Tırmandırılan Faşizm ve Kadın Politikaları

Burjuva devletlerin ve hükümetlerin kadınlara dönük politikaları, kapitalist kâr hırsının ve erkek egemen zihniyetin damgasını taşır. Bugün de Türkiye’de egemenler, kadınlara “vatana ve millete hayırlı nesiller” yetiştirmesini salık veriyor. Bu nesilleri Kürt düşmanlığı ve milliyetçilikle sakatlıyor. Emekçi sınıfların evlatlarından ucuz işgücü ve geniş ordular devşirmeyi planlıyor.

Burjuva devletlerin ve hükümetlerin kadınlara dönük politikaları, kapitalist kâr hırsının ve erkek egemen zihniyetin damgasını taşır. Bu politikalar, kadınların ezilen cins olarak çıkışsızlıklarını derinleştirir. Olağanüstü rejimlerin tırmanışta olduğu ya da hüküm sürdüğü dönemlerde egemenlerin kadın düşmanlığı belirgin bir biçimde artar. Bugün sivil darbe, başarısız askeri darbe girişimi, karşı darbe ve OHAL’le ilerleyen siyasi çalkantıların sarstığı Türkiye’de de kadına ve bunun bir uzantısı olarak aileye dönük politikalar bu düşmanlığın açık izlerini taşıyor. Geleneksel olarak tutuculuk, otorite korkusu ve itaatkârlıkla malûl bu toplumda kadın düşmanı söylem, tutum ve politikalar ne yazık ki daha da yıkıcı sonuçlara yol açıyor.

Toplumsal-siyasal yaşamda, açık fiziksel şiddet dışında, kadının ezilmişliğinin binlerce görünümü var. Ancak kadının ezilmişliğinin belirtileri, erkek-egemen zihniyetle sakatlanmış topluma kadının yüceltilmesi ve korunması olarak belletiliyor. Kadına, insan soyunun ezilen cinsi olarak biçilen toplumsal rolde zincirler ve prangalar kutsal hâlelere büründürülüyor. Kadının korunmaya muhtaç olduğu, karakterinin yumuşaklık ve uysallıkla şekillendiği, bedeninin değerinden bir şey kaybetmemek için örtünüp saklanması gerektiği, anneliğin kutsallığı gibi süslü propagandalar kadının prangalarını daraltan yalanlar olarak öne çıkarılıyor. Elbette bu yalanların hedefinde olan kadınlar burjuva sınıfın değil emekçi sınıfın kadınlarıdır ve faşist tırmanışa yeni halkalar eklendikçe emekçi kadınların çıkışsızlığı artmaktadır. Türkiye’de uzun bir süredir daha da şiddetlenerek yaşanan otoriterleşme sürecine paralel olarak, işçi kadınların köleliğini derinleştiren yasalar, küçük yaşta evliliğe ve çocuk sahibi olmaya teşvik eden kampanyalar, kadına yönelik şiddet karşısındaki tüyler ürpertici duyarsızlık, erkek politikacıların kadınları aşağılayan söylemleri, karma eğitimi hedef alan açıklamalar ve cinsiyetçi uygulamalar artıyor.

