişin ulusal kurtuluş hareketlerinin de itibarlarını tüketmiş olmaları dolayısıyla dine sarılma eğilimi göstermektedirler. Hem genel olarak hem de bu bakımdan hassas bir konu olan dine yaklaşım sorunu burada bir kez daha önem kazanmaktadır. Dine Marksizmin sağlıklı yöntemiyle değil de, Marksizm kisvesi altında burjuva aydınlanmacılığının sığ yöntemleriyle yaklaşmak başarısızlığa açık davetiye çıkarmaktır. Kapitalizmin dehşeti karşısında dine sarılan yoksul emekçiye din meselesi üzerinden yaklaşmak, inancını aşağılamak vs. budalalığın daniskasıdır. Anti-kapitalist olmayan İslamcı akımların anti-emperyalist cakası satmasının önüne geçmenin temel şartlarından biri de, bu noktada Marx ve Lenin’in öğrettiği çizgiyi tutmaktır. Kapitalizm sorununu, sömürüyü, bu temelde emperyalizm gerçekliğini öne çıkarmak, anti-kapitalizmsiz bir anti-emperyalizm olamayacağını anlatmak temel hareket çizgisi olmalıdır.

Sonuç olarak, anti-emperyalizm kavramını milliyetçiliğin cirit attığı bir çiftlik olmaktan kurtarmak için uyanık ve kararlı bir tutum içinde olmak gereklidir. Aksi takdirde geniş emekçi yığınlardaki büyük emperyalist güçlere karşı tepkilerin en gerici amaçlarla istismarı kaçınılmaz hale gelir. Günümüz dünyası emperyalizmin yol açtığı yıkımların gitgide artan insani faturası nedeniyle, anti-emperyalist şiarların daha fazla yankı bulacağı bir yöne girmiştir. Bu durumda anti-emperyalist şiarların şovenizmin, TC yayılmacılığının, Türk-İslamcı faşizmin hizmetine sokulmasına karşı uyanıklığı arttırmak daha da önem kazanmaktadır.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Yanlış Anti-emperyalizmin Erdoğan’la Sınavı, 1 Nisan 2018, https://enternasyonalizm.org/node/195

published on 1 April 2018