Kadına bakışı yansıtan ilginç bir örnek olması bakımından İsmailağa cemaatinin 15 Temmuz darbe girişiminin ardından yaptığı açıklamayı hatırlamakta fayda var. İktidar sahipleri, 15 Temmuz darbe girişiminin ardından halkı darbelere karşı demokrasiyi savunmak için meydanlara çağırdı. Uzun yıllardır işçi ve emekçiler arasında örgütlenen İsmailağa cemaati darbenin savuşturulmasının hemen ardından internet sitesi üzerinden açıklama yaptı ve hanımların demokrasiyi korumak için evlerinde dua etmelerinin yeterli olacağını ilan etti: “Cemaatimizin kıymetli büyüklerinin aldığı karar gereğince; hanımlar evlerinde seccade üzerinde dua ve zikirle meşgul olacak, dışarı çıkmayacaklar, erkekler ise meydanlara çıkarak, hükümeti destekleyecek ve darbecilere karşı duracaklardır.” Toplumdaki etkinlikleri giderek artan, işçi ve emekçilerin gündelik yaşantısında giderek daha belirleyici bir rol alan tarikatlara göre kadınlar ancak dualarıyla “demokrasiye” sahip çıkabilir! “Meydanlara çıkmak”, “hükümeti desteklemek” ve “darbeye karşı durmak” ise erkeklerin işidir. Kadınları eve kapatmak, onları toplumsal-siyasal yaşamın dışında tutmak isteyenlerin bir kesimi için ciddi bir askeri darbe girişimi karşısında “demokrasiyi savunmak” bile kadınların sokağa çıkmasına, pasif konumlarından sıyrılmasına gerekçe teşkil etmiyor, kadınlara sokağa çıkma özgürlüğü vermiyor.

Elbette kadınların politik yaşama dâhil olmak, kendi kararlarını kendileri vermek, destekledikleri fikirler için sokağa çıkmak için yüzyıllar süren mücadelesini yok sayan bu zihniyet söz konusu cemaatin çevresi ile sınırlı değil. İlk günlerde sokağa çıkan/çıkmak isteyen kadınların önemli bir kısmı benzer engellemelerle karşılaştılar. Pek çok fabrikadan kadınların, eşlerinin kıskançlığı nedeniyle sokağa çıkamadıklarını ya da taciz edilme endişesiyle çıkmayı tercih etmediklerini yansıtan aktarımları, gazete röportajlarına yansıyan serzenişleri dikkat çekicidir. “Bunun üzerine «erkekler nerede» diye sorunca Gülsüm «demokrasi nöbetine’ gittiklerini söylüyor. İlk iki gün onlar da katılmış «demokrasi nöbetine», sonrasında eşleri izin vermemiş. «Kötü niyetliler var. Kadınları sıkıştırıyorlar, bizim erkekler de çok kıskanç. Allah korusun ellerinden bir kaza çıkmasın diye gitmiyoruz» diyor.” (https://www.evrensel.net/haber/286199/kadinlarla-darbe-sohbeti)

Kendi iktidarını korumak için sokağa çağırdığı kitlede erkek-kadın ayrımı yapmayan Erdoğan ve AKP’nin fıtratındaki kadın düşmanlığı, onu savunmak için kadınlara dua etmeyi öğütleyen tarikattan daha az değildir. Hatırlanacağı üzere Haziran ayının ilk günlerinde, Erdoğan, kızı Sümeyye Erdoğan Bayraktar’ın genel başkan yardımcılığını yaptığı Kadın ve Demokrasi Derneği KADEM’in hizmet binası açılışında konuşma yapmış ve anne olmayı, çocuk doğurmayı reddeden kadınların eksik ve yarım olduğunu iddia etmişti. “Çalışıyorum diye annelikten imtina eden bir kadın, aslında kadınlığını inkâr ediyor demektir. Bu benim samimi düşüncemdir. Anneliği reddeden, evini çekip çevirmekten vazgeçen bir kadın, iş dünyasında istediği kadar başarılı olsun, özgünlüğünü kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır, eksiktir, yarımdır. İnsanlığın yarısını oluşturan kadın, anneliğiyle, evinin ve çocuklarının üzerindeki etkinliğiyle, zarafetiyle, estetiğiyle, içgüdüleriyle, sahip olduğu farklılıklarla kadındır. Bu gerçeği bir kenara bırakıp erkekle kadını birbirlerine hasım olarak, rakip olarak gören anlayışı kesinlikle reddediyoruz. Anneliği reddetmek insanın yarısından vazgeçmektir. Daha geniş tutuyorum. İnsanlıktan vazgeçmektir. Anne olmazsa insanlık olur mu? Anne varsa insanlık var. Bunun için her fırsatta en az üç çocuk tavsiyesi yapıyorum. Bunu ben yapmıyorum. Rabb’im emrediyor, Peygamberimiz söylüyor. Üretmek, hayatın her alanında var olmak kesinlikle anneliğe engel değildir.” 

Erkekle kadını birbirlerine hasım olarak, rakip olarak gören anlayışı kesinlikle reddettiğini söyleyen Erdoğan aslında bu anlayışı besleyenin tam da burjuva düzen ve bu düzenin derin erkek-egemen zihniyeti olduğunu gizlemeye çalışmaktadır. Kadının “özgünlüğünün”, “insanlığının”, “sahip olduğu farklılıkların” garantisi anne olmasıdır Erdoğan’a göre. Kadın bu farklılıklarını bir kenara atarsa yani anne olmazsa değerini kaybeder! “Altını, onu değerli kılan özellikleri bir kenara bırakıp herhangi bir maden haline getirdiğinizde, daha açık bir ifadeyle altınla demiri eşitlediğinizde adaleti sağlamış olamazsınız. Kadın tartışmalarına böyle bakıyorum. Altın da demir de değerlidir. Ama kapitalist üretim biçiminin anarşik doğası ve aşırı kâr hırsı olmasaydı bugün altın da demir de insanlık tarafından çok farklı değerlendirilecekti. Tüm insanların yararına sunulacak ve elde edilmeleri için doğayı tahrip etmek gerekmeyecekti. Altın külçe olup kasalarda birikmeyecek, demir toprağın bağrından silah olmak için, kentleri beton yığınlarına dönüştürmek için sökülmeyecekti. İkisi de insanlığın ve yaşamın hizmetinde kaynaklar olarak değerlendirilecek ve yağmalanmayacaktı. Bu zenginlikler için savaşlar olmayacaktı. Kadının ve erkeğin bugünkü sistemde durumları biraz buna benzer. Zamanımızda sıradan iki faydalı maden olamayan altın ve demir gibi erkek ve kadın da sadece insan soyunun iki ayrı cinsi olamıyor. Onlara çeşitli “farklılıklar”, yani toplumsal işbölümü ve roller yükleniyor. Meselâ Erdoğan’ın mini bir darbeyle görevden aldığı eski başbakan Davutoğlu, “bizim için doğum yapan kadın hem mübarek annelik görevini yerine getiriyor hem de aslında vatani bir görev yapıyor” demiş ve kadına yüklenen toplumsal rolün temel ayaklarına vurgu yapmıştı.

Darbe girişiminin ardından kendi çıkarları doğrultusunda devleti yeniden yapılandırmakla pek meşgul olan Erdoğan’ın ve egemenlerin kadınların tercihlerini, kişiliklerini, söz söyleme haklarını, bunun için verdikleri mücadeleleri yok sayan tutumu ve bu tutumunu sergilemekteki pervasızlığı elbette şaşırtıcı değildir. Başta da belirttiğimiz gibi otoriter ve totaliter rejimlerin yükselişte olduğu dönemlerde kadınların onlara biçilen toplumsal role uygun hareket etmesi için baskılar artıyor. “Bugün de bir olağanüstü dönemden geçiyoruz ve bu süreç tüm dünyada otoriter ve totaliter rejimlere doğru gidişi hızlandırmış durumda. Totaliter rejimler aynı zamanda erkek egemenliğinin ve kadın düşmanlığının da doruk noktasına ulaştığı burjuva rejimlerdir. Kadının «anne olarak» kutsanma görüntüsü altında alabildiğine aşağılandığı, değersizleştirildiği, ayrımcılığın azamisine maruz bırakıldığı, eve hapsedilmeye çalışıldığı, politik yaşama ancak diktatörün şakşakçısı ve emir kulu olarak katılmasına izin verildiği totaliter burjuva rejimlerin en acımasızı ise faşizmdir. Türkiyeli emekçi kadınlar da bugün faşizm tehlikesiyle yakın bir tehdit olarak yüz yüzedirler. (İlkay Meriç, Emekçi Kadın ve Faşizm, Mart 2016, marksist.com)

Faşizmin kadınlara çektirdiği acıların, aldığı canların haddi hesabı yoktur. Emperyalist savaş cehenneminde kıvranan Ortadoğu’nun bir parçası olan Türkiye’de yakın bir tehdit olarak büyüyen faşizm tehlikesinin, emekçi kadınlar ve işçi sınıfı için ne anlama geldiğini anlamak için bundan önceki örnekler hatırlanmalıdır. Erdoğan’ın sözleri ve icraatları giderek faşizmin isim babası Mussolini’ninkiler ve dünyayı kana bulayan Hitler ile daha büyük paralellikler sergilemektedir.

Mussolini için de kadın büyük bir aileye sahip olmalıydı ve o aileyi geleneksel değerlere göre yetiştirmekten mutlu olmalıydı. Bu ideal kadın, bireye daha fazla özgürlük alanı açan kentlerden uzakta, taşrada yaşamalı ve çalışmamalıydı. “Kadın ve Makine” adlı makalesinde Mussolini, çalışan kadınların tıpkı makineler gibi işsizliğin nedeni olduğunu söylüyordu. Çalışan ve kendi ayakları üzerinde durmaya yetecek kadar bir gelire sahip olan kadınlar ideal toplumun düşmanlarıydı. Faşist toplumda kadın son derece itaatkâr ve ailesinin tüm beklenti ve ihtiyaçlarını karşılayan güçlü bir anne olmalıydı. Bu nedenle Mussolini kilisenin muhafazakâr Katolik öğretilerini yayması konusunda özel bir çaba sarf etti. Doğum kontrolüne ve kürtaja düşmanlığını her uygulamada ortaya koydu. Boşanmaları zorlaştırdı. Evlenme ve doğum kredileri dağıttı. Çok çocuk doğuran kadınları ödüllendirdi. Onun İtalya’sı büyük bir nüfusa sahip büyük bir imparatorluk olacaktı. Erkek çocuklar faşist savaşçılar olarak yetişecek, kız çocukları faşist anneler olarak yeni nesiller yetiştireceklerdi. Ancak o nesiller “Büyük İtalya’yı” kuramadı, İkinci Dünya Savaşına sürüldü ve kırıma uğradı!

Hitler’in Almanya’sında da durum bundan farklı değildi. Hitler, Alman kadınlarının görevlerini “üç K” ile özetliyordu: “Kinder, Küche, Kirche!” Yani “Çocuk, Mutfak, Kilise!” Alman kadınlar bol bol çocuk doğurmalı, o çocuklara iyi bakabilmek için evinden, hatta mutfağından dışarı çıkmamalı ve dindar olmalıydı. Kadınların “vatanseverce” çalışmasına izin veriliyordu ama yalnızca “Nazi ekonomik mucizesini” gerçekleştirmek için! 1935 yılındaki bir konuşmasında Hitler, Germen uluslarında kadınların her zaman erkeklerle eşit haklara sahip olduğunu dile getiriyordu. “Her iki cinsin kendi hakları, kendi görevleri var ve bu görevlerin her biri eşit düzeyde onur ve değer taşır. Bu nedenle erkek ve kadın eşittir” diyordu. Yani kadın ve erkeğin eşitliği “sorumluluklarını yerine getirdiklerinde” sağlanıyordu. Hitler kadının kendi alanında savaştığını, doğurduğu her çocukla ulusa hizmet ettiğini, böylelikle Almanya’yı korumak ve büyütmek için savaşan erkekle eşitlendiğini söylüyordu.

Nazi Almanya’sında kadınların makyaj ve perma yapmaları, pantolon giymeleri, sigara içmeleri hoş karşılanmıyordu. Şişmanlamaları da öyle. Geniş kalçalar makbuldü ama zayıf bir vücut ve ince bir belle birlikte. Çocuğu olmayan çiftler derhal boşanmalı ve kendilerine başka birini bulmalıydılar. Nazilerin ahlâk anlayışına göre evli olmayan kadınların arî Alman ırkına mensup bir erkekten çocuk yapması da hiç sorun değildi. Hatta bekâr kadınların bu erkeklerden hamile kalması için evler inşa ediliyor, bu evlere içinde kırmızı bir nokta bulunan beyaz bayrak asılıyordu. Faşizmin kadın düşmanlığı ve vahşi militarizmi “kadını korumak” gibi propagandalarla gizlenmek isteniyordu. Bu anlamda en ilginç örneklerden biri Hitler Gençliği’nin kaleme aldığı bir bildiride yer alan şu sözlerdir: “Yahudiler en değerli varlığımız olan kulumuz ve hizmetkârımız karılarımızı elimizden aldılar, onları öldürelim!” Nazi Almanya’sının emperyalist emelleri ve vahşi faşizmi sadece Yahudilerin değil milyonlarca kadın, erkek ve çocuğun canını aldı. Faşist Almanya’nın yol açtığı ikinci emperyalist paylaşım savaşında 70 milyon insan öldü!

Faşist propagandanın etkisi altında kadınlar, ne yazık ki Hitler’in doğum oranlarını arttırma ve savaşa destek verme gibi kampanyalarında önemli bir rol üstlendiler. Bireylerin özel yaşamını devletin ihtiyaç ve taleplerine göre dizayn etmesi gerektiğine, Alman ırkının en üstün ırk olarak dünyaya haddini bildirmesi gerektiğine ve bu uğurda savaşa inandılar. Ancak Almanya’nın ve dünyaya korku salan Nazizmin yenilgiye uğraması, savaşın yıkıntıları, faşizme destek veren emekçi kadınları da gerçeklerle karşı karşıya getirdi. Faşizm Almanlara onur ve zenginlik değil ölüm ve yıkım getirmişti.

Bugün de Türkiye’de egemenler, kadınlara “vatana ve millete hayırlı nesiller” yetiştirmesini salık veriyor. Bu nesilleri Kürt düşmanlığı ve milliyetçilikle sakatlıyor. Emekçi sınıfların evlatlarından ucuz işgücü ve geniş ordular devşirmeyi planlıyor. Erdoğan’ın açılışında konuşma yaptığı İslami sermayenin güzide kadın STK’sı KADEM, tanıtım videosunda “Türkiye kadınının öz değerlerini muhafaza etmesi, ulusal ve uluslararası platformlarda dünya kadınlarıyla rekabet edecek düzeye gelmesi için” çalıştığını açıklayarak bu emelleri burjuva kadın cephesinden ifşa ediyor. Burjuva kadınlar eliyle iktidarın emperyalist politikalarını, tırmandırılan faşizmi ve emekçi kadının prangalarını meşrulaştırıyor. Kadınıyla erkeğiyle burjuvalar, kadınıyla erkeğiyle işçi sınıfına karşı saldırıyı derinleştiriyor. Yani faşizmin tırmandırıldığı bugünün Türkiye’sinde egemenlerin kadın politikaları emperyalist emellerin kodlarını barındırıyor. Tırmanan faşizmin, totaliterleşme ve militaristleşme eğiliminin, emperyalist politikaların bir parçası olarak şekillendiriliyor.

Böylesi zorlu dönemlerde emekçi kadınların faşist tırmanışa, emperyalist savaşlara ve milliyetçiliğe karşı mücadelesinin, kapitalizmi yıkmak üzere örgütlenme mücadelesiyle anlam kazandığını derinden kavramak ve bu mücadelede bir adım öne çıkmak büyük önem taşıyor.

Enternasyonalist Komünist

link: Enternasyonalist Komünist, Tırmandırılan Faşizm ve Kadın Politikaları, 15 Ağustos 2016, https://enternasyonalizm.org/node/164

published on 15 August 2016